Üzerinde bir gevşemiş atlet, belli ki bugün evden çıkmamış...
Üstü başı, dağınık saçları, kirli sakalı öyle söylüyor.
Oturduğu ev, günün her saati vızır vızır bir caddenin kenarında.
Caddeyi dik kesen ve tam o pencereyi karşıdan gören sokaktan, otomobilimle ona doğru geliyorum. Caddeye varınca sağa sapacağım.
Bu esnada adamın camda hareketsiz bir biçimde durduğunu görüyorum. Kımıldamıyor, ayakta, düz duruyor ama gözleri sola bakıyor.
Tam karşısında bulunduğum için bana göre için sağ olan yöne doğru yani...
Otomobilimle caddeyi dik kesen o sokakta, ona doğru yavaş yavaş ilerlerken, evini tam karşıdan görüyorum. İstemeden gözlerim adama takılıyor.
İş işten geçmeden önemli bazı noktaların altını tekrar tekrar çizmek, atlanan önemli noktaları işaret etmek gerekiyor:
- Milyonlarca sokak hayvanı yaşayan bir ülkede, pet shop gibi bir kara leke, varlığını sürdürüyor.
Eğer canlı haklarından bahsediyor, hayvanları korumakla ilgili kanunları yenilemeye niyetleniyorsak, ilk durağımız burası olmalı.
Hayvanları korumaktan bahsedilmesi, öte yandan hayvanları “eşya” olarak sınıflandıran ve ticaretini yapılmasına müsaade eden anlayışın aynı yerde barınabilmesi, kabul edilebilir bir durum değil.
- Belediyeler, görevleri olan hayvan bakımı ve kısırlaştırma çalışmalarında sınıfta kaldı.
Hepsinin küçük birer Hayırsız-ada’lara dönüştüğü barınaklarda yaşayan hayvanların halini hepimiz biliyoruz. Gönüllülerin çalışmaları ve yardımları dahi, bu çağda bir utanç vesikası olan bu mekanlarda hayvanların yaşaması ve beslenmesi için uygun koşulları tam anlamıyla sağlayamıyor.
Hal böyleyken, sokak hayvanlarının toplanıp yerleştirileceği doğal yaşam parkları, bu sefil barınakların büyük bir modelini yapmak demek.
Öncelikle erken saatlerin o ölüm sessizliğini bozmam gerekiyor. Biraz ses, biraz hareket lazım. Sessizlik sanki “terslik” gibi... Uzun sürerse başıma bir haller geleceğini düşünüyorum.
Hemen televizyonu açıyorum. İzlemek için değil, sırf gürültü yapsın diye. Sesi kısık, çeşitli görüntüler akıp gidiyor, o sırada ekranda ne olup bittiğine dikkatimi vermiyorum.
Biliyorsunuz, televizyonun artık bir numaralı ödevlerinden biri evde “fon gürültüsü” oluşturmak. Üstelik “ters bir şeylerin olmadığına dair” bir mesaj da veriyor. Ne olursa olsun, o makine çalışıyor, görüntüler akıyor.
Yetmiyor. Çünkü “kalabalık” ve “her şey yolunda” duygusu, TV’nin evde yarattığı sahte hareket ile olmuyor. Daha fazla gürültü, daha fazla kalabalık...
Başka seslere ihtiyacım var. Biraz da müzik açıyorum.
Beni uyandıracak, damarlarımda “bugün de diğerleri gibi normal bir gün” hissinin yayılmasını sağlayacak tatlı bir müzik...
Uyandığımdaki garip sessizliğin verdiği tuhaf duygu, 10 dakika içinde yerini “gürültülü, normal bir gün”e bırakıyor... Evdeki sesler sayesinde rahatlıyorum ve gün başlıyor. Çoğumuz, buna benzer “günlük hayat rutinleri”ne sahibiz.
Bir sorun olduğunda artık tepki neredeyse otomatikleşmiş.
Bir sorunu dile getirdiğinizde, “Memlekette neler var, tek derdimiz ..... mi? (Boşluğu derdinize göre siz dolduruverin artık) diyen mutlaka çıkıyor.
Büyük kayıplar yaşanırken hayvan haklarından bahsettiğinizde “Memlekette ne dertlerimiz var, bir derdimiz hayvan mı?” diye kızarlar.
Gıda teröründen bahsedersiniz, “Memlekette ne dertlerimiz var, bir yemek mi kaldı endişelenecek?” derler.
Trafik terörü söz konusu olunca sızlanırlar, üzülürler ama sonunda, “Memlekette ne dertlerimiz var, bırak şimdi trafiği” noktasına gelirler...
Peki, bir soru: En büyük derdimiz, hayatımızda başka büyük dertlerimizi görmezden gelmemizi veya daha az önemsememizi mi gerektiriyor?
Hiç şüphesiz bu konuda en büyük sıkıntıyı hayvanseverler çekiyor.
Köşeye sıkışınca “Önce dinlemeyi öğren” gibi sözler sarf eden, nezaketten uzak, adap yoksunu...
Zaten her gün karşılaşıyorduk, ekranda gördüklerimiz herhalde kimseyi pek şaşırtmamıştır...
Ümit Özat ve onun gibi düşünen erkeklere sormalı, kadınların futboldan anlamaması beyinlerinde erkeklerde olan özel bir kısmın olmamasından mı kaynaklanıyor acaba? Beynin sol üst kısmında “futboldan anlama nöronları” var da biz mi bilmiyoruz? Ümit Özat, kadınların futboldan anlamayacağı iddiasını bilimsel verilerle destekleyebiliyor mu?
