20 Nisan 2003
Baharla birlikte hafta sonlarında keşifler yapmanın da zamanı geldi. Bu hafta sizlere görünce mutlu olacağınız, sokaklarında gezmekten keyif alacağınız bazı adresler önereceğim. Yemeli, içmeli, gezmeli bir hafta sonu geçirmek isteyenlere bu adresleri hararetle öneriyorum. Malumunuz dur durak bilmeden gezip duruyorum. Gördüğüm bir çok yer beni çok etkilemiyor. Öylesine geçip gidiyorum. Oralar defterimde, birkaç satır not olarak kalıyorlar. Ama bazı yerler var ki, beni kendisine mıknatıs gibi çekiyor. Bu mekánlarda olmak beni heyecanlandırıyor, yaşamıma keyif katıyor. Oralara dönüp dolaşıp, tekrar tekrar gidiyorum.
Bahar bu yıl utangaç bir geline benzetti kendini. Güzel yüzünü göstermekte çok nazlandı. Sizi bilmem ama ben, güneşli bahar günlerinde kendimi dizginleyemem. Alır başımı giderim. Hafta sonlarını çoğunlukla yollarda geçiririm. Bu hafta benim gibi ‘yol düşkünlerine’ bazı adresler önereceğim. Bu adresleri, benim üstümde iz bırakan, bana keyif veren kasabaların arasından seçtiğim için, başlığı ‘Benim Kasabalarım’ koydum. Gezip, gördükten sonra buraların sizin de kasabalarınız olacağına inanıyorum. Sözü fazla uzatmadan kasaba yolculuğuna başlayabiliriz.
BEYPAZARI'NIN EVLERİ
İlk adresim, Ankara'nın Beypazarı ilçesi. Buraya Belediye Başkanı Mansur Yavaş'ın daveti üstüne gitmiştim. Gitmeden önce yaptığım ön çalışmalarda, Beypazarı'nın ilkçağdaki adının ‘Kaya Ülkesi’’ anlamına gelen Laganeia olduğunu, Bizans döneminde ise Anastasiopolis adını aldığını öğrenmiştim. Germiyanoğlu Yakup Bey'in veziri Dinar Hezar bey zamanında ise ‘Beyhezar’ olarak anılmaya başlanmıştı. İlçede kurulan pazar yeri, o dönemde tüm yörede dillere destan olmuştu. Gel zaman git zaman bu pazarın da etkisiyle, ilçe bugünkü ‘Beypazarı’ adına kavuştu.
Her yer hakkında bilgi sahibi olan Evliya Çelebi, ünlü Seyahatname'sinde Beypazarı hakkında şu bilgileri düşmüştü: ‘İki dere içindeki 21 mahallede 3060 adet ikişer katlı, duvarları kerpiçten, üzerleri tahta kaplı evler vardır. 70 adet okul, 7 han ve hamam ve 600 adet de dükkan bulunur...’ Bu güzelim ahşap evler büyük yangınların kurbanı oldu. Harap olan evleri, Beypazarlı ve Safranbolulu ustalar omuz omuza verip, eski hallerine döndürdüler. Bugüne kalanları ise Başkan Mansur Yavaş teker teker onartıp, yaşanılır hale getiriyor. Beypazarı'nı ilk gördüğümde çok sevdim. Daha sonra birkaç kez daha gittim. Her seferinde sevgim biraz daha arttı. Ahşap evlerin süslediği daracık sokaklarda dolaşırken, çarşıda bakır döven sanatçılara, yemeni diken saraçlara, parlak kumaşlar üstünde harikalar yaratan yorgancılara ve diğer esnafa selam vere vere yürürken, hep geçmişte yolculuk yaptığım hissine kapıldım.
Beypazarı eski evleri kadar mutfağı ile de ünlü. Örneğin ‘Kuru’su dillere destan. Un, süt ve tereyağı ile yapılan parmak büyüklüğünde, galeta benzeri bu yiyecek Beypazarı'nın vazgeçilmez gıdası. Kuru'nun yanı sıra, çiğ börek benzeri ‘Yarımca’nın, Akpüskül üzümünün yaprağı ile yapılan ve ekşi pestil ile pişirilen sarmanın, İsmet Usta'nın güveçlerinin, 80 katlı baklavanın lezzeti anlatılır gibi değil.
Beypazarı yemesiyle, içmesiyle, gezmesiyle dolu dolu bir hafta sonu için sizi bekliyor.
ÇEYİZ KENT ENEZ
Önereceğim ikinci adres, Yunanistan sınırındaki Enez. Bu sınır kasabasına çeltik tarlalarının arasından giriliyordu. Askeri lojmanları, resmi binaları, az katlı apartmanları geçtikten sonra, ana caddenin sonundaki kale yıkıntısı ile kasaba bitiyordu. Tüm bu görüntüler ilk bakışta beni düş kırıklığına uğrattı.
Kalenin yanındaki yoldan sahile doğru inince, görüntü birden değişti. Deniz kıyısına doğru giderken, bahçesinde birkaç eski mezarın bulunduğu, Bizans şapelinden bozma küçük bir türbe gördüm. Durup, kapının önüne dikilmiş yazıyı okudum: Burada Enez'in fatihi Has Yunus Bey yatıyordu. Şimdiye kadar adını hiç duymadığım bu kahramanın kimliğini irdelerken karşılaştığım bilgiler beni şaşkına çevirdi. Enez geçmişte bir ‘çeyiz kent’ti. Şöyle ki; tarihteki adı Ainos olan bu limanda Pers Kralı Darius'un, Büyük İskender'in orduları konaklamıştı. Ortaçağda uzun süre Bizans idaresinde kalan Enez, 1355 yılında Cenovalı Gattelusio ailesine çeyiz olarak verilmişti.
Meriç Nehri'nin ağzındaki bu önemli ticaret merkezini, 1456 yılında Has Yunus Bey, Fatih'in emriyle işgal edip Osmanlı topraklarına katmıştı. Yunanistan'la yüz yüze duran kasabanın dar sokaklarında dolaşırken, taş evlerin ve onları çevreleyen bahçe duvarlarının, Bizans'tan kalma taşlarla örüldüğünü gördüm. Ege'nin mavi sularıyla oynaşan uçsuz bucaksız kumsalda yürürken, ağ temizleyen balıkçılara ‘rasgele’ deyip kıyıdan ayrıldım.
Enez'in diğer bir yüzünü de, kasabanın kıyısındaki Gala Gölü'nün kıyısında gördüm. Yüzölçümü 40 yılda 4 bin hektar küçülen gölün kıyısında mola verdim. Arabanın bagajında taşıdığım mangalı hazırladım. Ağlarını temizleyen balıkçıdan irice bir sazan aldım. Temizleyip ızgaranın üstüne yatırdım.
Eğer yolunuz buralara düşerse, aynı keyfi sizin de yaşamanızı öneririm. Buraya kadar gelmişken, koyun sütünden yapılmış beyaz peynirden birkaç kalıp almadan sakın dönmeyin derim.
TRİLYA'NIN ZEYTİNLERİ
Başınızı alıp gideceğiniz bir başka adres de, yeni adıyla Zeytinbağı, eski adıyla Tirilya. Buraya Mudanya üstünden gittim. Mudanya'da Tirilya yolunu ararken, eski, aşı boyalı, cumbalı bir sokağın içine girdim. Arabadan inip evlerin fotoğrafını çekerken, bu güzelim evlerin çevredeki tüm sokakları kapladığını gördüm. Pencere kenarlarına dizilmiş sardunyalara, Afrika menekşelerine, çuha çiçeklerine, iki pencere arasına gerilmiş iplerde kuruyan çamaşırlara bakarken, kendimi tarihi bir filmin platosunda sandım.
Sonra istemeye istemeye Mudanya'dan ayrılıp, sağ tarafı masmavi bir deniz, sol tarafı yemyeşil zeytin ağaçlarıyla kaplı bir yoldan döne dolaşa gittim. Bir virajdan sonra, Sivzi tepesinden Tirilya'yı gördüm. Birbirine yaslanmış eski evlerin, asırlık çınarların, balıkçı teknelerinin oluşturduğu eşsiz manzarayı gözlerime hapsettim. Çınar altındaki bir kahvede otururken, mübadele yılları ile ilgili okuduklarımı düşündüm. Hatırladığım hüzünlü bir öyküydü. Rumları götürmeye gelen gemiye, kasabanın Müslüman sakinleri de binmiş, Tekirdağ'a kadar sarmaş dolaş gitmişlerdi. Tekirdağ'da Müslümanlar inerken, gemiden sadece hıçkırık sesleri geliyordu. Tirilya'dan giden Rumlar, burayı hiçbir zaman unutmadılar. Selanik yakınlarında, yine deniz kıyısında kurdukları kasabanın adını ‘Nea Triglia-Yeni Tirilya’ koydular.
Tavsiyeme uyup Tirilya'ya giderseniz, dar sokaklarda dolaşın, bol bol fotoğraf çekin. Oraya kadar gitmişken, Türkiye'nin en lezzetli sele zeytinlerinden almayı da ihmal etmeyin.
CUMALIKAZIK’TA ZAMAN
Önereceğim bir başka adres de, Bursa civarındaki Cumalıkızık ilçesi olacak. Bursa'nın üç kilometre uzağında yer alan ilçe, Uludağ'a sırtını dayamıştı. Adlarını Anadolu'ya göç eden Türkmen boyu Kızıklar'dan alan köyler yamaca sıralanmışlardı: Hamamlıkızık, Derekızık, Fidyekızık, Değirmenlikızık ve Cumalıkızık. Oğuz-Türkmen gruplarının yerleşik hayata geçmesinin önemli tanıklarından biri olan ilçeyi kestane, kiraz, incir ağaçlarının ortasında buldum.
Kesme taşlarla döşenmiş daracık yokuşları tırmanırken, Cumalıkızık'ın XVII. yüzyılda donup kaldığını gördüm. Bu sokaklarda birbirine omuz vermiş, rengarenk badanalı, cumbalı kerpiç evlerin, yüzyıllar boyu ayakta kalabilmesine şaşırdım. Koruma altına alınan Cumalıkızık'ın, bakımsızlıktan yavaş yavaş yok olduğuna tanık oldum. Evinin önünde oturan yaşlı bir teyzeye selam verdim. Selamımı aldı ama adını söylemedi. Doğma büyüme buralı olduğunu söyledi, fotoğraf çekmeme izin vermedi. Evini neden onartmadığını sordum. Uzun uzun yüzüme baktı. Sonra içini döktü: ‘Biz parayı meyveden kazanırız. İncirden, şeftaliden, kestaneden... O para da ancak gırtlağımıza yeter. Kaça çıkar bu evin yenilenmesi biliyon mu?... Yıkılıncaya kadar oturacağız, sonrası Allah kerim.’’
Önümüzdeki güneşli bir hafta sonunda Cumalıkızık'ı ziyaret etmenizi hararetle öneriyorum. Çünkü bu ‘müze-köy’, eğer biraz daha ihmal edilirse yok olup gidecek. Buraya kadar gelmişken İnegöl'e kadar uzanıp, yörenin ünlü köftesinin tadına bakmanızı da öneriyorum.
Yazının Devamını Oku 13 Nisan 2003
Atlas'ın yan yayını olan Mobidik Dergisi, genç gezginlerle birlikte Türkiye'nin ve dünyanın güzelliklerinde gezinip duruyor. Bu hafta yerimi onlara bırakıyorum. Gençler sizi benim yerime gezdirecek, gözlemlerini paylaşacaklar. Sanırım Atlas Dergisi'nin beşinci yılıydı. Bir toplantıda, Atlas'ın gelecekteki okurunu yaratmak için, neler yapabileceğimizi tartışıyorduk. O tartışma sırasında birçok soru da havada uçuşuyordu: Neden yeni yerleri keşfetmeyi sevmiyorduk?.. Neden bildik rotaların dışına çıkmaya pek cesaret edemeyen bir toplumduk?.. Keşifler tarihine göz attığımızda, büyük gezginlerin arasında bizden isimlere neden rastlayamıyorduk?.. Neden gezi edebiyatında Türkiye'den isimlere rastlamıyorduk?.. O gün bir sürü nedenin daha, alt alta sıralandığını hatırlıyorum.
