Hilkat garibesi minibüsler ve “insan olma haline saygısızlık” diyebileceğim nitelikte koşullar sağlayan otobüs ve metrobüslerin hali malum.
Toplu taşımanın yetersizliği ve iptidailiği her zaman ortada idi fakat onu bir “çaresizlik dünyası” haline getiren, soğuk metalden yapılmış araçlar değil, insanın ta kendisiydi...
Artık bunlara belirli hatlarda alternatif olarak metro var. Avrupa yakasında birçok kişinin hayatını kolaylaştıran metro, Asya yakasına da taşındı. Şehirde, milyonlarca insanla birlikte yaşamanın gerekliliklerini yerine getirmeyen binlerce insan, şimdi bu yeni toplu taşıma aracı ile ilgili sınav veriyor.
Hep konuşuyoruz ya, düzen ya da düzensizlik, insan doğasını şekillendirir. Bulunduğumuz ortamın koşullarının şeklini alır, ona göre davranırız. Değişen toplu taşıma alışkanlıklarının, yerleşik sosyal davranışlarımızı yavaş da olsa değiştireceğini umuyoruz...
Toplu taşımada medeni ortam sağlanıyor fakat söz konusu trafik olunca aynısını söylemek zor. İstediğimiz kadar düzgün yol yapalım, halihazırdaki “çıldırmış sürücülerin trafikteki deli gömleği giydirilecek halleri”ne çare bulamayacağız. Çünkü trafikle ilgili sorunumuz temelde “yol, taşıt sorunu” değil. Bir insan sorunu. Sosyolojik bir vaka.
Hâl böyleyken “toplu taşıma yolu” yapmak tek başına çözüm değil. İnsanları eğitmediğiniz, ihlal yapanlara ağır cezalar vermediğiniz, kanunları değiştirmediğiniz ve ehliyet alma sisteminde reform yapmadığınız zaman değişen bir şey olmaz. Duble yollar yaparak, sokakları süsleyip “Ay aynı Avrupa’daki gibi” dedirterek, “bus lane” uygulaması getirerek kanayan trafik yarasını saramazsınız.
İlk olarak Fatih-Şirinevler’de uygulaması başlayan Toplu Taşıma Yolu’nu ihlal eden 852 araca ceza kesildiğini okudunuz. Şaşıranınızın olduğunu sanmıyorum...
Konu trafik ve toplumsal hayat olunca iyi hislerle kalem oynatmak söz konusu değil zira.
Trafik, düzen içinde yaşamak için bir takım kuralların bizi yönetmesi gerektiğini varsaydığımız toplumsal hayatın bir kolu esasında. En azından teoride böyle. Tabii bizde pratiğe geçemediğini söylememe gerek yok herhalde...
Her gün yollarda birbirimizin hakkını (çoğu zaman da yaşama hakkını) çiğnediğimiz, yol kavgasına tutuşan iki adamın birbirini tokatladığı, bıçakladığı bir yerde sosyal yaşama dair kuralları uygulamaktan söz edemeyiz.
Trafik, kendi başına, toplum dinamiklerinden bağımsız bir konu değil. Nasıl toplumsal düzen birlikte yaşama kanunlarına, yazılı olmayan sosyal kurallara uymadığımızda bozuluyorsa, trafikte de
olan bu.
Eğitimli, vicdanlı ve başkalarının yaşam haklarının bilincinde olan insanların yaşadığı kalabalık şehirlerde, trafikle ilgili en büyük sorun, -belki de tek sorun- trafik sıkışıklığı.
Bizde ise, trafikle ilgili yaşadığımız sorunların sadece bir parçası...
Henüz sörf okullarının emekleme döneminde olduğu, hiçbir “beach club”ın bulunmadığı zamanlar... Köyün içindeki caddelerde dizi dizi kafelerin, restoranların olmadığı yıllar...
Buranın rüzgarını keşfetmiş sörfçüler gelir, gündüz sporuna bakar, geceleri de Alaçatı ahalisi arasına karışır, ardından erkenden yatarlardı. Herkes hayatından memnundu; “daha fazla ne yapabiliriz”i düşünmezdi kimse.
Tabii memlekette bir “bakir belde” keşfedilmeyegörsün. Yazları gerçekleşen tatilci kavimler göçünün rotası Çeşme’ye çevrildiğinden beri, Alaçatı da zor bir süreçten geçiyor.
Bilirsiniz, “Yükselen trend”likten “çok moda”ya geçiş evresinde olur olanlar. Köylerin, kasabaların isimleri değişir ama insan eliyle yön verilen o tatsız süreç pek farklılık göstermez: “Kavimler göçü”nün ihtiyaçlarını karşılamak için önce var olan kaynaklar kullanılır. Sonra hızla yapılaşma başlar, etrafı evler, oteller, beach club’lar sarar... “Misafir” kitlesi değiştiği için, paranın kokusunu almış olanlar, havalı mekanlar açar, yeşilliklerin üzerine kondurdukları 5-6 mikro deniz canlısının tabağını 90 liradan satmaya başlar...