Hoş, elinde bilimsel veriler olsaydı eğer, stüdyoyu terk etmeyebilir, bu müthiş bilgileri bizimle de paylaşabilirdi. Kadın ve erkek beyninin farklılıklarından kaynaklanan bir durum olduğunu ileri sürebilirdi mesela. Böyle bir bakış da, belki kimileri tarafından en azından “düşünmeye layık” bir durum olarak değerlendirilebilirdi.
Bununla kalmaz, Simge Fıstıkoğlu’nun sözlerine, üslubunu ve nezaketini bozmadan cevap verebilirdi.
Ancak iş oralara varamıyor, elde öyle bir veri yok çünkü. Özat karşısındaki “canlı”yı, onun için cevap vermeye değmeyecek, erkek işlerinden anlamayan, oraya “süs” olsun diye oturtulmuş bir kadın olarak gördüğü için daha fazla böyle bir sohbetin içinde kalmak istemiyor ve kalkıp gidiyor.
Nasıl kalkmasın ki? “Bir şeyden anlamayan kadın” cevap verebiliyor, konuşabiliyor üstelik. Laf ile ezemediği için bu sohbette yenik taraf olacağını seziyor. Ardından, kendince stratejik bir hareket yapıyor, toplum linç etmesin diye kuru bir “yanlış anlaşıldım”ı kenara konduruyor ve gidiyor.
Kaliteli malzeme bulduğumda, çok alıyor, depoluyorum.
Yakında National Geographic’ten gelecekler, “Melike Hanım, sizin kıyamete hazırlandığınızı duyduk, bizde öyle bir program var, hayatınızı çekmek istiyoruz”
diyecekler ve hiç şaşırmayacağım.
Eskiden böyle değildim tabii. Yemek yapmak büyük zul gelirdi.
Sebebi, özellikle gelişmiş ülkelerde doğum oranlarının düşüşü olarak değerlendirilse de az gelişmiş ülkeler söz konusu olduğunda, bu durumu başka türlü okumak lazım.
Şirketlerin kâr etme stratejilerinin bir numaralı maddesi, aynı işi çok daha ucuza, hatta neredeyse bedavaya yapacak insan bulabilme “becerileri”...
Sektör ayırt etmeden, iş güvencesi hissetmeyen binlerce insanın yaşadığı yere de “üçüncü dünya ülkesi” diyoruz.
Gelişmemiş ülkelerdeki birçok “havalı meslek”teki “başarı kriterlerine” şöyle bir göz atacak olursak, listenin başında gelen özellik “insan tanımak”. Önemli tanıdığının olması, çok yetenekli olmandan daha önemli. Kendine yatırım yaparken, belki de seni bir üst seviyeye taşıyacak o “pek önemli” konuyu atlarsın: İnsan tanıma ve kendini sevdirme becerisi.
Dünyadaki birçok ülkede kendi değirmenini döndürebileceğin kadar kazandıran ve iyi kazandırıyor gibi görünen bir dolu meslek, Türkiye’de ayakta durabilmeye, normal bir hayat sürdürebilmeye ne yazık ki yetmiyor.
Yeteneği üzerine gitmek ve kendi gelişimini ilerletmek yerine kendini “ortamlara atmanın”, daha çok “önemli” şahısla iyi muhabbet kurmanın önemini kavrayanlar da “üçüncü dünya ülkesinde başarılı olmanın” anahtarını bulmuş oluyor.
Kimi şahsi başarı öykülerine yakından baktığınızda, esasında başarı hikayesi değil, cukkalı bir koca veya eli her yere yetişen varlıklı bir baba görmek artık sizi şaşırtmıyor olmalı. Bu ikisinin ve yeteneğin yokluğunda ise çok insan tanıyan, kendini sevdirmeyi başarmış, adam yokluğunda fırsatı değerlendirmiş ve “adam olmuşları” görünce, ona başarı öyküsü diyemiyoruz.
Zira şikayet edenler ve şikayet edilen “medeniyetsizliğe” imzasını atanlar çoğu zaman aynı yerden çıkıyor: Evinde bir toz bulamayacağınız kadın, balkondan aşağıya sarkıttığı halısını silkeliyor, sonra “nerede o eski birbirine saygı gösteren komşular” diye yakınıyor.
Yollarda bilhassa kadın sürücülere terör estiren kimi adamlar, trafiğin geldiği noktadan pek şikayetçi, kendi hakları yenildiğinde derhal efeleniveriyor. Herkes kendi yaşam alanını düşünürken, sınırların dışında olan biten, başkalarının hayatı bu kadar önemsizken, evden dışarı adım attığınızda nasıl mutlu olmayı bekliyoruz?
Sen istediğin kadar toplu yaşama kurallarına uy, karşındakinin yaşama hakkına saygı göster, çevreni kirletme, tüm bunları senin adına yapacak biri hep var... ?
Sen ısrarla ters yöne girme, yolunu uzatma pahasına kuralları çiğneme, bir başkası senin kullanmadığın o “kestirme”yi mutlaka kullanır. Uyardığında veya dar yola tersten girdiği için kafa kafaya geldiğinizde inatçı keçiler gibi geçmesine izin vermezsen, küfrü yersin.