9 Şubat 2003
Geçen hafta Fransa'nın güney sahillerinde avarelik yaptık bu hafta ise Türkiye'nin tek coğrafya dergisi ATLAS ile birlikte Manisa'nın Kula ilçesine gideceğiz. Bölge, etkileyici yeryüzü biçimleri ve daha dün sönmüş izlenimi veren volkan konileriyle en önemli jeolojik miraslarımızdan biri. Konuyla ilgili yazıyı <B>Ayhan Atakol</B> kaleme aldı. İzmir'den Ankara'ya doğru yola çıktığınızda antik Sardis kentini ve Salihli'yi arkanızda bıraktıktan kısa bir süre sonra, solunuzdaki coğrafyanın görünümü değişmeye başlar. Önce Ege'nin aşina tonlarına ters düşen bir renk skalası dikkatinizi çeker. Daha sonra da tuhaf yeryüzü biçimleri...
Gök bildiğiniz mavidir; ama toprak, siyah, boz, kül rengi ve kirli kahvedir. Yöre, sanki iki üç gün önce yangından çıkmış gibidir.
Etkileyici vahşi yüzey biçimleri, yer yer ürperti verir insana. Üzerlerinde tek tük ağaççık ve çalıların boy attığı irili ufaklı konik tepeler, siyahi geniş çukurlar, erozyonun sel yatakları, gerçeküstü heykelleri andıran garip biçimler ve derin vadiler oluşturduğu toprak parçaları, cüruf yığınları, az önce katılaşmış izlenimi veren lav akıntıları.
Yaklaşık 1.1 milyon yıl önce başlayan volkanik faaliyetler, 2-3 bin yıl öncesine kadar, Karataş (Adala) ve Kula arasındaki bu bölgede sürüyordu.
BAĞCILIĞA UYGUN
Antik çağın ünlü coğrafyacısı Amasyalı Strabon, ‘Geograp-hika’sında, şunları yazar:
‘Bu bölgeden sonra (Philadelphia) Katakekaumene olarak adlandırılan ülkeye gelinir. Burada hiç ağaç yoktur; sadece Katakekaumene şarabının elde edildiği bağlar vardır. Dağlık ve kayalık olan ülke siyah renktedir. Bazıları bunun yıldırımlardan ve ateşli yeraltı patlamalarından olduğunu tahmin etmektedir ve bunlar ünlü Typhon efsanesinin burada olduğuna tereddüt etmemektedirler. Fakat kaynağı şimdi tükenmiş olan ve yerden fışkıran bir alev nedeniyle olabileceği yerine, bütün bu ülkenin bir seferde böyle bir olayla yanmış olabileceğini kabul etmek mantıksızdır. Burada ‘Physos’ denen üç çukur görülür. Bunların yukarısında, topraktan fışkıran sıcak kütlelerle oluşmuş tepeler uzanır. Bu tür toprak bağcılığa iyi uyum sağlar. Halen en iyi ve bol miktarda şarap elde edilen üzeri küllerle kaplı Katana toprağında olduğu gibi.’
GEDİZ OLUĞU
Bilimsel çalışmalar, Kula volkanizmasının birbirinden farklı özellikler gösteren üç ana dönemde oluştuğunu ortaya koyuyor. İlk volkanik faaliyetler, günümüzden 1.1 milyon yıl önce başlıyor. 200-300 bin yıl önce volkanizma yeniden etkinleşiyor. Son olarak da 10-12 bin yıl önce faaliyete geçiyor.
Kula volkanizması, Ege Bölgesi'nin doğudan batıya uzanan en büyük tektonik çukurlarından ‘Gediz Oluğu’ üzerinde yer alıyor. Dolayısıyla buradaki ilginç yeryüzü biçimlerinin oluşumunda volkanik faaliyetler, tektonik hareketler, akarsu ve atmosfer olaylarının etkileşimi söz konusu.
Özellikle Kaplan ve Sandal köyleriyle Kula ilçesinin kuzeyinde yer alan volkan konileri ve oluşumlar, dün olmuşçasına yeni ve etkileyici. Kendinizi ‘merak’ın büyüsüne kaptırıp yoldan çıkmayı göze alırsanız, çarpıcı bir sürprizle daha karşılaşırsınız.