Bodrum’un bir vakitler o el değmemiş, betondan nasibini almamış mavi koylarının şimdiki halini düşünecek olursak, Alaçatı’yı şanslı saymalı. İnsan akını ve popülerleşme sürecinden sağ çıkan “bakir belde” pek yoktur memlekette ama Alaçatı’nınki diğer talihsiz köylere nazaran biraz yavaş ilerliyor.
Bu “içine edilme” sürecinin yavaş olmasının ana sebebi: Sörf. Popülerleşmesi, sörf turizmi kaynaklı olduğu için durumun henüz “Bodrum’un ağlayan koyları” gibi olduğunu söyleyemeyiz. Tabii yerlilere, İzmirliler’e sorduğunuz zaman iş başka. Onlar rüzgar sörfü turizmini destekliyor, dünyanın dört bir yanından rüzgarı için buraya gelen sporculara kucak açıyorlar. Fakat işin ucu ranta, ticarete “rüzgardan nasibimizi biz de alalım”cılara gelince iş değişiyor. “Alaçatıseverler”in yüreğini yakan da bu. Onların şikayet ettiği değişim, sörf turizmi kaynaklı değil. İşin içine ticaret girdi mi kör olan gözler, önüne gelen her güzelliği tahrip edenler yüzünden, Türkiye’nin her güzel beldesinde olduğu gibi burada da “yozlaşma korkusu” hakim.
Sörf ve sörf turizmi, yakın gelecekte rüzgarı doğru taraftan alır, bu işe yön vereceklerin zihinlerindeki dev önyargılardan (mesela lüks spor, belirli bir zümreye ait olması algısı) ve yağmacı tüccarlardan sıyrılabilirse, Türkiye’nin rüzgar sörfünde bir “imza” olacağı şüphe götürmüyor...
Geçen hafta bunlar oldu
Ardından televizyonu açıyoruz, internete sarılıyoruz, telefonu karıştırıyoruz ve o yaşadığımız hayatın esasında bizim kendi kendimize yarattığımız bir hayalden ibaret olduğunu anlıyoruz.
Sonra sokağa çıkıyoruz. Birbirine gram saygısı olmayan insanların kavga dövüş sokakları arşınladığını görüyoruz.
Şehri yukarıdan gören bir tepeye ya da bir binaya çıkıyoruz, etrafımıza bakıyoruz.
İnsanın gözlerini kör edecek kadar çirkin binalara dalıp gidiyor, “Biz bir şehri, bir ülkeyi nasıl bu hale getirdik?
Bunu nasıl önleyemedik?” diyoruz. 50’lerden, 60’lardan öncesini yaşayanların hasretle anlattığı güzel şehirleri, koca bir ülkeyi kendi ellerimizle bir çöp yığını haline getirmişiz, büyük bir ticari hırsla devam ediyoruz.
Her meslekte iyi ve kötüler var değil mi? Daha doğrusu mesleğini iyi/doğru icra edenler ve bunu beceremeyenler. Mesleğini iyi icra etmeyen ve hayatımıza kısa süreli olarak giren kişiler...
Fakat bazı meslekler milyonların hayatını kontrol eder.
Biliyorsunuz zaman zaman timeline’ımız “Bakın ben ne kadar da süperim”, “Hayatım, işlerim çok yolunda” mesajı vermek isteyen kişiler için söylenmiş övgü dolu sözlerle doluyor. Kendini övmenin, “Ben şöyle bir insanımdır” demenin yeni yolu, Twitter’da kendine gelen övgüleri retweet etmek... Tabii burada anlayamadığım bir nokta var. Bizim ne yapmamız bekleniyor bu övgü RT’leri karşısında? Sırt mı sıvazlayalım? “Hakikaten etkileyici bir insansın, övgüleri okuyunca bunu daha bi’ iyi anladım” mı diyelim? Ne diyelim? Bir de bunun “kendine gelen her mention’u tweet’lemek” versiyonu var ki, dağlara taşlara.
- Söz, fikir, cümle çalmak...
Emek hırsızlığının küçüğü büyüğü yok. Cümle ve ifade çalmak, kendi yazmış gibi davranmak hangi duygunun tatmin halidir? Anladık, düşünmek zor çalmak kolay ama anlaşılamaz bir nokta var: RT edince karizma mı çiziliyor? Bir sözün size ait değil de, bir başkasından “alıntı” olduğunu söylemek zül mü geliyor? Söz sahibini “o da çalmış olabilir” pozisyonuna düşürmek, hafif ayıp kaçmıyor mu?
- Hayatı Twitter’da yaşamak...
Ne çok zamanın var arkadaş... Söyleyecek, paylaşacak ne çok sözün var... Bu sayede hiç tanımadığımız kişileri, eksik olmasınlar, anne babamızdan daha iyi tanır olduk.
- Özlü söz nispeti yapmak...
