Foça'da denizin tadına bakıp, yörenin en güzel köyü Kozbeyli'den Çandarlı Körfezi'ni seyrettim. Sonra kıyı kıyı Ildırı'nın geçmişine gittim. Çeşme'nin, Alaçatı'nın sessiz, sakin sokaklarının keyfini çıkartıp, Ege'ye de yaptığım zamansız yolculuğu bitirdim.
Ege denince aklıma zeytinyağlı otlarla, balıklar üşüşür. Deniz kıyılarındaki lokantaların lezzetli kokusu burnuma gelir, ağzım sulanır. Foça'da akşam olurken, kendimi kurtlar gibi acıkmış hissettim. Buralara geleceğimi duyan Kemal Anadol, ‘Mutlaka Celebin Yeri’ne git.. Ben geleceğini haber vereceğim' diye tembihlemişti. Güneş Karaburun'un arkasına doğru inişe geçerken, Foça sokaklarındaki gezimi sona erdirip, acele adımlarla Küçük Deniz'e bir yürüyüş tutturdum. Yemek öncesi, güneşin batışını seyrederek bir duble rakı içmek niyetindeydim.
‘Celebin Yeri’’ limanın hemen kıyısındaydı. Kıyıya sıralanan restoranlara bakılırsa, Foça yeme-içme konusunda geçmişini inkar etmiyordu. Belgeler, ‘Delişmen Denizciler’in ülkesinde, 1900'lü yıllarda tam 16 tane şarap ve rakı fabrikasının bulunduğunu belirtiyordu. Yine o yıllarda kasabada 46 meyhane vardı ve hemen hepsi her gece tıklım tıklım doluyordu. O zamanki sakinlerine göre, ‘dünyada en güzel rakı ancak Foça'da içilebilirdi.’
Kemal Anadol'dan torpilli olduğum için, restoranın en mutena köşesine oturtuldum. Mutfağa girip, mezelere bir göz attım. Ege otlarının tam zamanıydı. Buzdolabının vitrininde, yeşil yeşil bana bakıyorlardı. Biraz turp otu, biraz radika, şevketi bostan, ısırgan otu istedim. Üstüne has zeytinyağı ile limon suyu gezdirmelerini tembihledim. Ahtapot salatası, kalamar ızgarayı da ihmal etmedim. Celep, barbunyanın ağdan yeni çıktığını, 3-4 tane tavaya attıracağını söyledi. Hiç itiraz etmedim. Ana yemek için, orta boy bir deniz levreği seçip masama oturdum.
EN GÜZEL KÖY
Yemekleri beklerken, limandaki balıkçı teknelerine daldım gittim. Kiminde ağlar temizleniyor, kiminde livardaki su boşaltılıyor, bir tanesinde ise akşam yemeği için hazırlık yapılıyordu. O teknedeki balıkçılar, ağlardan çıkan kısmetin bir bölümünü kendilerine ayırmışlardı. Aygaz ocağının üstüne konmuş siyah tavanın içindeki yağın kokusu burnuma gelince, midemin başkaldırısını dizginlemekte zorlandım. Güneş Mordoğan'ı mora boyarken, ben de ilk çatalımı ağzıma götürdüm.
Ertesi gün erkenden yola çıktım. Kemal Anadol'un ‘Büyük Ayrılık’ kitabının peşindeki yolculuğum devam ediyordu. Yörenin en güzel köylerinden biri olan Kozbeyli'ye gidiyordum. İzmir yolundan tekrar Yeni Foça'ya doğru saptım. Kitapta köy şöyle anlatılıyordu:
‘Kozbeyli kıyıda değildi ama Çandarlı ile Nemrut körfezleri ayağının altına serilmişti... Dağ köyü de değildi; fakat bir tepenin sırtlarına yaslanmıştı. Arkasındaki Kocakayalar sanki bir gözetleme kulesiydi!.. Buradan Çandarlı Körfezi üzerinde olan biten her şeyi izlemek mümkündü. Geceleri Şıpka Tepesi'nin ardından Midilli köyleriyle Plomori'nin ışıkları görünüyordu.’