Atlas Dergisi'ne kadar (1993) Türkiye'de konusu coğrafya, gezi ve keşif olan bir yayın yapılmamıştı. Yabancı dil bilenler, dünya coğrafyasını, ilginç yöreleri, yeni keşifleri, zirve mücadelelerini, zorlu rotaları, denizin derinliklerini yabancı yayınlardan izlemek zorunda kalıyorlardı. Dil bilmeyenler ise bölük pörçük bilgilerle yetiniyorlardı. Atlas'la birlikte, Türkiye'de tatil kavramı da değişmeye başladı. Güneş, deniz, kumsal üçlemesi yerini daha ilginç rotalara terk etti. Türk insanı Atlas'ın haberleri ve makaleleri sayesinde, dünyanın ve Türkiye'nin bilinmedik köşelerini keşfetti. Tatiller artık keşif ve macera gezisine dönüştü.
İşte o toplantıda tüm bunları tartışıp, genç kuşaklar için bir dergi çıkarmayı kararlaştırmıştık. Derginin sorumluluğunu yüklenen Ferit Avcı, toplantıdan sonra kollarını sıvayıp işe girişmiş, Mobidik Dergisi'nin prova sayısını hazırlamıştı. Herkes tarafından çok beğenilen derginin çıkışı, o dönemdeki birtakım ekonomik nedenler yüzünden ertelenmişti. Aradan yıllar geçti ve bu yılın 1 Ocak tarihinde Mobidik okuyucularıyla buluştu. 10-15 yaş grubunun yaratıcılığını, keşfetme cesaretini, çevre bilincini geliştirmeyi hedefleyen Mobidik, 'Ağabeyi' Atlas gibi adeta kapışıldı.
Bu ay dördüncü sayısı çıkan dergi, güncel haberlerden araştırma konularına, geziden arkeolojiye, zeka küplerinden Zihni Sinir projelerine, keşiften dünyayı bizimle paylaşanlara kadar pek çok konuyu içeriyor.
İleride gezgin olmaya niyetlenen bütün genç okurlara, Mobidik'i hararetle öneriyorum. Ünlü bir gezgin olmanın yolunun, bu genç dergiden geçtiğini bir kez daha vurguluyorum.
Kızılırmak Deltası'nda kuşlarla göz göze
Melis ve Selin Altuğ kardeşler babalarıyla birlikte Samsun'un Bafra ve Ballıca ilçelerinde deltada kuşları gözleyip, fotoğraflarını çektiler. Bu gezi sırasında edindikleri deneyimleri de dergi aracılığı ile diğer genç gezginlerle paylaştılar.
Gerçekte babamız bizi çok sıkı kuş fotoğrafı çekmeye götürmez. 'Kuş fotoğrafçılığı ciddi bir iştir kızım, onların ve benim dikkatimin dağılmaması için yalnız olmalıyım' der ve yanına kimseyi almaz. Fotoğraf çekmeyi düşündüğü günün öncesinde, çantasını hazırlarken biz de onunla gitmek için planlar yaparız, ama sabah erken kalkmadığımız için, evde dönüşünü beklemek zorunda kalırız. Bu günler genelde hafta sonları olduğu için kahvaltıyı geciktirir, onun dönmesini bekleriz. Cipinden inerken yüzünden gününün nasıl geçtiğini öğrenmeye çalışır, neler kaçırdığımızı anlatması için sabırsızlanırız.
Kahvaltımızı yaparken bize anlatacak bir şeyleri olur mutlaka. Fotoğraf çekerken yakınından geçen traktörlerin gürültüsünün ya da onu tanıyan birisinin yanına gelip, sohbet etme isteğinin en güzel karelerinin kaçmasına nasıl neden olduğunu anlatır, üzülür. Bazen de fotoğraf çekmesinden rahatsız olan bazı kişilerin tatsız davranışlarını sinirli fakat komik bir şekilde anlatır, bizi güldürür. Bir keresinde, fotoğraf dönüşünde cipine aldığı bir kişinin, bütün yol boyunca, deltada dolaşan bir fotoğrafçının olduğunu, ona çok kızdığını, onun yüzünden bölgenin doğa severlerin ilgisini çektiğini, bu nedenle topraklarının ve gelirlerinin ellerinden alınacağını, eğer onu yakalarsa neler yapacağını babamıza uzun uzun anlatmış. Yolun sonunda o kişinin babamız olduğunu öğrenince de nasıl utandığını, özür dilemek için nasıl çırpındığını babamız kahkahalarla bize anlatmıştı. Ama sonunda ısrarlarımıza dayanamaz, 'size de bir şeyler öğretmeliyim' der ve beraber fotoğraf çekmeye gideriz.
ORMANIN SESSİZLİĞİ
Önce hazırlık yaparız. Ufak kuşların konmasını sağlamak için dikeceğimiz sopaları hazırlarız. Babamız 'yalnız kuşun güzelliği yeterli değildir, onunla birlikte fotoğraf karesine giren diğer şeyler de güzel olmalı' der, bunun için de 'eğer kuş bizim dikeceğimiz sopaya konarsa bunun da estetik gözükmesi gerektiğini' söyler. Bu nedenle hemen yakınımızda bulunan, Türkiye'nin ender subasar ormanlarından olan Galeric ormanına gideriz. Burada üzerleri yosun ya da mantarlarla kaplanmış, ilginç renk ve görüntüleri olan ağaç dallarını seçeriz. Bu dalları büyük sopaların ucuna bağlar ve kuşların yakınımıza konmasını sağlayacak konaklama yerlerini hazırlarız.
Sabah güneş doğduktan hemen sonra babam bizi uyandırır ve hazırladığımız malzemeleri cipe yerleştiririz. Deltaya doğru yola çıkarız. Yol üzerinde de kuşlarla karşılaşırız bazen. Bunlar hemen kaçmazlar. Bu gibi durumlarda fotoğraf makinesinin altına, sarsılmasını engelleyecek şekilde, yastık ya da montumuzu destek yaparak arabanın camından fotoğraf çekmeye çalışırız.
Eğer uzakta duran kuşları çekeceksek arabadan iner, tripotu kurarız. Ayrıca bir çalılığın arkasına gizlenirsek çok ürkek olmayan kuşların; örneğin kuğuların, yeteri kadar yakından fotoğraflarını çekmek mümkündür. En zevklisi kamuflaj altında beklemektir. Bunun için ya çadır kurarız ya da cipi kamuflaj örtüsü ile kapatırız ama öncelikle bekleyeceğimiz yeri seçmemiz gerekir. Babamız en önemli kısmın bu olduğunu, fotoğraf çekmek için duracağımız yerin titizlik içinde seçilmesi gerektiğini söyler.
MERAKLI MANDALAR
Bir de deltada insanların dışında serbestçe dolaşan atlar ve mandalar vardır. Atlar bir sorun yaratmaz. Uzaktan şöyle bir bakarlar ve yavaşça gözden kaybolurlar. Ama mandalar tam bir baş belasıdırlar. Eğer onlara yakın olursanız, bir anda çevrenizi sarar, sopaları devirir, cipinize dayanarak içerdeki her şeyi devirecek kadar şiddetli kaşınırlar. Eğer çadırdaysanız içeri bakar ve ne olup bittiğini anlamaya çalışırlar hatta orada olmanıza bile kızıp çadırınızı bozabilirler.
Onların gitmesini sağlamak için kaş göz işareti yapmanın, el kol sallamanın bir anlamı yoktur. Bir anda size ifadesiz bir yüz ile kocaman gözlerle bakan mandalardan oluşmuş bir sürünün ortasında kalırsınız. Bu nedenle mandaların her gün geçerek iz yapmış oldukları alışılmış patika yollarının üzerinde ve yakınlarında beklememek gerekir. Kamuflaj çadırını nadiren yaparız. Bunun için yere çakılan sopaların üzerine çadır bezi kapatılır ve içinde beklenir.
Babamız cipimizi karar verdiğimiz yere park ederken güneşin pozisyonunu göz önüne alarak kuşların en iyi ışık alacağı durumu hesaplamaya çalışır. Su kenarına, aralıklarla ve farklı yüksekliklerde önceden hazırladığımız sopaları dikeriz. Sonra kamuflaj çadırı bezi ile tüm aracı kapatırız.
NEFES ALMADAN BEKLEMEK
Fotoğraf makinesini babamızın kendi yaptığı düzenek üzerine yerleştirir sonra kapıları kapatır, sessiz ve merak içinde beklemeye başlarız. Bu süreç içinde çok nadir konuşuruz, çoğunlukla işaretlerle anlaşırız, bu da eğlenceli olur. Sık sık dışarıyı kamuflaj bezinin aralıklarına gözümüzü dayayarak kontrol ederiz, kuşların gelip gelmediğine bakarız. Balıkçıl gibi büyük kuşların beslenmelerini ve yavaş yavaş bize yaklaşmalarını heyecan içinde seyrederiz.
Sopaların ucuna bağladığımız dallar yalıçapkınları ve diğer ufak kuşlar için konaklama yerleridir. Bu arada yanımızda getirdiğimiz yiyeceklerle kahvaltımızı yaparız. Bazen sıcak bazen soğuk içecekler içeriz. Birden bir kuşun çok yaklaştığını ya da sopamızın üzerine konduğunu görür, içimizden kuşa kaçmaması veya biraz daha yaklaşması için yalvarırız. Babamız onun fotoğrafını çekerken biz de kamuflaj bezinin aralıklarından onu seyrederiz.
Bu gibi durumlarda sessizce yine işaretler yaparak birbirimizle tartışırız. Herkes birbirini suçlar ama sonuçta bir şekilde suçlu olan yine babamız olur. Bazen de hiç kuş gelmez. Beklemekten yoruluruz, cipten iner çevreyi dolaşırız. Eğer fotoğraf çekmeyi başarabilmişsek bunu öğlene kadar sürdürür, güneş yükselip ışık çok tepeden gelerek fotoğraf çekmek elverişsiz olunca işimizi sonlandırır, yaptığımız sakarlıkları anlatıp güleriz. Sonra malzemeleri toplar evin yolunu tutarız. Hiç fotoğraf çekmesek de, çok güzel fotoğraflar çeksek de, deltada dolaşmak, kuşların doğal ortamlarında doğal yaşamlarını gözlemlemek çok güzel.
MOBİDİK'TEN SEÇMELER
GALAPAGOS ADASI Atlas'ın uzak diyar gezgini Ali Murat Atay dört milyon yıl önce bir volkanik patlama sonucu oluşan ve yüzlerce yıl insan oğlunun ayak basmadığı adalara yaptığı yolculuğu anlatıyor.
MOBY DİCK Ayhan Atakol okyanusların beyaz devinin nefes kesen gerçek öyküsünü yazdı.
HARİKALAR DÜNYASI Mukadder Çilingiroğlu İlkçağ yapıları arasında en çok hayret uyandıran yedi yapının izini sürdü.
FİLLER Ayşegül Birand, adını en çok duyduğumuz ama haklarında az şey bildiğimiz bu koca hayvanları anlatıyor.
Porof.Zihni Sinir'in birbirinden ilginç projeleri.
TEST Acaba siz gerçekten seviyor musunuz yoksa sevdiğinizi mi sanıyorsunuz?. Soruları yanıtlayın yanıtı bulun.
ARMAĞANLAR Nefes kesen çizgi roman: Duvarın Ötesi. Herkese dev dünya haritası.
Yazının Devamını Oku 6 Nisan 2003
Foça'da denizin tadına bakıp, yörenin en güzel köyü Kozbeyli'den Çandarlı Körfezi'ni seyrettim. Sonra kıyı kıyı Ildırı'nın geçmişine gittim. Çeşme'nin, Alaçatı'nın sessiz, sakin sokaklarının keyfini çıkartıp, Ege'ye de yaptığım zamansız yolculuğu bitirdim. Ege denince aklıma zeytinyağlı otlarla, balıklar üşüşür. Deniz kıyılarındaki lokantaların lezzetli kokusu burnuma gelir, ağzım sulanır. Foça'da akşam olurken, kendimi kurtlar gibi acıkmış hissettim. Buralara geleceğimi duyan Kemal Anadol, ‘Mutlaka Celebin Yeri’ne git.. Ben geleceğini haber vereceğim' diye tembihlemişti. Güneş Karaburun'un arkasına doğru inişe geçerken, Foça sokaklarındaki gezimi sona erdirip, acele adımlarla Küçük Deniz'e bir yürüyüş tutturdum. Yemek öncesi, güneşin batışını seyrederek bir duble rakı içmek niyetindeydim.
‘Celebin Yeri’’ limanın hemen kıyısındaydı. Kıyıya sıralanan restoranlara bakılırsa, Foça yeme-içme konusunda geçmişini inkar etmiyordu. Belgeler, ‘Delişmen Denizciler’in ülkesinde, 1900'lü yıllarda tam 16 tane şarap ve rakı fabrikasının bulunduğunu belirtiyordu. Yine o yıllarda kasabada 46 meyhane vardı ve hemen hepsi her gece tıklım tıklım doluyordu. O zamanki sakinlerine göre, ‘dünyada en güzel rakı ancak Foça'da içilebilirdi.’
Kemal Anadol'dan torpilli olduğum için, restoranın en mutena köşesine oturtuldum. Mutfağa girip, mezelere bir göz attım. Ege otlarının tam zamanıydı. Buzdolabının vitrininde, yeşil yeşil bana bakıyorlardı. Biraz turp otu, biraz radika, şevketi bostan, ısırgan otu istedim. Üstüne has zeytinyağı ile limon suyu gezdirmelerini tembihledim. Ahtapot salatası, kalamar ızgarayı da ihmal etmedim. Celep, barbunyanın ağdan yeni çıktığını, 3-4 tane tavaya attıracağını söyledi. Hiç itiraz etmedim. Ana yemek için, orta boy bir deniz levreği seçip masama oturdum.
EN GÜZEL KÖY
Yemekleri beklerken, limandaki balıkçı teknelerine daldım gittim. Kiminde ağlar temizleniyor, kiminde livardaki su boşaltılıyor, bir tanesinde ise akşam yemeği için hazırlık yapılıyordu. O teknedeki balıkçılar, ağlardan çıkan kısmetin bir bölümünü kendilerine ayırmışlardı. Aygaz ocağının üstüne konmuş siyah tavanın içindeki yağın kokusu burnuma gelince, midemin başkaldırısını dizginlemekte zorlandım. Güneş Mordoğan'ı mora boyarken, ben de ilk çatalımı ağzıma götürdüm.
Ertesi gün erkenden yola çıktım. Kemal Anadol'un ‘Büyük Ayrılık’ kitabının peşindeki yolculuğum devam ediyordu. Yörenin en güzel köylerinden biri olan Kozbeyli'ye gidiyordum. İzmir yolundan tekrar Yeni Foça'ya doğru saptım. Kitapta köy şöyle anlatılıyordu:
‘Kozbeyli kıyıda değildi ama Çandarlı ile Nemrut körfezleri ayağının altına serilmişti... Dağ köyü de değildi; fakat bir tepenin sırtlarına yaslanmıştı. Arkasındaki Kocakayalar sanki bir gözetleme kulesiydi!.. Buradan Çandarlı Körfezi üzerinde olan biten her şeyi izlemek mümkündü. Geceleri Şıpka Tepesi'nin ardından Midilli köyleriyle Plomori'nin ışıkları görünüyordu.’
Zeytin ormanlarının arasından kıvrıla kıvrıla tepeye vardım. Ortalık bir yerde durup, aşağıda denize doğru yemyeşil bir halı gibi uzanan Gencerlik Ovası'nı seyrettim. Daha sonra köyün yokuşlu sokaklarında dolaşmaya başladım. Ebniye ve kayrak taşlarından yapılmış iki-üç katlı evlerin, birbirlerinin manzarasını kapatmamaya özen gösterdiklerine şahit oldum. Pencerelerin dört bir yanına, çivit mavisi sürme çekildiğini, duvar diplerinin ise ebegümeci ile kaplandığını gördüm. Köyün zirvesinde, derebeyi Kuzubey'in kule evinden arda kalan yıkıntılara tırmanmayı göze alamadım.
‘Büyük Ayrılık’tan okuduğuma göre, köyün Türk ve Rum olmak üzere iki mahallesi vardı. Türklerin hane sayısı 100, Rumların ise 30 civarındaydı. Kiliseye gelmeden önce taş sütunlu bir kapıdan girilen ve taş çerçeveli iki penceresi olan tek katlı yapı, Çapkınoğlu'nun ünlü meyhanesiydi. Kitapta bu bölüm şöyle anlatılıyordu:
‘Köydeki bağların ünü her yere yayılmıştı. Hem sofralık hem de şaraplık Foçakarası üzümleri, zeytinle birlikte köyün önemli gelir kaynağı idi. Çapkınoğlu müşterilerine Foçakarası şarabını sunuyordu. Yörede çok özel bir yeri olan bu meyhane herkese açık değildi. Üç Rum kızının garsonluk yaptığı binaya Türklerin girmesi biraz zordu.’
Tahmin edebileceğiniz gibi, eski Kozbeyli'den bugüne sadece taş evler kalmıştı. Artık ne Foçakarası'ndan yapılan şarap, ne bu şarabın sunulduğu meyhaneler, ne de buraya renk katan bu köyün çocukları Rumlar vardı. Kozbeyli'yi geride bırakıp İzmir yoluna çıktığımda içimi bir hüzün kapladı.
‘İzmir'in Gülü’ Karşıyaka'da, Hürriyet'in İzmir temsilcisi Nedim Demirağ ile buluşacaktım. Bölgeyi, özellikle yeme-içme mekánlarını çok iyi bilen Nedim, bundan sonraki etaplarda bana rehberlik yapacaktı. Rehberimin ilk talimatı şöyle oldu: ‘Otoyola girme... Yolun keyfini çıkarmak istiyorsan kıyı kıyı git...’ Çeşme'ye doğru gidiyorduk. Ünlü yaz cennetinin ve çevresinin kışlık yüzünü görmek istiyordum. Narlıbahçe, Güzelbahçe derken Urla sapağına geldim. Ünlü filozof Anaksagaros ve Nobel ödüllü şair Yorgo Seferis'in doğup büyüdüğü bu bereketli ilçeye teğet geçtim. Burayı daha geniş bir zaman diliminde ve Seferis'in dizeleri eşliğinde gezmeye karar verdim. Bir ara kıyı yolundan ayrıldım. Nedim tarif etti ben gittim. Dere tepe aşıp, antik dönemde bölgenin askerî bakımından en önemli kenti Erythrai'ye geldim. Bir zamanlar savaşçılığı ile çevreyi korkutan bu kent şimdi kendi halinde, sessiz sedasız yazlıkçı bir ilçeye dönüşmüş ve Ildırı adını almıştı. Küçük dalgacıkların oynaştığı lacivert koylar, balık çiftliğine dönüştürülmüştü. Bu güzelim koylarda, bir zamanlar acımasız korsanların yelken şişirdiğini bir türlü hayal edemedim.
O zamanlar kentler askeri güçleri kadar, kahinleri ile de ünlüydü. Erythrai'nin kadın kahini Herophile'in şöhreti tüm yarımadaya yayılmıştı. O, tanrı Apollon'un kehanetlerini bildirme gücüne sahipti. Şimdiki Ildırı'nın antik çağdaki sakinleri, oldukça heterojen bir topluluktu. Giritliler, Likyalılar, Karyalılar, Pamfilyalılar kaynaşıp bu kentin halkını oluşturmuşlardı.
Nedim Demirağ beni, bir enginar tarlasının önünde durdurdu. Şimdi tam enginar zamanı olduğunu, İstanbul'a götürmem için biraz enginar kestireceğini söyledi. İzmir'in küçük başlı, kılçıksız enginarlarına başka yerde pek rastlanmazdı. Ve lezzetine de doyum olmazdı. Kesilen 20 sap enginarı, itina ile arabanın bagajına yerleştirdim.
Şifne'ye vardığımızda öğle yemeği vakti gelmişti. Yemek için seçilen ‘Ferdi'nin Yeri’, ıssız kumsala uç vermiş tipik bir balıkçı restorandı. Ben karışmadım her şeyi Nedim ısmarladı: Birkaç çeşit zeytinyağlı ot, salata ve deniz çipurası. Balıklar ızgaranın üstüne gitmeden önce, deniz ve çiftlik çipurası arasındaki fark konusunda eğitim aldım.
ÇEŞME'NİN ISSIZ SOKAKLARI
Yemekten sonra Ilıca'nın kilitli yazlıklarının önünden geçip, Çeşme'ye vardım. İlçenin kimsesiz, sessiz sokaklarını anlatmadan önce, John Freely'den geçmiş konusunda biraz bilgi almakta yarar gördüm: ‘Çeşme Sakız Adası'na bakan hareketli bir liman ve yerleşim yeridir. Burası 6-7 Temmuz 1770 günü yapılan ve Rus donanmasının Osmanlı filosunu yakıp kül etmesiyle sonuçlanan Çeşme Savaşı'nın yaşandığı yerdir. Bu savaşın kahramanı Cezayirli Palabıyık (Gazi Hasan Paşa) batan gemisinden kurtulmuş ve Rusları ertesi yıl Lemnos'ta yenmiştir. Çeşme'deki limanda, on üçüncü yüzyılın sonlarında yapılmış ve çifte sur duvarıyla çevrelenmiş bir kuleli içkalesi bulunan, harika bir Ceneviz kalesi vardır.’
Çeşme'nin yaz aylarında omuz omuza yürünen sokaklarında, birkaç yerli Çeşmeli'den başka kimsecikler yoktu. Sokakların tüm yalnızlığına rağmen dükkánlar açıktı. Dalyan'da da manzara aynıydı. Yazın yer bulunmayan restoranlarda kimsecikler görünmüyordu.
Yaz gezginlerinin bir başka gözde mekánı Alaçatı da yalnızlığın tadını çıkartıyordu. Taş evlerin süslediği bu ara sokakları, oldum olası çok seviyordum. Buraya her gelişimde bir başka güzellikle karşılaşıyordum. Evler onarılıp otele, pansiyona, restorana, bara dönüştürülüyordu. Her geçen gün sayıları artan bar ve restoranlara bakılırsa, Alaçatı çok yakın gelecekte Bodrum'un ilk yıllarına benzeyecekti.
Bahçesi siyah-beyaz taşlarla süslenmiş kahvede yorgunluk çayı içtikten sonra, sakin sokaklardan çıkıp arabayı sahile doğru sürdüm. Tahmin edileceği gibi görünürde kimsecikler yoktu. Alaçatı'nın ünlü rüzgarı, önüne katıp sürükleyecek sörf bulamadığı için boşu boşuna esip gücünü ziyan ediyordu.
