Görevlerini hakkıyla yerine getirmeyenlerin hata ve eksiklerini “beyan” ile kapama çabaları, kabahati üstüne almamak için taklalar atmaları...
Çaresiz kalındığında en kritik, en olmayacak zamanlarda kadere sığınmaları... Artık bildiğimiz tüm deyimleri yeniden yazdık. Bıçağın kemiğe dayanması, sabırtaşının çatlaması ve adaletle ilgili bildiğimiz kaç tane söz varsa değiştirdik. Terörü lanetleyen siyasetçi duymak, öbür dünya ile ilgili hazırlık yapmaktan yaşadığını unutanları dinlemek istemiyoruz.
Biz dinlemesek de laf geliyor, bizi buluyor, ona çare yok. Haber kirliliği var, fakat ortalık karıştığında “olayı gerektiği kadar büyük görme” endişesi taşımayan telefonumuz, internetimiz 24 saat işbaşında.
Haber gelip bizi bulduğunda ise artık sabrın taştığı noktayı, “çok kızma” limitimizi, şaşırma seviyemizi değiştirmek zorunda kalıyoruz. Değiştirmezsek, hepimize yetecek büyüklükte bir akıl hastanesi yok çünkü. Böyle zamanlarda insan dünyadaki diğer siyasetçilerin söylemlerine, diledikleri “özür”lere daha gıpta ile bakıyor. Mesela Romney, önceki gün gizli kameraya kaydedilmiş konuşmasındaki sözleriyle ilgili olarak “zarif bir ifade değil” yorumunu yaptı.
Zamanın ruhuyla inatlaşmayı becersek, devre adapte olmayı “yenilmek” olarak görmesek...
Kendi yöntemlerimizi hayata geçirebilsek, o derin karamsarlık halinden kurtulur muyuz dersiniz?
Hiç şüphesiz mümkün ama zor.
Hayatımızı “Üstten, şöyle bir bakarak” yaşarken bırakın zamanın ruhuyla inatlaşmayı, hayatın kendisini bile doğru düzgün yaşayamıyoruz.
Gerçek şu ki, “deneyimlemeyi” özlüyoruz.
Düşünecek, elimizdeki işe veya düşünceye ayıracak yeterince zamanımız olmasını...
Bir konuyu, karşındaki bir insanı dinlemek, deneyimlemek, sindirmek, üzerine düşünme vaktinin bulunmasını...
Ne zaman herhangi bir insana, amaca, geleceğe, hatta bir objeye, karşı koyamadığınız bir arzu hissettiniz? Hani çocukken “Ben doktor olucam” dediğiniz günkü kadar umut dolu ve inançlı olduğunuz günlerdeki gibi...
En son ne zaman tarafların akıllı telefonlarında olup bitenleri daha ilginç bulmasıyla sonlanan gerçek bir sohbetin içinde bulundunuz?
Dikkatiniz dağılmadan en son ne zaman bir kitap okudunuz?
En son ne zaman “Bir şeyler kaçırıyorum” duygusuna yenilmeden o anda yapmakta olduğunuza kendinizi vererek iki saat geçirdiniz?
Bu sorulara yanıt verirken hafızanız zorlanıyorsa şaşırmayın. Yüzde yüz zamanın ruhuna uyum sağlamış durumdasınız.
Buna kendinize göre çözüm bulmaktasınız, fakat o çözümü gerçek dünyada değil, başka bir yerde yaşamaktasınız...
Hayata arzu ve tutkuyla sarılmanın bir numaralı gerekliliklerinden olan özgürlük, bir zamanlar “kendin olabilmek” ile ilgiliydi.
Türk satıcıları iyi tanıdığı için, “Kapalıçarşı alışveriş teknikleri”ni doğru kullanmış ve iyi bir fiyata istediği çantaları satın almıştı. Bu birçok kadının ortak duygusunu anlatıyordu aslında. “İyi taklit çantaları iyi bir fiyata düşürmek...” Türkiye gibi, “gerçeği kadar iyi görünen taklit çantalar diyarı”nda istediğini bulmuştu, elindeki çantanın taklit olduğunu kimsenin anlamayacağını bilmenin verdiği mutlulukla ülkesine döndü...
Kadınlar, çanta, ayakkabı ve takılarıyla konuşmadan kendini ifade ettiğine inanır, bilirsiniz.
Bilhassa çanta, imaj ve statünün belirleyici faktörü olarak görülür.