Salihli'den Demirci'ye uzanan yola girip kuzeydoğuya doğru yaklaşık 25 kilometre gittikten sonra, Demirköprü Baraj Gölü'nün kıyısında biri büyük, diğeri küçük iki volkan konisinin oluşturduğu çok hoş bir görünüm karşınıza çıkar. Yöre halkının ‘Çakallar Tepesi’ ya da ‘Divlit Tepe’’ dediği büyük koniyle yaklaşık 1 kilometre ötesindeki ‘Küçük Divlit’ baraj gölünün mavi sularıyla etkileyici bir görünüm oluşturur.
ANTİK AYAK İZLERİ
Yamacında terk edilmiş Çakallar köyünün bulunduğu tepe, Kula volkanizmasının en genç oluşumudur ve eteklerinde az önce sözünü ettiğimiz sürpriz durur: Günümüzden 10-12 bin yıl önce yaşamış insanlara ait ayak izleri...
Prehistorik ayak izleri Çakallar Tepesi'nin yakınındaki bir cüruf ocağında 1968'de bulunuyor. Araştırmalara göre izler, günümüzden 10-12 bin yıl önce buradan geçen üç bireye ait. Ayrıca bir hayvana ve oturan bir çocuğa ya da yere konan bir eşyaya ait olduğu tahmin edilen izler de var.
Ayak izleri ve Kula volkanizmasıyla ilgili en doyurucu ve yetkin çalışmalardan birini kaleme almış olan Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. İlhan Kayan, izlerin, yürüyüşe çıkmış insanlara ait olduğunu belirtiyor.
Çakallar Tepesi ve ayak izlerinin bulunduğu bölge, bugün SİT alanı. Ama kağıt üzerinde. Başta cüruf ocakları, ekonomik kaygıların güdüsünde her şeyi yapmayı kendine hak gören insanlar, cehalet ve tabii ki hırsızlar, 25-30 yıl içinde ayak izlerini yağmalamışlar. 1969'da 200 adet tespit edilen ayak izlerinden günümüzde ancak 10-12 tanesi yerinde duruyor. Kaynaklar, izlerden 60 kadarının parçalanmadan çıkarılıp Ankara'da Maden Tetkik Arama Enstitüsü binası içindeki Doğa Tarihi Müzesi'ne taşındığını belirtiyor. Bugün MTA Müzesi'nde Çakallar'dan çıkarılan bir çift ayak izi ziyaretçilere açık.
DEKORATİF MALZEME
İzlerin yok oluşunda hırsızlık, en büyük etkenlerden biri. Çakallar'dan çalınan ayak izlerinin Hollanda'da, Amsterdam Doğa Tarihi Müzesi'nde bile bulunduğunu öğrenmek, insanda dehşet uyandırıyor. İnanılacak gibi değil ama bazı izler, köy odalarında ve evlerde ‘dekoratif malzeme’ olarak kullanılmış.
Kula volkanizması ve prehistorik ayak izlerini korumaya almak için, zaman geçmiş değil. Çağdaş, bilimsel bir planlama ile, hem buradaki jeolojik miras koruma altına alınabilir, hem de yöre insanına ekonomik katkıda bulunulabilir. Kula, volkanik yeryüzü biçimlerinin yanı sıra, büyük bir geleneksel mimarî mirasa da sahip. Yemeğinden dokumasına, toprak kap kacağından kaplıcalarına kadar, Ege kültürünün birçok unsuru da yörede yaşıyor.
Kula volkanizması, insansız ve zamansız çağlara, yerkürenin ve Anadolu'nun oluşum günlerine açılan bir kapı. Bu yanık ülke, dünyanın doğal ve kültürel mirasına armağan edebileceğimiz eşsiz bir mücevher. Eğer bu konu ilginizi çekiyorsa Atlas'ın son sayısını almanızı öneririm.