Karanlık basarken Ilıca'daki Sheraton Oteli'ne gittim. Bir duble buzlu viski alıp, balkona çıktım. Ildır Körfezi'nin muhteşem görüntüsüne dalıp, yazlık diyarlardaki zamansız yolculuğumun yorgunluğunu gidermeye çalıştım.
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2003
Ege'de bahara doğru yaptığım yolculuğun ikinci durağında Foça vardı. Şimdilerde sessiz, sakin kendi halinde yaşayıp giden Foça'nın, geçmişte delişmen denizcilerin kenti olduğunu öğrenince şaşırıp kaldım. Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin ve Türklerin uzun süre yan yana yaşadığı bu şirin kasabanın hayranı oldum. Cunda’da hasret giderip, meşhur ‘tulumlu tost’ ile kahvaltımı ettikten sonra, Dikili üstünden kıyı kıyı İzmir'e doğru inmeye başladım. İndikçe baharı daha çok hissettim. Çiçek açmış ağaçları gördükçe, İstanbul'un yakasına yapışıp kalan kışa daha çok kızıyordum. Yol kıyısında akıp giden ağaçlara baktıkça, kendimi rüzgarın önüne düşüp, nereye gittiklerini bilmeyen pamuk bulutlara benzettim.
Yalnız yolculuklar hep düşüncelere gebedir. Arabam kilometreleri yutarken, ben çeşitli düşüncelere dalarım. Hatta bazen kendi kendime konuşurum. Değişen her yeni manzarayla birlikte de yeni düşüncelere geçerim. Bu sefer de öyle yaptım. Savaşı düşündüm. Ben güzelliklerin arasında yelken açmış giderken, Irak'ta şu anda insanlar ölüyordu... İçim karardı. ‘Gitmemeli miyim?’ diye aklımdan geçirdim. Geri dönmekle, görmemekle, yememekle, içmemekle bir şeyleri değiştirebilir miydim? En azından isyan eden vicdanımı susturabilirdim... Düşündükçe çözümsüzlük batağına daha çok battığımı gördüm.
Aliağa'yı geçip, Yeni Foça'ya doğru saptım. Birden kendimi uzun bir kamyon konvoyunun peşinde buldum. Yolun iki yanı, dev sanayi tesisleri tarafından işgal edilmişti. Homur homur dev kamyonlar bu tesislere ya mal götürüyor, ya da mal çıkartıyordu. Yol dar olduğu için kamyonları sollayamıyor, fabrika bacası, egzoz dumanı altında yavaş yavaş ilerliyordum. Etraftaki manzara hiç de iç açıcı değildi. Hatta insanı ürkütüyordu. Büyükçe bir hurdalığı geçtikten sonra kabus azaldı ve birkaç kilometre sonra da güzellikler tekrar sahneye çıktı.
CENEVİZ KOLONİSİ
Ortaçağ sonlarında kurulan Ceneviz kolonisi Foggia Nuova'nın mirasçısı Yeni Foça'yı görünce, kararmış ruhum biraz olsun huzur buldu. Limanda birkaç kasabalı ve benim dışında kimsecikler yoktu. Masmavi gökyüzüne pırıl pırıl bir güneş yapışmıştı. Koyun karşı tepeleri, yazlıkçı sitelerinin işgaline uğramıştı. Olağanüstü manzaraya sahip olan bu tepelerin, yakın bir gelecekte ‘tripleks’ villarla dolup taşacağını tahmin etmekte zorlanmadım. Yeni Foça'nın eski taş evlerle süslenmiş daracık yollarında gezinirken, geçmişi düşündüm.
Kasabanın kuruluşu 1275 tarihine dayanıyordu. O tarihte burası, Benedetto ve Manuele Zaccaria adındaki Cenevizli iki tüccar kardeşe verilmişti. Zaccaria kardeşlerin amacı, yarımadadaki şap madenini işlemekti. Kardeşler işe, yarımadanın kuzeyine korunaklı bir liman inşa ederek başladılar. Bu liman kısa sürede genişledi ve Foggia Nuova adında zengin bir şehre dönüştü. 1455 yılında Osmanlıların eline geçen Yeni Foça'nın bugününde, eskiyi anımsatacak pek bir şey bulamadım.
Eski dönemlerin önemli ve zengin bir kenti olan Yeni Foça, artık kendi halinde, şirin, yaz misafirlerini bekleyen, sessiz bir kasabaya dönüşmüştü. Eski Foça'nın peşine düştüğüm için, Yeni Foça'da fazla oyalanmadım. Bu yolculuğa çıkmamın en önemli nedeni, Kemal Anadol'un son kitabı ‘Büyük Ayrılık’ olmuştu. Anadol bu kitabında, Kurtuluş Savaşı öncesi Foça-Ayvalık-Midilli ekseninde yaşanan olayları anlatıyordu. Osmanlı İmparatorluğu'nun, XX.yüzyıl başındaki çözülme sürecine Ege'den tanıklıklar getiren bu belgesel romanda, 1900'lü yılların Foça'sı, Türkler ile Rumlar'ın iç içe yaşamı öylesine güzel anlatılmıştı ki, buraları görme isteğinin önüne geçemedim.
DELİŞMEN DENİZCİLER
Yeni Foça ile Eski Foça arasında kıyı kıyı giden yol, öylesine güzel manzaralarla doluydu ki, ikide bir durup fotoğraf çekmek zorunda kalıyordum. Bu yüzden de yol bir türlü bitmek bilmiyordu. Budanan zeytin dalları yakıldığı için, havaya isli zeytin kokusu sinmişti. Zeytin ormanları bitince birden Foça göründü. Arabamı meydana bırakıp, vakit geçirmeden sokaklara daldım.
Yarımada limanı ikiye bölmüştü. Önce ‘Büyük Deniz’ denen bölümdeki eski camiyi, kenti çevreleyen surları gezdim. Herodot Tarihi'nden okuduğuma göre bu surların parasını, o zamanki adıyla Phokaialı'ları çok seven Tartessos Kralı Arganthonios vermişti. Kral o kadar çok para vermişti ki, Phokaialı'lar harcaya harcaya bitirememişlerdi.
Antik taşların üstünde sekmekten yorulduğum için, sahile oturup bir çay söyledim. Bahar başlangıcındaki Foça'da, sessiz sakin akıp giden yaşamı seyretmeye koyuldum. Kendi halindeki bu kasabanın geçmişte, delişmen denizcilerin yuvası olduğunu düşlemekte zorlandım. John Freely'nin ‘Türkiye Uygarlıklar Rehberi’nden öğrendiğime göre, Foça Yunan dünyasında, denizaşırı kolonileştirme yolculuklarına çıkan ilk kentlerinden biriydi. İ.Ö VIII. yüzyılın ortalarında, Pontos'un güney kıyısında, Amisos'ta (Samsun) bir koloni kurmuşlardı. Elli kürekli kadırgalarla denize açılan Foçalı'lar, daha sonra Massalia'nın (bugünkü Marsilya) oradan bugünkü Nice ve Antibes'in, Korsika'daki Alalia'nın, İber yarımadasında Cadiz'e yakın Tartassos'un temelini atmışlardı. Yani Karadeniz'den Akdeniz'e kadar birçok kentin kurucusu Foçalılar olmuştu.
FOÇA'NIN ŞİKAYETİ
Daha sonra limanın Küçük Deniz bölümüne geçip, kasabanın daha yeni döneminde gezindim. Kimi onarılmış, kimi yıkılmak üzere olan taş evlerin süslediği sessiz ara sokakların güzelliğine hayran oldum. O güzelim evlerin duvarlarında, geçmişin çok kültürlü yaşamından izler aradım. Kapı üstlerine kazınmış tarihlerden başka bir ize rastlayamadım.
Kentin altı ve çevresi, antik dönemden kalma eserlerle doluydu. Ama bugüne kadar tam olarak gün yüzüne çıkarılan olmamıştı. Kazıların uzun sürmesi, sponsor firmaların hevesini kaçırmıştı. Para olmayınca da, maceracı denizcilerden kalma eserler gün yüzüne çıkarılamamıştı. Kahvede otururken, gazeteci olduğumu öğrenenler masamın etrafında halka oldular. Hoş beşten sonra sıra dert dökmeye geldi. Orada duyduklarıma göre Foça'nın tamamı sit alanıydı ve bu da Foçalı'lara hayatı zehir ediyordu. Ne evlerini onarabiliyorlar, ne altyapı için bir girişimde bulunabiliyorlardı.
Foçalı'ların söylediğine göre, kasabaya kimse yatırım yapmak istemiyordu. O güzelim taş evler de, beş-on tanesi haricinde kendi haline terk edilmişti. Aslına uygun onarmak bir servet istediği için, kimse buna teşebbüs edemiyordu. Onarım böylesine pahalı olduğu için dışarıdan gelenler de satın almaya pek yanaşmıyorlardı. Ben sit taraftarı olduğumdan, bir şey söylemeden not almakla yetindim. Ama onlara söz verdiğim için de, şikayetlerini yazıma ekledim.
Foça'da akşam olmaya başlamıştı. Büyükçe bir tostla idare etmeye çalışan midem, yavaş yavaş isyan bayrağını açıyordu. Küçük Deniz'de, limanın kıyısına gidip, balıktan dönen tekneleri gözlemeye başladım. Plastik leğenlerde çırpınan barbunyalar, çipuralar, levrekler, kefaller, biraz sonra kıyıdaki restoranlara doğru yola çıkacaktı. Omuzlarımdaki ve bacaklarımdaki ağrıları hissedince, iyi bir akşam yemeğini hak ettiğimi düşündüm.
Haftaya: Celep'in yerinde akşam yemeği, Çandarlı'nın köyleri, kıyı kıyı Karaburun, kimsesiz Alaçatı, Çeşme, Dalyan.
Yazının Devamını Oku 23 Mart 2003
Kar yolları tıkayınca uzun bir süre İstanbul'da hapis kaldım. Güneş kendini gösterir göstermez kendimi yollara vurdum. Ege'nin kuzeyinde baharın izlerine rastladım, yazlık mekánlarda sessizliğin ve ıssızlığın tadını çıkardım. Geçen ay dinmek bilmeyen kar yağışı, bütün planlarımı altüst etti. Kelimenin tam anlamıyla, İstanbul'a tıkıldım kaldım. İtalya dönüşü, yazıları bitirdikten sonra tekrar yollara düşüp, konu biriktirmek niyetindeydim. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı... İki hafta bir yere gidemeyince yazacak konu da bulamadım. Konusuzluk bir yana, sıkıntıdan patladığımı da itiraf etmeliyim. Bu kadar uzun hareketsizliğe asla tahammül edemem... Gitmezsem içimi bir huzursuzluk kaplar. Kafese kapatılmış aslan misali, kentin içinde dönüp dururum. Gökyüzünde akıp giden bulutları bile kıskanırım. Yani tahammül dışı, garip bir adam olur çıkarım.
Karlar eriyip, güneş yüzünü gösterir göstermez, çantamı topladığım gibi tekrar yollara düştüm. Önce Bursa'da, TÜYAP'ın düzenlediği Kitap Fuarı'na uğrayacak, daha sonra da Kemal Anadol’un son kitabı ‘‘Büyük Ayrılık’ın peşine düşecektim. Osmanlı İmparatorluğu'nun XX. yüzyıl başlarındaki çözülme sürecine Ege'den tanıklıklar getiren kitapta Kemal Anadol, 1900'lü yılların Foçası'nı ve yöreyi öylesine güzel ve içten anlatmıştı ki, gidip görmeye karar verdim.