Tabii bu ifade erkeklerle kurulan iletişimde değil, daha ziyade kadınların birbiriyle olan ilişkilerinde baskındır. İlk karşılaşmada birbirlerini süzen, tepeden tırnağa yoklayan ve üzerindekilerden karşısındakine dair vaziyet raporu hazırlayan erkekler değil, kadınlardır.
Bu nedenle “Lise 3” dendiğinde şöyle bir ürperirim hep.
Kısaca özetini geçeyim:
Okul ortalamasına göre başarınızı değerlendiren Ortaöğretim Başarı Puanı meselesi yüzünden, son yılımızda birkaç öğrenci toplanıp, 7 yıldır öğrencisi olduğumuz, başarı ortalaması yüksek anadolu lisesinden ayrılıp başarısız bir liseye geçmiştik... İyi bir okulda iyi öğrenci olmanız, sınavlarda para etmiyordu.
Tabii ben ufak bir hesap hatası yaptım...
Okul gerçekten kötüydü. Bir türlü alışamadım... Kendi okulumu özledim. İş işten geçmişti, geri dönme imkanım bulunmuyordu.
Ailem halimi gördü, beni daha iyice başka bir düz liseye yazdırdı...
Sınavlardan önceki son ayları orada geçirdim ve mezun oldum. Eğer dershaneye devam etmemiş olsaydım, üniversiteyi kazanmam imkansızdı.
Üç “Müzmin bekar”da ortak özellik, kendi durumlarını, hayata bakışlarını, yaşayışlarını ve ilişki kurma biçimlerini, karşılarındaki kadınların insan olduğunu unutarak anlatmaları.
Herkesin kendine göre bir hayatı, düşüncesi, adalet ve ahlak anlayışı var.
Konu kadın erkek ilişkileri olduğunda kimseyi kendi kafamıza uymuyor diye eleştiremez, “Sen niçin böylesin ulan?” diye sorgulayamayız.
Sorgulayamayız ama konu ilişki olduğunda, bir tarafın davranışlarının, diğer tarafta etki yaratmayacağını, iz bırakmayacağını varsayarak konuşursak, meseleyi eksik bırakmış oluruz.
Şöyle ki, ilişki dediğin, iki kişilik bir hadise. İster kadınla bir gece alaka kur, ister 20 gün seviş, ister beş sene her gece aynı yatağa gir, fark etmez.
Doğada var olan “etki-tepki” kanunu ilişkilerde de var. Hâl böyle olduğunda kişinin tüm davranışlarının karşıda bir yansıması olacaktır.
Mesela, eğer işin içinde “mış gibi” davranmak varsa, “beklentili Türk kadını”nın bu beklentili durumunu kadını tavlamak için kullanıyorsan, bunun kadında bir etki yaratmayacağını söyleyemezsin.
Herkes yapılan açıklamalara isyan ediyor.
Sorunları çözmek için birtakım görev pozisyonları edinmiş kişiler başımıza gelenleri normalleştiriyor, yaşadığımız acıları “hayatın çeşitli cilveleri” olarak görmemizi bekleyen bir duruş sergiliyor ve gerçek meselenin koltuk sevdası olduğu ortaya çıkıyor. İşte o zaman vatandaş “isyan” noktasına sürükleniyor...
Ekonomiye yön veren dev global şirketleri düşünün. Büyüklüklerini ve kontrol güçlerini korumak için ilk değer verdikleri konu, “yükselen başarı grafiğinin devamlılığı”dır. Çevre duyarlılıkları, insan hayatına verilen değer, -bunu pek açık etmeseler de- her zaman ikinci plandadır.
Şöyle anlatayım: Diyelim ki bir şirketin adı sansasyona karıştı. Yanlış bir iş yaptılar. Toplumun sağlığıyla oynadılar. Veya bir sürü insanın ocağını söndürdüler.
Maddi güçlerinden ötürü bunun duyulmamasını, duyulsa bile en azından yayılmamasını öyle iyi sağlarlar ki, markalarından birinin ismi zikredildiğinde akıllarda olumsuz bir fikir belirmesin.
Markalarını korur ve başına kötü haller gelmesini engellerler, çünkü ancak bu şekilde “dünya devi” olma halini sürdürürler...
Siyasi partiler de aynı dev şirketler gibi kendi “marka değerlerini” korumak zorunda hissederler. Marka değeri koruma çalışmaları, aynı büyük şirketlerde olduğu gibidir, kötü bir hadise yaşandığında öncelikle olanların duyulmamasını, duyulsa bile kötü algı yaratmamasını sağlamaları gereklidir. Dünyanın birçok yerinde benzerlik gösteren “her şeyden önce kendini korumacı” siyasetçi davranışı, ona şöyle yapmasını söyler: