Paylaş
Daha fazlası değildi, sadece “telefon”du işte.
Çantamızın bir kenarında dururdu, canımız sıkıldığında ancak rehberini karıştırırdık.
Ofiste ve evde, işlerimizi hallettiğimiz, yazılarımızı yazdığımız, hayatımızın belli bir zaman dilimini ayırdığımız bilgisayarlarımız vardı.
Kapattığımızda “Aman Allah’ım! Hayattan kopuyorum! Geride kalıyorum!” duygusu yaratacak bir fonksiyonları bulunmazdı.
Kapattıktan sonra yaşadığımız hayat, o anda olandan ibaretti.
“Hayatla bağ kurmak” dediğimiz, bugün, elimizdeki teknoloji sayesinde daha kolay.
Bilgisayarı, telefonu, tableti açmanız yeterli. Bir arama sitesine girip merak ettiğiniz bilgiye ulaşmak, saniye bile sürmüyor...
İşte tam bu noktada arıza çıkıyor. Çünkü insan dediğin mücadeleci.
Bir zaferin (bu ufacık bir bilgiye ulaşmak olsa da) değerli olması için onu zar zor kazanması, uğrunda savaş vermesi gerekli. Hâl böyle olunca, hayatla son derece kolaylıkla bağ kurmamıza yarayan kimi araçlar, her ne kadar işimizi kolaylaştırmaya yarıyor gibi görünse de, en çok kafa karışıklığına yarıyor.
Zaferlerin zor kazanıldığında değerli olduğunu öğrenmiş mücadeleci insan, kolaylıkla hayatla bağ kurduğunda, “anlam kaybı” duygusuna sürükleniyor.
Her konudan istemesek de anında haberimiz oluyor, herkese ulaşabiliyoruz, merak duygumuz azalıyor...
Çünkü bilgi istemesek de orada. Bir saniye uzağımızda.
Biz bunu görüyor, dijital hayatın kötü etkilerini en aza indirgemeye çalışıyor, hayatımızı eskisi gibi yaşamaya çabalıyorken, kötü etkileri en çok dijital çağda doğmuş olanlar yaşıyor.
Şimdi lise, üniversite çağını yaşayan birçok gençle konuştuğunuzda, bilgi-isim dağarcıklarının bir hayli zayıf olduğunu fark edersiniz. Sizin “bilmemek ayıp” dediğiniz kimi konulardan haberleri yoktur. Bilgi, ihtiyacı olduğunda bir saniye uzağındadır, hafızada tutmaya gerek olmaz.
Beyninin o bölgesini, kafatasının dışında, cebinde telefon-masasında bilgisayar olarak konumlandırmıştır.
“Analog hayat” çağında doğmuş olan nesillerde (80’lerin başları ve öncesi diyelim), fark bu kadar dramatik yaşanmasa da, “hayatla bağ” duygusunda belirgin değişiklikler var şüphesiz. “Hayatı kaçırıyorum” duygusu, sokağa çıkılmadığında değil, ancak bilgisayar bozulduğunda, internette sorun çıktığında ya da telefonun/tabletin şarjı bittiğinde söz konusu oluyor.
Ama “İnternet öncesi hayat”ın tadını bilenler için, arada o “analog” çağa kısa süre de olsa geri dönmek şart.
İşte biz de buna “tatil” diyoruz.
Yazarınız yıllık iznini kullanacak
Dijital çağa ayak uydurmak zorunda kalmışsan, ağzından “bir süre hayattan kopmam lazım” cümlesi dökülüveriyor.
Esasında “hayattan kopmak” dediğin, senin bildiğin türdeki hayatla yeniden bağ kurmak...
Yani sokakla, insanlarla, şehirlerle, denizle, güneşle...
Nasıl mı, kitabı tabletten değil, koklayarak okumak istersin... Fotoğrafları paylaşmak için değil, sadece “kişisel anıları belgelemek” için çekmek istersin... Dünyanın başka bir yerinde olduğunu düşündüğünde, kalbin yerinden çıkacak gibi olsun istersin...
Denizin kokusunu içine çekmek, güneşin, rüzgarın tenini okşamasını hissetmek istersin...
Kısacası, mantıkla yön bulmaya alışmış aklını duyguların esir alsın istersin...
Artık bunun adı tatil mi, izin mi, “hayattan kopuş” mu, her neyse...
Not defterimi ve fotoğraf makinemi alıp, hiç bilmediğim yerlere gidiyorum (Ayrıca işkolik yazarınız, bir sene önce evlenmiş olup, balayı yapamamış olmaktan şikayet etmektedir).
Müsaadenizle 1,5 hafta kaybolacağım. Dönüşte burada buluşalım.
Paylaş