Yola çıktığımda hava sanki benden özür diliyordu. Kar erimiş, soğuk insafa gelmiş, pamuk pamuk bulutlar poyrazın önünde sürüklenmeye başlamıştı. Güneş, günlerden beri ortalıkta görünmemenin acısını çıkartırcasına etrafı ışığa boğmuştu. Kilometre yapmayı özlemiş olan arabamın gazına basıp, soluğu Bursa'da aldım. Kitap Fuarı'nda, Bursalı okurlarla hasret giderdikten sonra, midemdeki isyanı bastırmak için kente indim. Eski garajın karşısındaki ‘esas’ kebapçıda, her zamanki gibi yer bulamadım. Kaldırımın üstündeki bir masaya oturup, domates soslu, yoğurtlu, tereyağlı İskender kebabını beklemeye başladım. Bekledikçe acıktım. Acıktıkça kebap üstüne düşünceler ürettim. Kebabın lezzetinin biraz da bu beklemeden kaynaklandığına karar verdim.
GÖLYAZI'NIN SOKAKLARI
O günüm Kitap Fuarı'nda kitapların, yazarların ve okurların arasında geçti. Bursa'nın en önemli kitapçısı olan ‘Kitap Evi’nin yöneticisi Dilek Çelebi'nin konukseverliği sayesinde, akşam yemeği bir şölene dönüştü. Ertesi gün erkenden yola çıkacağım için gözüm ve gönlüm arkada kala kala, eğlenceyi terk edip otele döndüm.
Sabah erkenden, trafik kördüğüme dönüşmeden Bursa'yı geride bırakıp, Balıkesir'e doğru uzanan yola koyuldum. Bir yandan çevreyi seyrediyor, bir yandan da hız göstergesini kontrol ediyordum. Okuduğum bir haberde, bütçe gelirleri arasında trafik cezalarının önemli bir yer tuttuğunu öğrenmiştim. Bu nedenle ‘radar tuzakları’na daha sık baş vurulacağını, görevlilerin daha titiz davranacağını düşündüm. Hem bütçeye katkıda bulunmak hem de ceza puanını artırmamak için gaz pedalına daha hesaplı basıyordum.
Önce Gölyazı'ya saptım. Uluabat Gölü kıyısındaki bu şirin kasabanın renkli sokaklarında dolaşmaktan çok hoşlanıyordum. Her seferinde makara makara film harcıyordum. Bu sefer de öyle oldu. Gölün suları, ağaçların yarı beline kadar yükselmişti. Daracık sokaklarda ses seda yoktu. Denizle sonlanan çıkmazlara balıkçılar ağlarını sermiş, yırtık yerleri onarıyorlardı. Yağ tenekelerine ekilmiş sardunyalar, küpeler, şebboylar henüz çiçeklenmemişti. Sokak kedileri çöp tenekelerinin başında kılçık kavgasına tutuşmuştu. Bir kadın bahçedeki fırına odun atıyordu. Orada pişecek böreği veya ekmeği düşününce ağzım sulandı.
Birkaç kadın evlerinin önüne oturmuş, mahalleyi çekiştiriyordu. Kulağıma çarpan birkaç kelimeden çıkardığım kadarı ile, konu koca beğenmeyen bir genç kızdı. Etrafa yoğun bir sessizlik hakimdi. Çocuklar bile koştururken çığlık atmıyorlardı. Yürürken burnuma Gölyazı'nın kokusu geldi. Bana göre her kentin bir kokusu vardı. Örneğin New York pizza ve yanmış yağ, Lizbon sardalye, Venedik yosun, Bremen bira, Edinburg viski kokuyordu. Gölyazı'nın sokaklarına ise ‘balık tava’ kokusu sinmişti. İştah açıcı bir kokuydu.
Turkuvaza boyanmış kapıları, suya gömülmüş ağaçları, rengarenk sandalları, çöpleri karıştıran kedileri, kıyıdaki sazlıkları bir kez daha fotoğrafıma hapsettikten sonra Gölyazı'dan ayrıldım.
İkinci durağımda, Karacabey'in Marmara kıyısındaki yazlığı Yeniköy vardı. Burayı İstanbul'da bir restoranda yemek yerken, beni tanıyan bir garson önermişti. Oralıymış. Öyle çok övmüştü ki, dayanamamış adresi not defterime yazmıştım. Karacabey'den sapıp, Yeniköy'e doğru uzanan ıssız yoldan ilerlemeye başladım. Sağ taraftan nazlı bir ırmak akıyordu. Tarlalar yeşillenmiş, meyve ağaçları budanıp ilaçlanmış, mevsime hazırlanmıştı. Kavaklar sıraya girmiş, disiplinli ormanlar oluşturmuştu. Yol kıyısına dikilmiş tabelaya bakılırsa, yamaçtaki orman ayılara ayrılmıştı. Bütün bu güzellikleri görünce heyecanlandım. Böylesine güzel yol, mutlaka bir cennete ulaşırdı.
Yeniköy Plajı'na varınca adeta şok oldum. 30 kilometre boyunca gördüğüm tüm güzellikler, bir anda silindi ve yerini beton yığınına bıraktı. Denizle kumun buluştuğu tüm sahillerde olduğu gibi, burası da yazlıkçıların hücumuna uğramıştı. Her yerden mantar gibi beton binalar yükselmiş, deniz görünmez olmuştu. Yaz aylarında sokakları dolduracak kalabalıkları, avaz avaz gürültüyü düşününce bir acele Yeniköy'ü terk ettim.
Balıkesir'den sonra, bahar yavaş yavaş göründü. Çiçeklerini takıp takıştıran ağaçlar, sarı çiçekli aceleci katırtırnakları doğayı süslemeye başladı. Kayıp giden bu manzara beni, tarif edilmez bir coşkunun içine itiverdi. Ayvalık'a doğru saptığımda kendimi, çocuklardan daha tasasız ve şen hissediyordum.
‘Gönül Yolu’nu aşıp, adalar körfezinin gözdesi Cunda Adası'na geçtim. Bu yöreden geçerken buraya uğramayı alışkanlık haline getirdiğim için, kendimi artık Cundalı sayıyordum. Ege'nin sert rüzgarlarına karşı Ayvalık'a siper olan adanın diğer ismi de ‘Alibey’di. Bu ad Kurtuluş Savaşı'nın komutanlarından Ali Çetinkaya'ya aitti. İşgal sırasında, topladığı gönüllülerle birlikte Yunanlılara ilk kurşunu sıkan, aslen Afyonlu olan yarbay Ali Bey'in gösterdiği kahramanlıkların anısına, Cunda'nın adı ‘Alibey’ olarak değiştirilmişti.
Önce kimsesiz sahilde, Taş Kahve'ye oturup, demli bir çay eşliğinde ‘Dede’nin arabasından bir tost yedim. ‘Dede’nin teneke tulumu ile yaptığı tostun lezzeti yine anlatılır gibi değildi. Peynirleri sündüre sündüre yerken ‘Dede’yi Türkiye'nin tost kralı ilan ettim. Daha sonra sessiz sokaklarda, her şeye rağmen ayakta kalmayı başarabilmiş taş evlerin arasında dolaştım durdum. Etraf öylesine huzur dolu, öylesine sakin, öylesine barışçıldı ki, savaş çığlıklarından kaçmanın keyfini çıkardım.
Cunda'ya el sallayıp, Foça'ya doğru yelken açarken, akşamı bekleyip Şeytan Sofrası'nda güneşi batıramadığıma pişman oldum.
Cunda'nın yıkık kiliseleri
Adadaki kiliseler ve manastırlar, ayakta kalmakta taş evler kadar başarılı olamamışlar. İlk inşa edilen kilise Ayia Triada'nın, Bakkal Sokağı'nın sonundaki yerinde bugün bir boşluk yer alıyor. Aynı sokağın başında ise Panagia Kilisesi’nin ayakta kalan birkaç duvarını görmek mümkün. Diğer duvarları ise 1954 yılında okul inşaatına taş temin etmek için yıkılmış. Yine adanın girişinde, sol taraftaki tepenin üstünde, sadece dört duvarı kalmış olan Ayios Yannis Kilisesi görünür.
Ayios Nikolaos, Ayios Panteleiminos ve Ayios Dimitrios kiliselerinden ise geriye hiçbir şey kalmamış. Kiliselerin arasında en şanslısı, 1873 yılında yapılan Taksiyarhis Kilisesi. Bir zamanların görkemli kilisesi, şimdi ortadan çatlamış birkaç kolona dayanmış vaziyette duruyor. Kubbesinde geniş yarıklar oluşmuş. Duvar resimleri ise ya kazınmış ya da birtakım anlamsız yazılarla örtülmüş. 1994 yılında Kültür Bakanlığı'nın restore listesine giren kiliseye o günden beri bir çivi dahi çakılmamış.
Adanın manastırları da aynı ilgisizliğin kurbanı olmuşlar. Bunlardan Pateriça bölgesinde zeytin ormanlarının arasında saklanmış olan Ayışığı Manastırı ayakta kalmayı başarabilmiş.
Yazının Devamını Oku 2 Mart 2003
İtalya yolculuğumda Floransa'dan sonra önce Pisa'ya gittim. Daha sonra ara yollardan düş gibi manzaraları seyrede seyrede, hayaller kura kura dünyanın en güzel kentlerinden biri olan Siena'ya geçtim. Kenti görünce, bu kadar hızlı seyahat etmek zorunda kaldığım için kendime lanetler okudum. Fransa'nın yetiştirdiği ünlü edebiyatçı Charles Baudelaire, yaşamı boyunca hep bir yerlere gitmek istedi. Onda önüne geçilemez bir uzaklaşma tutkusu vardı. Bu tutkusunu şöyle dillendirirdi: ‘Neresi olursa olsun!.. Yeter ki bu dünyanın dışında bir yer olsun!..’ Baudelaire göre seyahat edenler birer ‘şair’ di ve soylu bir arayış içindeydiler. Onlar evlerinin dar sınırları ile yetinmiyor, başka diyarların sınırlarını keşfetmek istiyor, duyguları bir umuda oradan umutsuzluğa, bir çocuksu idealizme oradan da şüpheciliğe gidip geliyordu.
Ünlü şair Baudelaire'in şiirlerini de çok severim ama, ona olan hayranlığımın temelinde, her fırsatta alıp başını gitme özelliği yatar. Paris'teki atmosferden ne zaman sıkılsa, dünya gözüne ‘tek düze ve küçük’ görünmeye başlasa, çantasını kaptığı gibi yollara düşer, yaşadığı mekánı ‘terk etmek adına terk eder.’
Baudelaire hareket etme tutkusunu şu benzetmeyle anlatır: ‘Şu anda bulunmadığım bir yerde bulunursam daha iyi olacağım yanılsamasını yaşamışımdır hep; bu hareket etme tutkusunu sonsuza dek ruhumda taşıyacağım...’ Ben Baudelaire'in seyahat etme, yer değiştirme tutkusunu, mekánlar arasında mekik dokurken yaptığım okumalar sırasında öğrendim. Onu tanıdıkça, ‘yer değiştirme, sabırsızlık, terk etme’ konularında onunla aynı duyguları paylaştığımı gördüm. ‘Kaçış nedenleri’min çoğunun yanıtını, onun yaşam öyküsünde buldum. Onun rıhtımlara, limanlara, tren istasyonlarına, trenlere, gemilere ve otel odalarına tıpkı benim gibi büyük bir ilgi duyduğunu, bu mekánlarda kendini evindeymiş gibi rahat hissettiğini öğrenmek bana huzur verdi.
