Paylaş
Ne zaman herhangi bir insana, amaca, geleceğe, hatta bir objeye, karşı koyamadığınız bir arzu hissettiniz? Hani çocukken “Ben doktor olucam” dediğiniz günkü kadar umut dolu ve inançlı olduğunuz günlerdeki gibi...
En son ne zaman tarafların akıllı telefonlarında olup bitenleri daha ilginç bulmasıyla sonlanan gerçek bir sohbetin içinde bulundunuz?
Dikkatiniz dağılmadan en son ne zaman bir kitap okudunuz?
En son ne zaman “Bir şeyler kaçırıyorum” duygusuna yenilmeden o anda yapmakta olduğunuza kendinizi vererek iki saat geçirdiniz?
Bu sorulara yanıt verirken hafızanız zorlanıyorsa şaşırmayın. Yüzde yüz zamanın ruhuna uyum sağlamış durumdasınız.
Buna kendinize göre çözüm bulmaktasınız, fakat o çözümü gerçek dünyada değil, başka bir yerde yaşamaktasınız...
Hayata arzu ve tutkuyla sarılmanın bir numaralı gerekliliklerinden olan özgürlük, bir zamanlar “kendin olabilmek” ile ilgiliydi.
Bandı çok ileri sarıp bugüne geldiğimizde, özgürlüğün kendine başka bir dünyada alan açmak zorunda kaldığını görüyoruz.
Artık “kendin olmak” öyle kolay değil. Genelgeçer düşüncelere sahip değilsen sesinin kesileceğini, birilerinin hep sana doğru parmağını sallayacağını, hatta hakkına el koyulacağını bildiğin bir yerde gerçek özgürlükten bahsedene gülüyorlar artık...
Peki ne yapıyorsunuz? Kişisel özgürlükleriniz kısıtlanırken, “toplu yaşamın yazılı olmayan kuralları”ndan bihaber insanlar birbirinin hakkına tecavüz ederek hayatını sürdürürken, teknolojinin size sağladığı faydaları “özgürleşmek” için kullanıyorsunuz.
Akıl ve mantık kuralları çerçevesinde ilerlemeyen gerçek hayat artık heyecan vermiyor, arzu-tutku vaat etmiyor, hislerini ifade etme fırsatı sunmuyor.
Hâl böyle olunca, sosyal medya sitelerinde “nick”inizle at koşturuyor, bilgisayar oyunlarında kendinize bir karakter yaratıp ona sanal bir hayat yaşatıyor, farklı karakterlere bürünüp dilediğiniz kadar özgür davranabiliyorsunuz.
Facebook oyunları sizi rahatlatıyor, oyun konsollarıyla oynanan tüm oyunlar ilaç gibi geliyor... Bazen de sınırlarınızı şaşırıyor; hakaret, küfür ediyor, içinizdekileri kusuyorsunuz.
Televizyondaki karakterlere sanki kuzeniniz, kardeşiniz gibi bağlanıyorsunuz. Onlarla seviniyor, onlarla üzülüyorsunuz.
Siz bunun adına rahatlamak diyorsunuz fakat esasında alt beyin düzeyinde gerçek hayatta yapamadığınızı yapıyorsunuz...
Kendinizi “özgürleştiriyorsunuz”...
Geçmişe özlem = Umutsuzluk
Geçmişe özlem hiç bu kadar “moda” olmamıştı, değil mi? Eski yıllardaymış gibi yaşamak, öyle giyinmek, yaşamadığınız yıllara dair kalbinizde neredeyse acı hissedeceğiniz kadar özlem duymak...
Veya başka ülkelerde, başka şehirlerde bir hayatın özlemiyle yanıp tutuşmak...
İşte, bu iki özlemin adına da “umutsuzluk” diyoruz.
İnsan yaşadığı dönemden ve yaşadığı yerden umudunu kestiğinde, hiç bilmediği bir dünyada yanıt arıyor...
Bu, kimi zaman “yaşanmamış geçmişe duyulan derin özlem”, kimi zaman da “bilinmeyen bir dünyada yeni hayata başlamak” olarak ortaya çıkıyor.
Karşılanmayan beklentiler ve kısıtlanan özgürlüklerle yaşayınca, gerçek hayatı bir halta benzetemiyoruz.
Fakat... Biz mutluluğu gerçek hayatta değil, ya başka bir dünyanın hayalinde ya da geçmişte arar, sanal dünyada “rahatlarken”, gerçek hayattan ümidini kesmeyip, atını orada koşturanlar bir bir zafer kazanıyor. Bunu görüyor, kendi halimize ağlıyor, “Bu günleri de mi görecektik” diyoruz. Aynı hisleri taşıyan insanlar kendi ülkelerinde mutlu olacakları umudunu bir bir yitirirken...
Aynı hisleri taşıyan insanlar bu kadar birlikten uzak, dağınık yaşarken...
Birlik olmayı becermişlerin zafer kazanması tesadüf mü?
Paylaş