Yazının Devamını Oku 19 Ocak 2003
Biriken alış veriş puanlarımla bedava bir bilet alıp Fransa'nın güneyine Cote d'Azur'a uçtum. Önce Nice'te tembelliğin tadını çıkardım. Oradan kıyı kıyı gittiğim Cannes ve Monte Carlo'da yazlık yerlerin kış sessizliğine şahit oldum. Zamansız gezileri çok seviyorum... Kışın yazlık diyarlara gidip, yaz yorgunu mekánların sessizliğine konuk olmak, yazın herkes sıcaktan bunalırken, kışlık diyarlarda soğuğun tadını çıkarmak... Özellikle yaz adresleri ilgimi çok çekiyor. Buraları kış aylarında, makyajını silmiş, gerçek görüntüsünü ortaya dökmüş kadınlara benzetiyorum. Konuklarını yolcu edip, kendisiyle baş başa kalmış yalnız mekánlar. Soğuk rüzgarlarla birlikte yaz yerlerinde gerçek yaşantılar sokaklara dökülmeye başlar. Herkes bildik rollerini üstlenir. Yazlıkçıların bilmediği ve belki de asla izleyemeyecekleri bir başka hayat akıp gider. Çevreye yalnızlık hakim olur. Sesler alt perdelere iner. Her şeye alabildiğine koyu bir hüzün siner. Yazlık mekánların işte bu yüzünü seyretmeyi çok seviyorum.
Kelkit Çayı'nın kıyılarında, Anadolu'yla koklaşıp öpüştükten bir süre sonra, çantamı yüklenip, bir ‘Akdeniz Klasiği’ olan Fransa'nın Nice kentine uçtum. Gidişimin hiçbir amacı yoktu. Sadece elimde, biriken puanlarla aldığım bedava bir uçak bileti vardı. Kimseyi tanımıyordum ve kimse de beni beklemiyordu. Sırt çantamın alabildiği kadar eşyayla yetinmiştim. Ve koyduğum tüm giysilerimin buruş buruş olacağını biliyordum. Ama aldırmadım... Nedense, hiç olmadığım kadar vurdumduymazdım.
DAMAĞIMDAKİ TAT
Niçin Nice'i seçmiştim?.. Bu sorunun da yanıtı yoktu. Haritaya bakarken gözüme ilişmişti. Aslında Portofino'nun yerini arıyordum. Cenova ile Portofino arasındaki uzaklığı hesap etmeye çalışıyordum. İşte o sırada Nice'i gördüm ve gitmeye karar verdim. Aslında bir yere gitmeye böyle birden pat diye karar veremem. Düşünürüm, vazgeçerim, tekrar niyetlenirim, sorarım... Bu sefer hiç birini yapmadım ve gidip biletimi aldım.
Nice'e yıllar önce gitmiştim. Çok hızlı bir gidiş olmuştu. Neyin ne olduğunu anlamadan dönüvermiştim. Ama damağımda güzel bir tat kalmıştı. Belki Nice'i seçmemin asıl nedeni de, bilincime kazınan bu tattı. Neyse...Uçaktan indiğimde gün henüz uyanıyordu ve bardaktan boşanırcasına bir yağmur yağıyordu. Bir taksiye binip şoföre, internet aracılığı ile yer ayırttığım otelin adresini verdim. Afrika kökenli sürücü, yolda bana bir şeyler anlatmaya çalıştı ama birkaç kelime dışında Fransızca bilmediğim için hiçbir şey anlamadım. O da fazla ısrarcı olmadı.
Otelim ‘Jean Medecin’ bulvarını kesen dar sokakların birindeydi. İnternetteki tanıtım yazısında 4 yıldızlı olduğu yazıyordu ama bana göre iki yıldızdan fazlasını hak etmezdi. Odam oldukça küçüktü... Büyükçe bir bavulla gelsem sığmakta zorlanırdım. Sırt çantamdaki giysileri gardıroba asıp lobiye indim. Cam kenarında oturup yağmurun dinmesini bekledim.
ÜNLÜ PİYASA YERİ
Sokağa çıktığımda nereye, nasıl gideceğimi bilmiyordum. Önüme çıkan ilk gazete bayiinden bir harita satın aldım. İlk gelişimde Promenade des Anglais aklımda kalmıştı. 1830 yılında İngiliz kolonisince toplanan paralarla yapılan deniz kıyısındaki bu gezinti caddesinde bir banka oturmuş, deniz kıyısında çakılların üstüne uzanmış üstsüz güzel kızları seyretmiştim. Bir zamanlar Rus asilzadelerinin, İngiliz prenslerinin piyasaya çıktığı bu ünlü caddede şimdi neredeyse yapayalnızdım. Deniz kıyısında yazlık güzelleri boşu boşuna aradım. Lüks mağazaların vitrinlerine baktım, boş gibi görünen otellerin önünden geçtim. Kapılarına kilit vurmuş yazlık lokantaların yazdan kalma mönülerini okudum. Bir aşağı bir yukarı gidip geldikten sonra Promenade des Anglais'ten sıkılıp, eski Nice'e doğru yürümeye başladım.
1860 yılına kadar İtalyan olan kent, Chateau denen tepenin eteklerindeki bu eski semtte, geçmişteki sahibinin tüm özelliklerini gözler önüne seriyordu. Yani görüntüler Fransa'dan çok İtalya'yı andırıyordu. Sarı ve vişne çürüğü ağırlıklı pastel renklerin hakim olduğu bina cepheleri, ferforje demirlerle çevrili balkonlar, tahta kepenkli pencereler hep geçmişi hatırlatıyordu.
Serseri mayın gibiydim. Nereye, nasıl gideceğimi pek bilmiyordum. Aldığım turistik haritadaki açıklamalarla yetinmek niyetindeydim. Öyle de yaptım. Önce çiçek, sebze ve meyve pazarının kurulduğu Cours Saley caddesine saptım. Kendimi birden, rengarenk tezgahların arasında, bir kalabalığın ortasında buldum. Lavanta, zeytinyağı, kekik, fesleğen, şebboy ve diğer kokuları koklaya koklaya çevrede dolaştım. Bir-iki kare fotoğraf çektim. Sonra biraz ilerideki küçük meydanda bir kahveye oturup, kalabalığı uzaktan izledim.
TEMBELLİĞİN KEYFİ
Yağmur kenti yıkadıktan sonra alıp başını gitmişti. Masmavi gökyüzünde pırıl pırıl bir güneş vardı ve ocak ayında bile etrafı ısıtmayı beceriyordu. Espresso kahvenin yanına bir tek konyak ısmarladım. Ayaklarımı uzatıp, hiçbir şeye odaklanmadan, önümden akıp giden yaşamı seyretmeye koyuldum. Tembellik etme hakkımı sindire sindire kullanıyordum. Konyağın da yardımıyla önce bakışlarıma çeki düzen verdim, sonra dudaklarıma bir gülümseme oturttum. Keyif eğrim iyice yükselmeye başlayınca da, melodisi belli olmayan bir ıslık tutturdum.
İstemeye istemeye oturduğum yerden kalkıp, eski Nice'in dar sokaklarına daldım. Gezinenlerin arasında tek yabancı bendim. Diğerleri bu sokakların gerçek sahipleriydi. Butiklerin, kahvelerin, restoranların çoğu kapalıydı. Müşteriler elini eteğini çekince onlar da kapılarına kilit vurup, yazlık kazançlarını tüketmeye gitmişlerdi.
Bir yandan yürüyor bir yandan da La Merenda adlı bir restoranı arıyordum. Damağı kuvvetli bir arkadaşım önermişti. Sora sora buldum (4 Rue de la Terrasse). Restoranın telefonu yoktu. Nedenini sordum, görevli kız, şef Dominique Le Stanc'ın çok meşgul olduğunu, telefonla konuşmaya vakit bulamadığını söyledi. Aslında bu, işin reklam yönüydü. İletişim çağında telefonsuz olmak, oraya bir özellik yüklüyordu. Rezervasyon yaptırmak isteyen, restorana bizzat gitmek zorunda kalıyordu. Gitmişken restoranı, mutfağı geziyor, şefle tanışıyor, hatta hatta yiyeceği yemeği bile ısmarlayabiliyordu. Akşam yemeği için tek kişilik bir yer ayırttım. Ama ne yiyeceğim konusunda herhangi bir ipucu vermedim.