Zeytin ormanlarının arasından kıvrıla kıvrıla tepeye vardım. Ortalık bir yerde durup, aşağıda denize doğru yemyeşil bir halı gibi uzanan Gencerlik Ovası'nı seyrettim. Daha sonra köyün yokuşlu sokaklarında dolaşmaya başladım. Ebniye ve kayrak taşlarından yapılmış iki-üç katlı evlerin, birbirlerinin manzarasını kapatmamaya özen gösterdiklerine şahit oldum. Pencerelerin dört bir yanına, çivit mavisi sürme çekildiğini, duvar diplerinin ise ebegümeci ile kaplandığını gördüm. Köyün zirvesinde, derebeyi Kuzubey'in kule evinden arda kalan yıkıntılara tırmanmayı göze alamadım.
‘Büyük Ayrılık’tan okuduğuma göre, köyün Türk ve Rum olmak üzere iki mahallesi vardı. Türklerin hane sayısı 100, Rumların ise 30 civarındaydı. Kiliseye gelmeden önce taş sütunlu bir kapıdan girilen ve taş çerçeveli iki penceresi olan tek katlı yapı, Çapkınoğlu'nun ünlü meyhanesiydi. Kitapta bu bölüm şöyle anlatılıyordu:
‘Köydeki bağların ünü her yere yayılmıştı. Hem sofralık hem de şaraplık Foçakarası üzümleri, zeytinle birlikte köyün önemli gelir kaynağı idi. Çapkınoğlu müşterilerine Foçakarası şarabını sunuyordu. Yörede çok özel bir yeri olan bu meyhane herkese açık değildi. Üç Rum kızının garsonluk yaptığı binaya Türklerin girmesi biraz zordu.’
Tahmin edebileceğiniz gibi, eski Kozbeyli'den bugüne sadece taş evler kalmıştı. Artık ne Foçakarası'ndan yapılan şarap, ne bu şarabın sunulduğu meyhaneler, ne de buraya renk katan bu köyün çocukları Rumlar vardı. Kozbeyli'yi geride bırakıp İzmir yoluna çıktığımda içimi bir hüzün kapladı.
‘İzmir'in Gülü’ Karşıyaka'da, Hürriyet'in İzmir temsilcisi Nedim Demirağ ile buluşacaktım. Bölgeyi, özellikle yeme-içme mekánlarını çok iyi bilen Nedim, bundan sonraki etaplarda bana rehberlik yapacaktı. Rehberimin ilk talimatı şöyle oldu: ‘Otoyola girme... Yolun keyfini çıkarmak istiyorsan kıyı kıyı git...’ Çeşme'ye doğru gidiyorduk. Ünlü yaz cennetinin ve çevresinin kışlık yüzünü görmek istiyordum. Narlıbahçe, Güzelbahçe derken Urla sapağına geldim. Ünlü filozof Anaksagaros ve Nobel ödüllü şair Yorgo Seferis'in doğup büyüdüğü bu bereketli ilçeye teğet geçtim. Burayı daha geniş bir zaman diliminde ve Seferis'in dizeleri eşliğinde gezmeye karar verdim. Bir ara kıyı yolundan ayrıldım. Nedim tarif etti ben gittim. Dere tepe aşıp, antik dönemde bölgenin askerî bakımından en önemli kenti Erythrai'ye geldim. Bir zamanlar savaşçılığı ile çevreyi korkutan bu kent şimdi kendi halinde, sessiz sedasız yazlıkçı bir ilçeye dönüşmüş ve Ildırı adını almıştı. Küçük dalgacıkların oynaştığı lacivert koylar, balık çiftliğine dönüştürülmüştü. Bu güzelim koylarda, bir zamanlar acımasız korsanların yelken şişirdiğini bir türlü hayal edemedim.