Günlük hayatımızda birbirimizle konuşurken her cümleye Mevlana’dan bir sözle, Can Yücel’in şiirinden bir mısrayla mı başlıyoruz? Dünyamız benzetmelerden, tatlı tatlı giydirmelerden mı oluşuyor? Hiç düz cümle kurmuyor, birbirimizle dolaylı yollardan, bir başkasının söylediği hoş sözler üzerinden mi iletişim kuruyoruz? Hayır, günlük sohbetleri böyle ilerleyen varsa bilelim. O zaman Twitter’daki bu “özlü söz üzerinden dolaylı nispet/iletişim” normaldir diyebileceğim.
Zira “genç erkekle evlenmenin normalliğini” savunan fakat kendi hayatında her fırsatta “Erkek büyük olmalı, en az 10 yaş!!” demiş ve bunu tatbik etmiş olan kadınlarımız da rüzgâra uyuyorlar.
Onlar, erkeğin hayattaki ödevinin “yaslanı-lacak sırt, kadına bakma yeteneği” olduğunu düşünüyor ama bir yandan bağımsız bir kadın, onların cesaret edemeyeceği bir tercih yaptığında sırf başkasına muhtaç bir hayat yaşadıklarını açık etmemek için alkış tutuyorlar. Erkeğin kadından genç olabileceğini söyleyen erkeklerin çoğu için bu bir makara konusu. Onlara göre, genç erkek kadın için gençlik pınarı.
Doğal botoks. Erkek egemen toplumdaki manzara erkek tarafında böyle. “Fikri ile zikri tutmayan” kadınlarımızda ise durum şöyle: Toplum kadına insanlığından önce “ana, bacı, çalışması gerekmeyen, yuvayı yapan” gibi sıfatlar yüklediğinde aklındaki terazi henüz dengesini bulmamış 20’lerini sürdürmekte olan genç kızlar, “erkek gibi erkek” olduğunu düşündüğü kariyerli, paralı olan üst nesillere meylediyor.
Kendisiyle aynı standartlarda yaşayan erkekle tırnaklarıyla yuva yapmak zor geliyor.
Ne de olsa eninde sonunda olacak belli: Evde oturacak, çocuğa bakacak. Hâl böyle olunca, erkeğin yaşça büyük, varlıklı olması, geride kalan tüm özelliklerinin üzerine çıkıyor.
Mesela çirkin erkek sevdiğini söyleyen kadınlarımıza bakalım.
İki kilo fazlalığı dünyanın sonu gelmişçesine kafaya takan kimi kızlarımız, “cukkası sağlam” adamın karşısında güzelliğe dair tüm hislerini yeniden yazar.
Burada hayvanseverlerin çok olduğunu, hayvanların sokakta da olsa iyi bakılacağını bilen çok insan bulduğu kedi köpeği buraya bırakır.
Huysuz teyzeler “Çuvalla yavru getiriyorlar, bakamıyoruz” derler, doğrudur.
Kediler bütün gün tembellik yapar. Otomobillerin üstünde, apartman girişlerinde, kaldırımlarda, ağaç diplerinde yuvarlana bayıla uyurlar. Tekmelendikleri, işkence gördükleri semtlerde bulunan “insandan irkilen kedi”lerden değildir buradakiler.
Bilirler ki kimse onların canlarına kast etmeyecek. Çocuklar en fazla onların başlarını sevecek...
Sadece kedi köpek mi, kuşlar da mutludur bu semtte. Kendine fenalık edenin kafasını didikleyen, cüzdan çalan kinci kargalar bile insanları sever burada.
İnsana pek yaklaşmaz ama hangi pervazdan, hangi balkondan yemek bulacağını bilir. Güvercinler sabah mutfak camlarını tıklatır. İnsandan kaçmaz, yemeğini, suyunu ister her gün; hakkıdır.
“Kuşlar penceremizi, bahçeyi pisliyor, beslemeyin” diyen yoktur.
Mesafelerin kısalması, toplu taşımanın, dünyanın en iptidai “çözüm”ü olan minibüslerden metro gibi modern yöntemlere kaydırılması Kadıköylülere “Vay be, bu günleri de görecek miydik” dedirtiyor.
Ben de törenle ilk seferimi yaptım, işte notlarım:
-Kadıköy’den sonraki ilk durak Ayrılıkçeşme, fakat bağlantı durağı olduğu için henüz açılmadı. Notu düşeyim.
-Metro, Anadolu yakası için çok yeni bir taşıt olduğundan ilk deneyimlerini yaşamakta olan Kadıköylüler biraz şaşkın ama memnun.
Seyahat etmek için yerin yedi kat dibine inmeye alışkın olmayanlar, hâlâ güvenli ve hızlı olan seçeneği değil, kelle koltukta turizm minibüsleri ve 1 metrekareye düşen insan sayısında rekor denemeleri yapan belediye otobüslerini tercih ediyor.
-Metro girişleri, duraklar, vagonlar, koridorlar, bağlantı yolları pek havalı, pek güzel. Yalnız, güvenlik konusu biraz sıkıntılı.
İstanbul Kart’ınızı okuttuğunuz-jeton attığınız yerdeki güvenlik görevlisi dışında koridorlarda veya peronda bir insan evladı veya bir acil durum telefonu mevcut değil.