MATİSSE'İN NİCE'İ
Sonra tekrar yokuş aşağı indim. Bir taksiye binip, Matisse Müzesi'ne gitmek istediğimi söyledim. Müze kentin tepesinde, en şık semtlerden biri olan Cimiez'deydi. XVII. yüzyıl yapımı kırmızı aşı boyalı bir villaydı. Yıllarını burada geçiren ünlü ressamın tamamlanmamış eseri ‘Çiçekler ve Meyveler’ adlı tablosunun önünde epey oyalandım. Hele ‘Nice'de Fırtına’ adlı tabloyu görünce şaşırıp kaldım. Gri ve hüzünlü bir tabloydu. Promenade des Anglais'nin fırtınalı bir gündeki görünümü resmedilmişti. Kurşuni ve yağmurlu bir havada palmiyeler savruluyordu. Öğle üstü sahilde yürürken tabloda resmedilenleri gördüğümü hatırladım.
Tekrar Jean Medecin Bulvarı'na indiğimde, gün artık kararmaya başlamıştı. Küçük odama döndüm. Bir duş aldıktan sonra, akşam yemeğine güç toparlayabilmek için yatağın üstüne uzandım.
Bir saate yakın uyumuşum. Getirdiğim giysiler içinde en düzgünlerini seçip, akşam yemeği için hazırlandım. Restoranın bulunduğu Terassa caddesinde birkaç açık bar vardı. Bir tanesine oturup, aşağıda ışıl ışıl akıp giden Promenade des Anglais'i seyrettim. Hiçbir şey düşünmeden hayale daldım. Tükettiğim kırmızı şarap kadehlerinin sayısı arttıkça, hayallerimin daha da renklendiğini fark ettim. Gözümü kapatıp, masmavi gökyüzünün altındaki mavi kıyıları, lavanta kokan mor tepeleri düşündüm.
OLAĞANÜSTÜ LEZZET
La Merenda'da yerime oturduğumda, başımın yavaştan döndüğünü fark ettim. Ama aldırmadım. Cote d'Azur'a, felekten birkaç gün ödünç almaya gelmiştim. Garsonla bir-iki hoş beş edip, restoranın özelliklerini öğrendim. Şef dileğince Nice yemekleri yapabilmek için büyük restoranlardaki işini terk etmiş bu küçük yeri açmıştı. Garson siparişimi alırken, burada yiyeceğim yemeklerin tadını uzun süre unutamayacağımı iddia etti. İçimden ‘inşallah’ dedim.
Önden beyaz şarap eşliğinde iki adet sardalya dolması yedim. Ardından güveçte morina balığı istedim. Ev yapımı ekmeği, balığın porto şarabı ile tatlandırılmış olağan üstü lezzetli suyuna bana bana yemeği bitirdim. Kahveyi güzel bir armanyak ile taçlandırdıktan sonra dudaklarımda bir ıslık, yalpa vura vura otele doğru yürümeye başladım.
Sabah kalktığımda nasıl yattığımı hatırlamadım. Otelin kahvaltı salonuna inip koyu bir kahve ve yağlı bir kruvasanla ayılmaya çalıştım. İkinci avare günümü Cannes'da geçirmeye kararlıydım. Fotoğraf makinelerimi yüklenip, tren garına doğru yürümeye başladım.
Cannes'ın kimsesiz sahilleriyle, Monte Carlo'nun kumar kokan havasını haftaya anlatmaya çalışacağım.
Yazının Devamını Oku 12 Ocak 2003
Tokat civarına kısa ama unutulmaz bir yolculuk yaptım. Kelkit Çayı'nın kıyılarını mekán tutmuş Reşadiye ve Niksar'da, birbirinden lezzetli yemekleri yiyip, ıssız yaylalarında kışın soğuk ama tertemiz havasını soludum. Katmandu dönüşü, zaman atlamasından kaynaklanan sersemliği daha üstümden atamamıştım ki, Mutfak Dostları Derneği Başkanı Semih Somer telefon edip, Tokat'a gitmemiz gerektiğini söyledi. Mayıs ayında Tokat'ta düzenlenmesi planlanan ‘Gala Yemeği’’nin ön çalışmasının yapılacağını belirtti. Şöyle kabaca bir hesap ettim: Yaklaşık 800 kilometre gidiş, bir o kadar dönüş... Dört günde 1600 kilometre yol yapacak, Tokat'ta 1,5 gün kalıp geri dönecektim. Yol önce gözümde büyüdü. Sonra tadacağım yemekleri düşündüm: Tokat Kebabı, bacaklı çorba, gözleme, yaprak sarması, torba sucuğu, çemen, pekmez, keşkek derken ağzım sulandı ve birden tüm uzaklıkları unuttum... Ve ‘Yemek Akıncısı’’ olmayı kabul ettim.