O zamanlar kentler askeri güçleri kadar, kahinleri ile de ünlüydü. Erythrai'nin kadın kahini Herophile'in şöhreti tüm yarımadaya yayılmıştı. O, tanrı Apollon'un kehanetlerini bildirme gücüne sahipti. Şimdiki Ildırı'nın antik çağdaki sakinleri, oldukça heterojen bir topluluktu. Giritliler, Likyalılar, Karyalılar, Pamfilyalılar kaynaşıp bu kentin halkını oluşturmuşlardı.
Nedim Demirağ beni, bir enginar tarlasının önünde durdurdu. Şimdi tam enginar zamanı olduğunu, İstanbul'a götürmem için biraz enginar kestireceğini söyledi. İzmir'in küçük başlı, kılçıksız enginarlarına başka yerde pek rastlanmazdı. Ve lezzetine de doyum olmazdı. Kesilen 20 sap enginarı, itina ile arabanın bagajına yerleştirdim.
Şifne'ye vardığımızda öğle yemeği vakti gelmişti. Yemek için seçilen ‘Ferdi'nin Yeri’, ıssız kumsala uç vermiş tipik bir balıkçı restorandı. Ben karışmadım her şeyi Nedim ısmarladı: Birkaç çeşit zeytinyağlı ot, salata ve deniz çipurası. Balıklar ızgaranın üstüne gitmeden önce, deniz ve çiftlik çipurası arasındaki fark konusunda eğitim aldım.
ÇEŞME'NİN ISSIZ SOKAKLARI
Yemekten sonra Ilıca'nın kilitli yazlıklarının önünden geçip, Çeşme'ye vardım. İlçenin kimsesiz, sessiz sokaklarını anlatmadan önce, John Freely'den geçmiş konusunda biraz bilgi almakta yarar gördüm: ‘Çeşme Sakız Adası'na bakan hareketli bir liman ve yerleşim yeridir. Burası 6-7 Temmuz 1770 günü yapılan ve Rus donanmasının Osmanlı filosunu yakıp kül etmesiyle sonuçlanan Çeşme Savaşı'nın yaşandığı yerdir. Bu savaşın kahramanı Cezayirli Palabıyık (Gazi Hasan Paşa) batan gemisinden kurtulmuş ve Rusları ertesi yıl Lemnos'ta yenmiştir. Çeşme'deki limanda, on üçüncü yüzyılın sonlarında yapılmış ve çifte sur duvarıyla çevrelenmiş bir kuleli içkalesi bulunan, harika bir Ceneviz kalesi vardır.’
Çeşme'nin yaz aylarında omuz omuza yürünen sokaklarında, birkaç yerli Çeşmeli'den başka kimsecikler yoktu. Sokakların tüm yalnızlığına rağmen dükkánlar açıktı. Dalyan'da da manzara aynıydı. Yazın yer bulunmayan restoranlarda kimsecikler görünmüyordu.
Yaz gezginlerinin bir başka gözde mekánı Alaçatı da yalnızlığın tadını çıkartıyordu. Taş evlerin süslediği bu ara sokakları, oldum olası çok seviyordum. Buraya her gelişimde bir başka güzellikle karşılaşıyordum. Evler onarılıp otele, pansiyona, restorana, bara dönüştürülüyordu. Her geçen gün sayıları artan bar ve restoranlara bakılırsa, Alaçatı çok yakın gelecekte Bodrum'un ilk yıllarına benzeyecekti.
Bahçesi siyah-beyaz taşlarla süslenmiş kahvede yorgunluk çayı içtikten sonra, sakin sokaklardan çıkıp arabayı sahile doğru sürdüm. Tahmin edileceği gibi görünürde kimsecikler yoktu. Alaçatı'nın ünlü rüzgarı, önüne katıp sürükleyecek sörf bulamadığı için boşu boşuna esip gücünü ziyan ediyordu.