LEONARDO'NUN KÖYÜNDE
Floransa'dan girdiğim otoyolda, Baudelaire'in eşliğinde ilerliyordum... Ünlü şair düşüncelerime oturup, yol yalnızlığıma omuz veriyordu. Gözlerim yol tabelalarındaydı. Sapağı kaçırıp kaybolmak istemiyordum. Yol tabelaları seyahat ettiğimin en güvenilir belgeleriydi. Hiç görmediğim, bilmediğim yazılara bakıp başka yerlerde olduğumun farkına varıyordum. Veya bildiğim kentlerin adını görünce, bir takım düşlere dalıyordum. Önüme çıkan ilk tabelada Bologno, Livarno ve Cenova yazıyordu. Cenova adını okuyunca, yıllar öncesine gittim. Cenova limanındaki sarhoş olduğum küçük meyhaneyi anımsadım.
Pisa'ya, ünlü eğik kuleyi görmeye gidiyordum ama, önce Leonardo da Vinci'nin doğduğu Vinci köyüne uğrayacaktım. Empoli'den otoyolu terk edip, okları takip etmeye başladım. Kışın ortası olmasına rağmen etraf yeşermişti. Baharda buraların rengarenk bir tabloya dönüşeceğini düşündüm. Vinci köyü bir tepenin üstünde, bağların ortasında kurulmuştu.
Leonardo, 15 Nisan 1452 yılında köyün iki kilometre uzağındaki Anchiano'da, küçük bir evde doğmuştu. Okları izleyip evi buldum. Yeşilliklerin (yazın gelincik tarlasının) ortasındaki ev, taş duvarları ve birkaç küçük penceresi ile evden çok bir depoyu andırıyordu.
Aslında Vinci Köyü'nün, ünlü sanatçının gelişiminde pek rolü olmamıştı. Burada doğmuş, 16 yaşına kadar burada büyümüş, okula gitmişti. 1468 yılında ise Floransa'ya taşınıp, yaratıcılığın basamaklarından zirveye doğru tırmanmaya başlamıştı. Yine de bir dünya dahisinin doğduğu evi görmek, onun koşuşturduğu tepelere bakmak beni heyecanlandırmıştı.
MÜZEDEKİ MUCİZELER
Daha sonra köyün merkezinde, Xııı yüzyıldan kalma bir şatoda kurulan ‘Leonardo Müzesi’ni gezdim. Bu müzede Leonardo'nun buluşlarının maketleri sergileniyordu. Maketler sanatçının defterindeki çizimlerden yola çıkılarak yapılmıştı. Neler yoktu ki: Su üstünde yürümek için kayaklar, uçmak için kanatlar, makineli tüfekler, kaldıraçlar, dokuma tezgahları, dalgıç giysileri, zırhlı bir tank... Hele bir bisiklet maketi vardı ki, karşısından uzun süre ayrılamadım. Leonardo bundan yaklaşık 500 yıl önce, bugünkü bisikletin aynısını tasarlamıştı. Bütün maketler çalışır durumdaydı.
Müzeden ayrılırken, çıkıştaki odanın şöminesinin kararmış duvarına kazınmış, kaligrafisi bozuk bir yazı dikkatimi çekti: ‘Türk Rahmi’... Rahmi, gelmiş, görmüş, giderken de imzasını atmayı ihmal etmemişti. Arabaya binerken, Leonardo'nun insan kılığına bürünmüş bir tanrı olduğuna karar verdim.
Pisa kentine geldiğimde vakit öğleye yaklaşmıştı. Hava güneşliydi ve ısıtıyordu. Floransa'da iliklerimi donduran soğuk, burada insafa gelmişti. Arabayı park edip, köşeyi dönünce, ünlü eğri kule ‘Torre Pendente’ ile karşı karşıya geldim. Kentin kıyısındaki ‘Campo Dei Miracoli-Mucizeler Bölgesi’ denen yeşil alanda yükselen eğik kule beni hiç şaşırtmadı. Çünkü yıllardan beri onu fotoğraflarda görüyor, macerasını (veya reklamını) yakından takip ediyordum.
EĞER KULE EĞİLMESEYDİ
Meydanda Duomo, Vaftizhane ve Campo Santo mezarlığı ile birlikte duran eğik kule, turistlerin ilgi kaynağı idi. Aralarında Türklerin de bulunduğu ziyaretçiler, kulenin çevresinde poz vermek için birbirleriyle adeta yarışıyorlardı. Özellikle de parkın bir noktasında, fotoğraf çektirme kuyruğu oluşmuştu. Çünkü bu noktadaki açıdan ellerini kaldırarak poz verenler, yıkılan kuleyi tutuyormuş izlenimini veriyorlardı.
Meydanı bir aşağı bir yukarı dolaşıp, fotoğraf için en güzel açıları aradım. Duomo'nun kubbesindeki freskleri, zemindeki mermer süslemeleri, vaiz kürsüsünün oyma desteklerini, vaftizhanede mermer vaiz kürsüsündeki kabartmaları seyrettim. Eğik kuleye ise tırmanmaya cesaret edemedim. Meydana bakan bir kahvede espressomu yudumlarken (zaten bir yudumdu), kulenin kent için ne kadar büyük bir şans olduğunu düşündüm. Yaklaşık 700 yıldan beri, ha yıkıldı ha yıkılacak diye gündeme gelen kule sayesinde Pisa kenti turist akınına uğruyordu. Örneğin ben bile kilometrelerce yol kat edip, kuleyi görmeye gelmiştim. Eğer kule düz dursaydı, kimse buraya uğramazdı. Çünkü İtalya'nın dört bir köşesi böylesine kulelerle doluydu.
Aşı boyalı sokakları aşıp, Arno Irmağı'nın kıyısına çıktım. Daha önce buralara gelmiş damağı kuvvetli bir arkadaşımın önerdiği restoranda (Al Ristoro Dei Vecchi Macelli) karnımı doyurmak istiyordum.
ORTAÇAĞLI SİENA
Lezzetli bir yemekten sonra Pisa'yı terk edip, direksiyonu dünyanın en güzel kentlerinden biri olan Siena'ya doğru çevirdim. Ama bu kez otoyol yerine ara yolları tercih ettim. İyi ki de etmişim. Zeytin ağaçlarının, üzüm bağlarının arasından geçen kıvrım kıvrım yol, dere-tepe Toscana Vadisi'ni aşıp gidiyordu. Yol üstünde hayal ettiğim her şeyi görüyordum: Küçük köylerde kapısında Trattoria yazılı küçük lezzet mekánları, uçsuz bucaksız üzüm bağları, yeni yeni yeşermeye başlamış buğday tarlaları, peynir imalathaneleri, et tütsülenen kulübeler, şaraphaneler, sıra sıra zeytin ağaçları... Toscana'nın gerçek görüntüsü de bir düşü andırıyordu. Manzara, kış ortasında bu kadar tahrik ederse, bahar aylarında kim bilir insanı nasıl çıldırtırdı.
Döne dolaşa Siena'ya vardım. Arabayı sur dışındaki bir otoparka bırakıp, kentin Ortaçağ görünümlü dar sokaklarına daldım. Sokakları süsleyen 2-3 katlı tuğla ve taş evlerin gölgesinde, geçmiş yüzyıllara doğru yürüdüm. Geçmişe önce, İtalya'nın en görkemli katedrallerinden biri olan Duomo'da rastladım. Katedral halkın, kent dışından taşıdığı siyah-beyaz taşlarla inşa edilmişti.
Duomo'yu gezdikten sonra, ara sokakları arşınlayıp, yelpaze formunda yapılmış olan Piazza del Campo'ya vardım.
MEYDANDAKİ YARIŞ
Etrafı saraylarla çevrili olan meydanda, kimsesiz kahvelerden birine oturup, ‘buralara keşke Ağustos ayında gelseydim’ diye hayıflandım. Bir belgeselde bu meydanda düzenlenen bir at yarışını izlemiştim. 16 Ağustos'ta başlayan Palio Festivali'nde yapılan bu yarışın kökeni 1283 yılına dayanıyordu. Toscana'nın 17 bölgesini temsil eden jokeyler, eğersiz atlarla meydanda yarışıyorlardı. Bu festival sırasında Siena, tam bir Ortaçağ görünümüne bürünüyordu.
Siena'ya fazla zaman ayırmadığım için kendime lanetler okudum. Bir pastaneden Siena'nın acı badem ezmesi ile yapılan ünlü kurabiyesinden aldım. Dar sokaklarda döne döne park yerine vardığımda, üstümün başımın ve sakalımın kurabiyenin üstündeki pudra şekerine bulandığını fark ettim. Aldırmadım... Roma'ya doğru uzaklaşırken, ‘Siena bir kadın olsaydı, ona sırıl sıklam aşık olurdum’ diye düşündüm. Kentin dar sokaklarında kalan aklımı, fikrimi ve gönlümü geri alabilmek için, havalar ısınınca buralara bir sefer daha yapmaya karar verdim.
Ribollita tarifi
Ribollita, bir çeşit ekmekli sebze çorbası. Toscana mutfağının en ünlü ve vazgeçilmez bir yemeği. Hem sağlıklı hem de besleyici. Gittiğim bir lokantanın aşçısından aldığım tarifi sizinle paylaşıyorum.
Malzemeler (6 kişilik):
1 adet büyükçe kırmızı soğan, 2 adet havuç, 1 adet kereviz sapı, 4 adet orta büyüklükte patates, 10 adet küçük boy kabak, 300 gram kuru fasulye, 4 yaprak kara lahana, 1 adet pırasa, domates püresi, iki dilim bayat ekmek.
Yapılışı: Bir gece önceden suya koyduğunuz fasulyeyi kısık ateşte haşlayın. Derince ve geniş bir tavanın içinde soğanları öldürün. Daha sonra lahana dışındaki sebzeleri ekleyin. Sebzeler yeterince kavrulunca, üstlerini kapatacak kadar su koyun. İnce ince doğradığınız kara lahanayı da bu karışıma ekleyin. Tavanın kapağını kapatıp, kısık ateşte bir saat pişirin. Daha sonra haşlanmış fasulyeleri koyup, yeterli miktarda tuz ve biberi serptikten sonra, ara sıra karıştırarak 20 dakika daha kaynatın. Ateşin altını söndürünce, domates püresini ekleyip iyice karıştırın. Derince bir güveç tenceresinin dibine, bayat ekmek dilimlerini yerleştirin. Pişirdiğiniz çorbayı bu ekmeklerin üstüne dökün. Yemeği bir gün dinlenmeye bırakın. Ertesi gün yiyeceğiniz kadar miktarı başka bir tencerede ısıtıp servis yapın.
Lezzet adresleri
Eğer yolunuz bir gün Toscana vadisine düşerse ve lezzetli yemekler yemeye niyetlenirseniz aşağıda adreslerini verdiğim lokantaları öneririm. Tarafımdan 'test edilip onaylanmıştır'. Afiyet olsun.
Trattoria Baldovino
Via San Giuseppe 22 r. Floransa
(Piazza S. Croce) Tel: 055 241773
La Baraonda
Via Ghibellina, 67 rosso, Floransa
Tel: 055 2341171
Trattoria Bibe
Via delle Bagnese 15, Galluzo, Floransa
Tel: 055 2049085
Cafaggi
Via Guella 35r, Floransa
Tel: 055 294989
Le Mossacce
Via del Pronconsolo 55r, Floransa
Tel: 055 294361
Al Rıstoro Dei Vecchi Macelli
Via Volturno, 49, Pisa
Tel: 050 506008
İl Campo
Piazza del Campo 50, Siena
Tel: 0577 280725
Osteria Le Logge
Via del Porrione 33, Sieana
Tel: 0577 480130
Yazının Devamını Oku 23 Şubat 2003
Bu kez yolum İtalya'nın Toscana bölgesine düştü. Her köşesinden sanat, tarih fışkıran Floransa kentinin dar sokaklarında, dondurucu soğuğa aldırmadan dolaşıp durdum. Heykellerin, resimlerin, fresklerin, sarayların, kiliselerin arasında şaşkına döndüm. Küçükken, kamyonların arkasında yazan ‘Ömür biter yol bitmez’ deyişine pek akıl erdiremezdim. Yaşam o kadar uzundu ki, bu süre içinde tüm yollar tüketilirdi. O zamanlar yolların uzunluğunu hesap etmeye, küçücük beynimin kıvrımları yetersiz kalırdı. Aradan onca yıl geçti, hala yolları tüketemedim. Her yolculuktan sonra üstüne renkli kalemlerle çarpılar koyduğum haritanın büyük bir bölümü boş duruyor. Anlaşılan bir değil birkaç ömür de tüketsem, bu yolların sonunu bulamayacağım.
