Paylaş
Öyle büyüktü ki yıkım, artık hayat aynı şekilde ilerleyemezdi. Yaraları sarmamız, bir daha kimseye bu acıyı yaşatmamamız, geleceğimizi “kurtarmamız” gerekiyordu. Dünyamız değişecekti, değişmeliydi...
Bizi kurtaracak olan da milyonların sorumluluğunu almış olan siyasetçilerdi.
Yanıldık. Değişmek bir yana, geçen yıllarla birlikte utanmazlığın farklı boyutlarına şahit olduk. Çaresizliğimizin tarifi yoktu...
Depremin Türkiye için ne demek olduğunu anlayanlar, gelecekte başımıza gelecekleri öngörenler, ulaşabildikleri kadar insana ellerini uzattılar. Önlem çalışmaları, bireysel çabalardan ileri gidemedi.
Yıllar geçtikçe, gerçek sorunların kenara bırakıldığını, deprem vergilerinin yola dönüştüğünü, bir de üzerine suni gündem konularıyla oyalandığımızı fark ettiğimizde çaresizliğimiz, yeni bir boyut kazandı.
Üstelik oyalanmak kelimesinin tam anlamıyla içi dolduruluyordu...
Ortaya atılan konulara sinirlenir, akıl ve mantık sınırını aşan meselelere köpürürken, gerçek sorunları yöneticilerimiz kadar biz de unuttuk.
Ne yazık ki “bugünkü dünya böyle kardeş” dediğimiz dünya düzeni içinde, bazı konular her kavramdan ve inançtan daha büyük:
Varlık ve zirve hırsı.
Sözü dinlenen, herkesin üstünde olan topluluğa ait olma hırsı. Prestij hırsı.
İşte bunlar, “zirve”nin anahtarları...
Kimileri için bunlar, herkesin, her şeyin üstünde.
Vicdan da tam oradan çıkıyor zaten. Eğer para kazanma, dünyanın tepesine çıkma ve bu konuda her şeyi yapabilme hırsın vicdanına yenik düşüyorsa, var olan düzende ancak “orta yol” tutturabiliyorsun.
“Her zaman akıl yolu, doğruluk, dürüstlük ve eşitlik çalışır” cümlesinin geçerli olmadığı hayat sana “en”leri yaşatmaya yetmiyor.
Vicdan varlığında, yeni dünya kanunlarının doğası gereği “en birinci” olamıyorsun ama en azından kalbin sızlamadan yaşamaya devam edebiliyorsun. Başkalarına da faydan dokunabiliyor. Tabii bir yanın hep eksik kalıyor: Asla geleceğine güvenemiyorsun.
Çünkü ne yazık ki o vicdanlı, tüm şahsi menfaatini bir kenara bırakabilen adamlar, milyonlarca insanın sözde “sorumluluğunu almış”lardan çıkmıyor.
Vicdan, başka meseleler içinde kaybolup gitmişse, işte o zaman şu anda, her gün gazeteyi açtığınızda okuduklarınız oluyor. Eğitimden gıda sektörüne, içtiğin sudan yaşadığın evin sağlamlığına, hayatının her santimetrekaresinden şüphe duyar hale geliyorsun.
Gelmelisin de. Çünkü bu işleri düzene sokacak olanlar, ancak kendisine veya yakınlarına bir haksızlık yapıldığında harekete geçiyor.
Bir ülkede yaşayan milyonlarca vatandaşın yaşama hakkını korumak gibi “ince iş”ler pek önem taşımıyor.
Kaç tane daha “uyandırma” lazım?
Bu esnada gerçek sorunlara sahip ve gelecek endişesi taşıyan bir ülke dolusu insan, “belki güzel şeyler de olur” diye yavru kuş gibi annesinin yemek getirmesini bekleyen dev topluluklara dönüşüyor.
Doğa kanunları çalışıyor olsa, anne yavrusuna yemek getirecek ama... Artık dünya başka dünya, doğa başka doğa. Anne, yavrusunun midesini talaşla dolduruyor. Midesi şişen yavru, doyduğunu sansa da... Esasında yavaş yavaş ölüyor.
Bugün 17 Ağustos.
13 yılda istesek dünyayı değiştirirdik.
Değiştirmek yerine, hayatımıza küçük rötuşlar yaptık ve depremi unutmayı tercih ettik. Bugün dertlerimiz başka ve suni. Hayatımızı onlara sinirlenerek geçiriyor,
fay hattını sihirli bir güç durdurmuş gibi yaşamaya devam ediyoruz.
Tekrar hatırlatmak gerekirse: Dünyada bulunan en aktif faylardan biri olan Kuzey Anadolu fay hattının üzerinde, ana kucağında oturur gibi oturmayı sürdürüyoruz.
“Uyandırma servisi” için daha kaç defa sarsılmamız, büyük yıkım yaşamamız lazım?
Ben bu soruyu sormaktan sıkılmadım. Siz de sıkılmayın.
“Dünya geçici” tamam ama yaşama hakkımız bir başkası tarafından göz göre göre elimizden alınacak kadar geçici değil.
Paylaş