Yolculuk bir Çarşamba günü, sabahın erken saatinde başladı. Niyetim Ankara'da bir gece kalıp, ertesi gün yola devam etmekti. Hem uzun süreden beri ihmal ettiğim aile büyüklerinin hatırını soracak, hem de Diyarbakırlı bir ustanın açtığı restoranda, kaburga dolmasının tadına bakacaktım. Otoyollar sayesinde İstanbul-Ankara arası ‘bir taş atımı'’ mesafeye indiği için, gaz pedalı ile fazla uğraşmadım. Yolun tadını çıkara çıkara, öğleden sonra Ankara'ya vardım.
Yemek vaktine kadar ev ziyaretlerini tamamladım. Yemekte düş kırıklığına uğradım. Diyarbakırlı ustanın, kaburga dolması konusunda pek de başarılı olmadığını gördüm.
SİSTEN BİR PERDE
Ertesi gün erkenden yola çıktım. Rotamı Kırıkkale, Yozgat üstünden Sivas'a doğru çevirdim. Niyetim, bu kadar yaklaşmışken ata topraklarını bir kez daha görmekti. Çevre yolundan Kırıkkale istikametine saptığımda güneş yeni uyanıyordu ve pencerenin aralığından giren ayazın ısırığı acıtıyordu. Yolda pek araç yoktu. Kırıkkale'den sonra sis tül perde gibi indi. Beyaz, yumuşak ve yoğun bir görüntüydü. Sis arada bir yırtılıyor, aralıktan doğa yeniden görünür oluyordu. Hemen ardından beyaz dünya yeniden başlıyordu.
Gerçekten çıkıp hayale dalıyor, tekrar gerçeğe dönüyordum sanki. Bir yandan yolu kolluyor diğer yandan da, sisin ardına gizlenmiş görüntülere anlamlar yüklemeye çalışıyordum. Görüşün netleştiği bir tarla kenarında ‘zınk’ diye durdum. Arabayı güvenli bir yere çekip, tarladaki sinemayı seyretmeye koyuldum. Dikenlerin arasına gerilmiş olan yüzlerce örümcek ağı, arkadan vuran güneşin etkisiyle inanılmaz bir görüntü sergiliyordu. Ağların üstünde minicik su damlacıkları sarkıyordu. Çömeldim, ıslak toprağa uzandım, şekilden şekile girip bu tabloyu görüntülemeye çalıştım.
Yozgat'a doğru güneş yükselip sisi sildi. Geç kalmış sonbahar renkleriyle boyanmış dağların, tepelerin, düzlüklerin kış ortasında güz manzarası sundukları, ayan beyan ortalığa döküldü. Akdağmadeni'ni geçtikten biraz sonra Yaraşbeli göründü. Anne tarafım mı soyadlarını buradan almışlardı, yoksa onların soyadı mı buraya verilmişti?.. Çok uzaklarda kalmış anılar olduğu için hatırlayamadım. Yalnız yol kenarındaki Yaraş Çiftliği'nin önünden geçerken, çocukluğumu görür gibi oldum. Koyunların çıngırak sesini, Karabaş'ın havlamasını, yayığın gıcırtısını duydum.
ÇOCUKLUK ANILARI
Yıldızeli'nden Tokat'a doğru saptım. Çamlıbel'den geçerken, çermiğin yanındaki tarlada köstebek kovalarken başıma güneş geçtiğini, ateşler içinde günlerce yattığımı, canımın ekşi vişne istediğini, babaannemin karşı tepelerdeki köylerden birindeki akrabasına gittiğimizi, kahvaltıda yediğimiz çökeleği, taze yufkayı, yayıktan yeni çıkmış tereyağını, yalaktan yal yiyen çoban köpeğini, kararmış süt kazanının altındaki odunların çıtırtısını, tüm ayrıntılarına kadar hatırladım.