Akdeniz, Karadeniz derken yolum bu sefer de İtalya'ya düştü. İtalya'yı zorunluluktan seçmiştim. Aslında Cebelitarık'a gitmeye niyetlenmiştim. Orada bir süre kaldıktan sonra, kıyı kıyı Kadiz'e, oradan Sevilla'ya geçmeyi planlamıştım. Sıcak ve güneşli hava özlemi yüzünden böylesine bir güneyli rota çizmiştim.
Ama olmadı. Bilet bulamadım. Araya torpil koymak da fayda etmedi. Bilet işlerinde bir numara olan Viking Turizm'in ortağı İbrahim Koyunoğlu da, ‘boşuna uğraşma abi’ deyince iyice umutsuzluğa düştüm. Son bir umut, dış gezilerimde bana yardımcı olan Travel House'un sahibi Tuğrul Ataç'ı aradım. O, elinde bir tek Roma bileti olduğunu, akşama kadar karar vermezsem açıkta kalacağımı söyledi. Birden içimden, ‘Eminem’ gibi bol küfürlü şarkılar söylemek geçti. Telefonu kapatıp, haritayı açtım. Kendime yeni bir rota çizdim: Floransa, Pisa, Sieana ve Roma. Nereye niyet, nereye kısmet!..
AKDENİZLİ MANZARALAR
Pazar sabahı öğleden önce Roma'ya vardım. Etrafı gezerim düşüncesiyle Türkiye'den bir araba kiralamıştım. Gümrük ve pasaport işlemlerini bitirip, sonradan başıma dert olacak kiralık arabayı aldım ve otoyoldan Floransa'ya doğru saptım. Güneşli ama oldukça soğuk bir gündü. Daha önceki yıllarda çizmenin topuk bölgelerinde direksiyon salladığım için yolda yabancılık çekmedim. Radyodan Napoliten çalan bir istasyon bulup, Toscana'ya doğru tırmanmaya başladım.
Sanata, tarihe ve dünyanın en güzel manzaralarına doğru gittiğimi biliyordum. Göreceklerimi düşününce heyecanlandım. Yol kıyısındaki tarlalar henüz yeşermemişti. Göz alabildiğine uzanan bağlarda asma kütükleri, bağ bozumunun yorgunluğunu çıkarıyorlardı. Zeytin ağaçları, gri-yeşil yapraklarıyla yamaçları süslüyordu. Tepelerdeki çan kuleli küçük köyler, masalımsı görüntüler oluşturuyordu.
Manzarayı göz ucuyla izleyip, zeytinyağını, yakut kırmızısı şarabı, kalın kabuklu köy ekmeğini, Toscana'nın ünlü salamlarını, jambonlarını, sucuklarını, peynirlerini düşleyip ağzımı sulandırdım. Tüm bunlara bir an önce kavuşabilmek için gaza biraz daha yüklendim.
Tam hesapladığım satte Floransa'ya girdim. Arno Nehri'nin üstündeki köprülerden birini aşıp, kentin merkezine doğru yöneldim. Pazar olduğu için sakin akan sokaklarda kaybola kaybola sonunda otelimi buldum. Ama arabayı park edecek her hangi bir yer bulamadım. Her şeyi göze alıp kaldırıma çıktım. Binadan içeri girince resepsiyonu göreceğimi ummuştum. Yanılmışım. Resepsiyon üçüncü katta, kalacağım oda ise birinci katta yer alıyordu. Görevliye derdimi anlattım. Oda anahtarını verip, beş dakikaya kadar birisinin gelip arabayı alacağını ve arka sokaklardan birindeki anlaşmalı parka götüreceğini söyledi.
FLORANSA'DA UYANMAK
Hava çok soğuktu. Direksiyon başına oturup beklemeye başladım. Beş dakika geçince sıkılıp, Floransa'da geçen ’Manzaralı Oda’ adlı kitabın, kaldığım sayfasını açıp okumaya başladım:
’Floransa’da uyanmak hoştur; aydınlık, çıplak ve zemini temiz olmadığı halde öyle görünen kırmızı karo taşlı bir odada, keman ve nefesli sazların sarı renkli ormanlarında, pembe ejderhalarla mavi aşk tanrılarının oynaştığı tavanı resimli odada, gözlerini açmak hoştur. Parmaklarını tanıdık olmayan sürgülerde acıtarak pencereleri sonuna kadar açmak, karşıda güzel tepeler, ağaçlar ve mermer kiliseler varken ve hemen aşağıda Arno, yolun toprak setine çağıldarken, gün ışığına sarkmak da hoştur...’
Görevli şoför tam yarım saat sonra geldi. Kızmadım, küfür etmedim, sadece verdiği mavi makbuzu alıp cüzdanıma yerleştirdim. Eski asansöre binip, birinci kattaki odama çıktım. Perdeyi açınca tam karşımda kentin simgesi Duomo'yu gördüm. Otelim ucuzdu, alışılmışın dışındaydı ama tarihi Floransa'nın tam göbeğindeydi. Bavulum bırakıp, birkaç gün sürecek olan Floransa maceramı başlattım. Aşağıda anlatacaklarım kentte geçirdiğim üç günün bir özetidir:
ABARTILMIŞ SÜSLEMELER
Kentin sokakları diğer İtalya kentlerinde olduğu gibi daracıktı. Labirente benzeyen gizemli geçitleri, küçük meydanları, taş duvarlı evleriyle Ortaçağlı bir görünüm sunuyordu. Önce Duomo'yu (Floransa Katedrali) gezdim. Kentin en yüksek ve en büyük yapısının üstündeki süslemelerdeki sabra şaşırdım kaldım. Bu koca binayı çevreleyen yüksek duvarların her milimetre karesinin oymalarla, kabartmalarla, resimlerle kaplandığını görüp hayrete düştüm. Duomo'nun tam karşısında yer alan, bir çok ünlünün vaftiz edildiği Vaftizhane'nin tavan mozaiklerine şapka çıkardım.
Signora Meydanı'nda, Cellini'nin bronz Perseus heykelini, Giambologna'nın tek bir mermer bloğundan yontuğu ’Sabina Kadınlarına Tecavüz’ adlı şaheserini, su perileriyle çevrilmiş Neptün Çeşmesi'ni seyrederken kendimden geçtim. Mermerin böylesine nasıl kıvrılıp büküldüğüne akıl sır erdiremedim. Sanatçılar mermeri sanki ateşte ısıtmış, yumuşatmış ondan sonra şekillendirmişlerdi. Heykellerin canlı olduğuna yemin edebilirdim. Derinin altındaki kas kıvrımları, sinirler, damarlar ayan beyan görünüyordu.
Bir sanat seliyle karşılaşacağımı biliyordum ama, böylesine bir saldırı beklemiyordum. Her köşede karşıma bir başka güzellik çıkıyordu. Serseme dönmüştüm. Şaheserler arasında koştururken, ayaklarıma inen karasuların öfkesini dindirebilmek için bol bol espresso molası veriyordum.
DANTE'NİN SOKAĞINDA
Hava öylesine soğuktu ki... Dar ve güneşsiz sokaklarda dolaşırken ayazın üstümdeki giysileri, derimi, etimi delip geçip, iliklerimi dondurduğunu hissediyordum. Ama vız geliyordu. Vecchio Sarayı'nın geniş salonlarında, gizli geçitlerinde dolaşırken, duvarlardaki resimlere, fresklere, heykellere bakarken asırlar öncesi yaşamları canlandırmaya çalıştım. Bazen de süslemelerin yoğunluğu karşısında yorulup, küçük pencerelerden gökyüzüne bakarak gözlerimi dinlendirdim.
En çok ilgimi çeken mekánlardan biri harita odası oldu. Duvarlara yapılmış dev haritalardan XVI. yüzyıl dünyasını seyrederken, Floransalı haritacıların işlerinde ne kadar ustalaştıklarına şahit oldum. Bugün Floransa Belediye Sarayı olarak hizmet gören Vecchio Sarayı'nın kapısından çıktığımda gördüklerimi düzene sokmakta zorlandım.
Dante Alighieri'nin evi, dar bir sokakta karşıma çıktı. Evden çok buğday ambarını andırıyordu. Soğuğa aldırmadan evlerden birinin merdivenlerine oturdum. Batı edebiyatının en büyük ustalarından biri olan Dante bu sokakta büyümüş, imparatorluk yanlısı Ghilbelliholara karşı bu sokakta mücadele geliştirmiş, ünlü baladlarından bazılarını bu sokağa bakarak yazmış, en önemlisi güzeller güzeli ilham perisi Beatrice'i burada tanımıştı.
ŞAHESERLER GEÇİDİ
Floransa'da her köşe bucağı gezmeye, her heykelin önünde durmağa, her kiliseye bakmaya kalksam, birkaç ayımı burada geçirme zorunda kalırdım. Onun için en ünlü mekánları seçiyordum. Örneğin eski hükümet binası Bargello'da, Michelangelo, Donatello, Giambologna ve Cellini'ye ayrılmış salonlardaki heykel koleksiyonunu görmeden gitmek olmazdı. Veya Santa Croce Kilisesi'nde Michelangelo ve Galileo'nun lahitlerini nasıl ’es’ geçebilirdim. Galeria dell'Accademia'da, Michelangelo'nun ünlü Davut heykeline bu kadar yaklaşmışken onu görmeden gidebilir miydim?..
Floransa'da beni en çok etkileyen eserlerden biri de Vecchio Köprüsü oldu. 1345 tarihinde yapılan bu köprü, II.Dünya Savaşı'ndaki bombardımandan kurtulmayı başarmıştı. Köprünün iki yüzünde, küçük iş yerleri yer alıyordu. Bir zamanlar kasapların, dericilerin ve demir atölyelerinin yer aldığı bu iş yerleri, şimdilerde turistlere hizmet veren kuyumcu dükkánlarına dönüştürülmüştü.
Köprüyü geçip, Pitti Sarayı'na gittim. Banker Lucca Pitti tarafından 1457 yılında Medicileri alt etmek için yaptırılan bu devasa sarayın salonlarında yarım günümü harcadım. Daha sonra sarayın arkasında yer alan Boboli Bahçesi'nde, Rönesans dönemi bahçe süslemesinin en güzel örnekleri arasında dolaşıp durdum.
Floransa'ya elveda deme zamanı gelince, kira parası kadar park ücreti ödeyerek arabamı aldım. Otobanda Pisa'ya doğru giderken, bütün hücrelerimin sanatla dolup taştığını hissettim.
Haftaya Pisa'nın eğri kulesi, dünyanın en güzel şehri Siena'nın dar sokakları, Toscana Vadisi'nin uçsuz bucaksız bağları ve başkent Roma görüntüye girecek.
Toscana'nın tadı
Toscana mutfağının baş malzemeleri zeytinyağı, domates, jambon, kuru fasulye ve salam. Turistik restoranların dışında, gerçek Floransalıların yemek yediği yerlerde klasik pizza ve makarna çeşitlerine rastlamak zor.
