Paylaş
Yüzücülere sorsak, Yüksel Aytuğ’un köşesinde dediği gibi “Kadın memeleri, hızı kesen bir safra olarak görülüyor” yanıtını verirler mi?
Kadın ciritçiler, gülleciler, güreşçiler, halterciler, boksörler kendi görüntülerinin içler acısı olduğunu düşünüyorlar mıdır?
Kadın dernekleri “memesiz sporcu olmasın” diye ayaklanırlar mı?
**
Bir sporcu ile konuştuğunuz zaman onların hayatı çok başka algıladıklarını görürsünüz. Onların dertleri fiziksel yeterliliklerine meydan okumak, sınırlarını zorlamaktır. Mücadele duygusuyla, zorlukların varlığıyla motive olurlar. Çok çalışkandırlar, kendi sınırlarını aşarak kazandıkları zaferden aldıkları haz, biz “fani”lerin herhangi bir başarıdan aldığımızla karşılaştırılamaz.
Üstelik zordur bu hayat. Hayatını spora adamak, “sıradan” insanların sahip olduğu birçok lükse sahip olmaktan feragat etmek demek. Hangi branşı seçtiyseniz, onu merkez alan ve o merkezin yakın çevresinde şekillenmiş bir hayat seçmek... Öğrencilik yıllarında derslerden, aile hayatının huzurundan, sosyal hayattan başkalarına nazaran çok daha uzak kalmak...
Her gününüzün büyük bölümünü idmana ayırmak, boş saat ve günlerinizde doğru dinlenmeyi bilmek... Arkadaşlarınız birlikte güzel vakit geçirirken sizin yaptığınız işe odaklanıp kendinize dönmeniz demek...
Üstelik meslek hayatınızı “sıradan” olanların “genç” diyeceği bir yaşta bitirmek zorunda kalırsınız. Sonsuza kadar bu mesleği sürdüremeyeceğinizi bilirsiniz.
Tüm bedelleri gönüllü olarak ödersiniz. Başkalarına benzemeyen bir vücuda, sizi izleyenlerin “erkeksi” bulacağı güçlü bir görünüme sahip olursunuz...
Spora gönül verenler, bedenlerinin neye benzeyeceğiyle ilgilenmezler. Akılları, kafa yapıları, çalışma sistemleri, mücadeleci halleri bizlerden farklıdır.
Profesyonel kadın sporcuları hormon çılgınlığına kapılan ekstrem örneklerle bir tutmadan ve seksist cümleler kurmadan önce, bunları bilmek lazımdır.
Korku filmi!
Evvelki gece “The Dark Knight Rises”ı İstinye Park’taki Cinemaximum’da izledik.
Filmin son yarım saatine girdiğimizde bir anda salon karanlığa büründü ve ışıklar açıldı.
Anladık ki film kopmuş...
Biliyorsunuz “The Dark Knight Rises” 2,5 saatlik bir film. 80 kişinin bulunduğu ve yerin altında olan koca salonda, dört kişinin talebiyle klima kısılmış. Filme ne olduğunu anlamaya çabaladığımız süre boyunca havasızlık ve sıcakla sabrımız sınandı.
Filmin kopmasına sözüm yok, zira teknik aksaklığın ne zaman vuracağı belli olmaz. Esas mesele, yerin altına konumlanmış bir sinema salonunda filmin yapılmasını bekleyen 80 kişinin havasızlık ve sıcakla imtihan edilmesiydi. Kopan film yapıldıktan sonra sonunu zor getirdik. Tabii sinema salonunda geçirdiğimiz vakit, 3 saati geçti.
Kendimizi attığımız yer de oksijen membası bir orman değil, basık ve havasız bir alan. Gece 01.00’de alışveriş merkezinin dev otoparkında açık olan tek çıkışa yönlendirme koyulmadığı için doğru çıkışı bulmak şansa bağlı. Etrafta ne bir insan ne de araç var. Çaresizce dolandık, durduk. Tam bir korku filmi gibiydi.
Mars Entertainment bu işlere bu kadar yatırım yapıyor ama “sinema keyfi”nin klostrofobiye dönüşmesini engelleyecek önlemler almadıktan, görevlileri geç saatte açık tuttukları kalabalık salonları yönetecek biçimde yetiştirmedikten sonra “Biz bu işi en doğru biçimde götürüyoruz” diyebiliyor mu?
Paylaş