Ben en çok kuru fasulye, lahana, çeşitli sebzeler ve otlarla yapılan bölgenin ünlü çorbası Ribollita'yı sevdim. Eğer yolunuz Toscana'ya düşerse bu çorbanın tadına bakmanızı hararetle öneririm. Damağımda iz bırakan diğer tatları şöyle sıralayabilirim: ‘Pappardelle alla Lepre’ adı verilen tavşan etiyle yapılan kalın erişte, enginar parçalarıyla pişirilmiş kemiksiz kuzu fırın, baharatlı kalamar, şişte kızartılmış scarmorza peyniri, kırmızı şarapta pişirilmiş sığır yahnisi, tereyağında sote edilmiş porçini mantarı, domates soslu tuzlu morina balığı, taze domates, bol sarımsak ve ince kıyılmış enginar ile tatlandırılmış ‘Spagetti alla Cecco’, aynı sosun içine kum midyesi katarak yapılan ‘Spagetti con le vongole’... Bütün bu yemeklerin üstüne ‘Panforte’ denen karanfil ve tarçınla yapılan baharatlı keki veya badem ezmesi, portakal kabuğu rendesi ve balla yapılan ‘Ricciarelli’yi mutlaka yemek gerekiyor.
Yörenin bağlarından damıtılan Chianti şaraplarıyla yıldızım bir türlü barışmadı. Asitidesini yüksek bulurum. Damağımı tırmalamasından rahatsız olurum. Ama yine bölge şaraplarından olan Brunello di Montalcino veya Vino Nobile di Montepulciano'nun enfes tadını da inkar edemem.
Floransa'ya gidecek olan yeme-içme düşkünlerine ayrıca San Lorenzo sokağındaki ‘Mercato Centrale’e mutlaka uğramalarını, buranın birinci katındaki dükkánlarda satılan peynirleri, şarküteri malzemelerini, etleri, av hayvanlarını görmelerini ve tipik Toscana yemeği satan tezgahların arasında dolaşmalarını öneririm.
Yazının Devamını Oku 16 Şubat 2003
Kentten sıkıldım, Karadeniz kıyısındaki yazlıklarda kış sesizliğini seyretmeye gittim. Yaz müşterileri evlerine dönmüş, balıkçılar dalgalardan yorulmuş, bulutlar güneşi saklamıştı. Meydanı boş bulan kuzeyli poyraz uzaklardan taşıdığı soğukla ıssız sokakları üşütüyordu. Bir lodos bir poyraz... Sıcak rüzgarların peşinden koşturup gelen güneyli yağmur, poyrazın soğuk esintisini arkasına alıp, kente çullanan soğuk ve kar. Güney ve kuzey rüzgarlarının güç gösterisi arasında sıkışıp kalan İstanbul, ne yapacağını şaşırmıştı. Bulutlar gümüş yelkenlerini şişirmiş, süzüle süzüle akıp gidiyordu. Güneş de alıp başını gitmişti. Karanlık gün iç karartıyordu.
Kaçacak yer ararken, avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar hızır gibi yetişti. 10 dakikalık telefon görüşmesinden sonra, ertesi günkü rotam belli olmuştu. Kerpe, Kefken, Karasu arasında, Karadeniz'in soğuk havasını koklayıp, köpük köpük dalgalarını seyredecektik. Sabahın köründe yola çıktık. Hava ıslak ve soğuktu. Kara bulutlar güneşin önünü iyice sıvamıştı. Ve biz daha ıslak, daha karanlık ve soğuk bir yere gidiyorduk. Belanın üstüne gider gibi bir şeydi bu gidiş.
Yol konusunda önce tereddüte düştük. Zeki'ye göre, Şile üstünden kıyı kıyı Ağva'ya, oradan Kerpe ve Kefken'e geçmeliydik. Ormanların içinden kıvrıla kıvrıla giden bu yolun çok keyifli olduğunu biliyordum ama, bir günlük gezi için epey uzundu. Bu güzergah baharda doyumsuz olurdu. Cumartesi yola çıkılır, Şile'de öğle yemeğinde balık yenir, Ağva'da gecelenirdi. Pazar günü de Kerpe, Kefken, Karasu derken güzel bir hafta sonu geçirilirdi. Bu yolu bahara erteledik.
SİSTE YOLCULUK
Karadeniz kıyılarına çabuk ulaşabilmek için ikinci yolu seçtik. Yani İzmit-Kandıra üstünden gitmeye karar verdik. Otoyoldan çıkınca ilk merhabayı Kandıra'ya verdik. Biz oraya vardığımızda ilçe yeni yeni uyanıyordu. Kandıra denince aklıma gelenleri sıraladım: Eski Dışişleri Bakanı ve Türkiye'nin en espirili politikacısı Turan Güneş, klarnet ustası Mustafa Kandıralı ve lezzetli etiyle dillere destan olan Kandıra hindisi. İlçe şimdi bu üç ünlüsünden mahrumdu. Sokaklarda biraz kıvrıldıktan sonra Kandıra'yı terk ettik.
Yol Kandıra sapağından sonra güzelleşti. Yeşilli, sarılı, sisli bir yol oldu. Ufuk, gümüş gümüş ışıldıyordu. Sis, ağaçların dallarına takılıp kalmıştı. Çiğ taneleri, çıplak dalların ucundan avizenin kristalleri gibi sarkıyordu. Derme çatma evlerin pencerelerinden uzanan borular beyaz dumanlar salıyordu. Dayanamayıp arabayı durdurdum. Soğuk havayı soludum. Odun ve çürümüş yaprak kokuyordu. Kentlerde kullanımdan kalkmış hoş bir kokuydu.
Kocakaymaz köyü’nün yanı başındaki küçük gölet köyü sanki içine almıştı. Cami minaresi, kavaklar, ve kırmızı kiremitli çatılar yeşil renkli suyun içinde yansıyıp duruyordu. Göl adeta bir tabloya dönüşmüştü. Bütün bu romantizmi fotoğraf makineme hapsettim. Yol boyu bir görünüp bir kaybolan 'Et-Mangal' mekanları baharda dönmek üzere, tası tarağı toplayıp gitmişti. 'Aile Bölümü' de olan alabalık tesislerinden de ses soluk çıkmıyordu. Yani yol üstündeki yeme-içme mekanlarında mutlak bir sessizlik hakimdi.
KİMSESİZ KERPE
Üç yol ağzında önce Kerpe'ye döndük. Dönemeci olmayan, meşe ormanının içinden ip gibi bir yoldan ilerledik. Çok gitmeden Kerpe karşımıza çıktı. Büyükçe bir koyun etrafını mekan tutan yazlık kasabada in cin top oynuyordu. Herhangi mimari birliktelik olmamakla birlikte evler özenliydi. Kerpe'nin konukları, ev konusunda birbirleriyle yarışmışlardı.
Ne sokaklarda, ne sahildeki piyasa yerinde kimsecikler vardı. Mağazalar, büfeler, fırınlar, dükkanlar ve restoranlar kapalıydı. Birkaç sokak köpeği yalnızlığın tadını çıkarıyordu. Yazlık gürültüler yerlerini kış sessizliğine terk etmişlerdi. Sadece Karadeniz'den kopup gelen poyrazın ıslığı duyuluyordu.
Zeki üşenmedi saydı: Kerpe sahilinde 12 tane lahmacuncu, pideci ve kebapçı yan yana sıralanmıştı. Karadenizli Kerpe'de bir tek balıkçı vardı. Bu küçük inceleme bile yazlıkçıların sosyolojik konumu hakkında yeterli bilgiyi veriyordu.
Bir yazlığın kışlık yüzünü görüp, yolumuza devam ettik. Karalahana tarlalarını geçtik, yaban domuzu avlayanlara şans diledik, kerkenezlerin rüzgarla oynamalarını seyrettik, meşe kargalarını ürküttük ve Kefken'e vardık. Kefken, komşusu Kerpe'ye nazaran daha gerçekti. Özensiz evlerin bacaları tütüyor, bahçelerde tavuklar gıdaklıyor, iplerde çamaşırlar uçuşuyor, sokaklarda insanlar yürüyordu. Meydandaki fırından taze simit alıp, kahvenin limana bakan bir masasına oturduk. Çıtır çıtır simit demli çaya dayanamadı, hemen tükendi.
MEKELER VE MARTILAR
Karnımız doyunca limana halat atmış balıkçı teknelerini seyrettik. Sonra teknelerin üstünde daireler çizen martılarla, limanın girişindeki kayalıkta kanatlarını kurutan meke kuşlarına daldık. Zeki bir ara, mekelerin etlerinin yosun koktuğunu, bol soğanlı yahnisinin lezzetli olduğunu söyledi. Yarım saatte dört çay içtik, üç simit yedik ve birkaç cümle konuştuk.
Sorup soruşturunca, bu mevsimde kıyı kıyı Karasu'ya gidemeyeceğimizi öğrendik. Gerisin geriye dönüp, Kaynarca üstünden giden yola saptık. Biz virajları dönerken, tanrı da bulutları toparlayıp güneşin önünü açtı, etrafa ışık saçtı. Yol boyu pusuya yatan köpekler, bıkmadan usanmadan arabanın tekerleklerine saldırdı. Biz durunca onlar da durdu. Biz gidince saldırı yeniden başladı. Anladım ki köpeklerin öfkesi, bize değil dönen tekerleklereydi.
Karasu'nun girişinde, bir köprüden geçerken koca Sakarya'nın Karadeniz'in dalgalarıyla kucaklaştığını gördüm. Bir nehrin bittiğine ilk kez şahit oluyordum. Arabadan inip iki suyun kavuşmasını seyrettim. Sonra yoldan ayrılıp birleşme noktasına iyice yaklaştım. Poyrazın kabarttığı dalgaların, Sakarya'nın sakin sularını dövdüğünü gördüm. Ben sulara bakarken rüzgar suratımı bıçak gibi kesiyordu. Karadeniz'e bakıp kuzeyli bıçkın rüzgarı düşündüm. Acaba Rusya'nın neresinden kopup gelmiş, denizi azdırmış, balıkçıları korkutmuş, bulutları kovalamıştı.
İSTAVRİT, MEZGİT, BARBUNYA
Nehrin kıyısında birkaç salaş balıkçı lokantası vardı. Gözümüzün kestiği bir tanesinde, pencere kıyısına masa açtırdık. Ağdan yeni çıkmış istavrit, mezgit ve barbunyadan karışık bir tava yaptırdık. Salatayı ince kıyım istedik. Sobanın üstüne ekmek dilimlerini sıralayıp gevrettik. Bir şişe de soğuk beyaz şarap açtırdık. Bunları yiyip içerken, nehirle denizin oynaşmasını seyrettik.
Bu lezzetli ziyafetten sonra, rotanın sonundaki Karasu'ya doğru giderken arabanın içine bir huzur çöreklendiğini hissettim. Radyonun sesini yükselterek, yerel istasyonun çaldığı müziği coşturdum. Şarkıcıya ıslığımla eşlik ettim. Biraz sonra Karasu göründü. Küçük bir kasaba beklerken, karşıma küçük ölçekli bir taşra kenti çıkınca şaşırıp kaldım. Merkezi şöyle bir dolaşıp sahile gidince, kendimi taş yığını bir yazlığın ortasında buldum. Kimsenin olmadığı bu sahilin, yaz kalabalığını düşlemek bile istemedim.
Kum tepelerinin ardından bakınca, Karadeniz'in dalgalarını iyice köpürttüğünü gördüm. Biraz yürüdüm. Zeki'nin söyledikleri rüzgara kapılıp gittiği için bir şey duyamadım. Ben de ona Karasu'da kış sessizliğinin, yaz curcunasından daha güzel olduğunu söyledim. O da beni duymadı. Poyraz bütün cümleleri aldı götürdü.
İç sıkıntımı Karadeniz'in yazlık kıyılarında bırakıp gerisin geri kente döndüm.
Yazının Devamını Oku