Çamlıbel'den sonra Orta Anadolu'nun bozkırları, kel tepeleri yerlerini Karadeniz'in yeşil ağaçlarına terk etti. Kızıliniş Geçiti'ni geçip, rüzgarın önüne takılmış bulutlarla yarışarak Tokat'a girdim. Hava ıslanmaya başlamıştı. Bu güzelim kent, bana 10 dakika eşlik ettikten sonra geride kaldı. Bir ucundan girdiğim Tokat'ın diğer ucundan çıkıp, Niksar ve Reşadiye'ye ulaşan virajlı yolda ilerlemeye başladım.
Niksar kavşağında Kelkit Çayı'nı soluma aldım. Zümrüt yeşili sular deli deli akıyordu. Mayıs ayındaki gelişimde burada, ‘tırı vırı’ oltasıyla balık tutmaya karar verdim. Öğleyi biraz geçe Reşadiye'ye sapıp, yeni açılan Termal Otel'e vardım. Benden önce gelen ekip, beni orada bekliyordu. Hoş geldin faslından sonra daha odama çıkmadan soluğu restoranda aldım. İyi ki de öyle yapmışım. Koca bir tepsinin üstüne tepeleme yığılmış çökelekli gözlemeleri görünce, dayanamayıp giriştim. Akşam yemeğini düşünüp iki tane ile yetindim.
Yemek sonrasında Tokat İl Özel İdare Müdür Yardımcısı Adnan Özer ve Reşadiye Belediye Başkanı Hakkı Ünal'ın eşliğinde yayla gezisine çıktım. Karanlığa kalmamak için gezi soluk soluğa geçti. Kızılcaören, Konak, Baydarlı, Cimban, Kızıldere, Bereketli aklımda kalan yayla isimleriydi. Minibüsün camından etrafı seyrederken, buraların bahar aylarında rengarenk boyanacağını, çiçekleneceğini düşündüm.
Karanlık duman duman Reşadiye'nin üstüne çökerken otele döndüm. Odama çıkıp mayomu giydim. Yorgun vücudumu otelin havuzunda, kükürtlü sıcak suların insafına terk ettim. İyi ki de böyle yapmışım. Kaskatı kesilen kaslarım, pamuk gibi yumuşadı, yorgunluğum bedenimi terk etti. Kükürtlü su, vücudumu gevşetmenin yanı sıra karnımı da acıktırdı.
Hazırlanan masaya bakınca, ağzımdan gürül gürül sular aktı. Tepeleme sıcak bazlamalar, tabak tabak yöre peynirleri, küleklerde kuşburnu pekmezi, acısı kıvamında çemen, dilim dilim bez sucuğu... Birden kendime söz geçiremediğimi gördüm. Beynimle elim arasındaki bağlantı kopmuştu sanki. Beynim ‘yavaş ol, az ye’ diyordu, elim ise kelebek gibi, bir tabaktan diğer tabağa uzanıyordu. Arkadan yemekler sökün etti: Kesme çorbası, bulgurlu nohutlu yaprak sarma, çoban kavurma.
NİKSAR'IN FİDANLARI
Ertesi sabah kahvaltıya pek yüz vermedim. Bu kez Niksar'ın davetlisiydik. Kelkit Çayı'nı seyrede seyrede Niksar'a vardık. Niksar'ı tanımak için sokaklarında tur atarken, bir kına gecesi hazırlığına rastladık. Gelin tarafının kadınları evin önünde, ateşin üstüne koydukları koca kazanlarda yemek pişiriyorlardı: Tarhana çorbası, yaprak sarma, nohutlu pilav... Yüzümü kızartıp bir kaşık istedim. Kazanların içinde pişenlerin tadına baktım. Hepsi birbirinden lezzetliydi.
Niksar Belediyesi, Niksar Evi'nde özel bir öğle yemeği hazırlatmıştı. Yemeğin aşçılığını Nevin Arslan üslenmişti: Bacaklı çorba, patlıcan kebabı, etli yaprak sarması, kemik suyuyla pişmiş nohutlu pilav, göçmen usulü döşeme baklavası. Niksar türküleri eşliğinde, tabağıma konanları sildim süpürdüm. Her yemek öncesinde masaya otururken kendimi uyarırım: ‘Aman yavaş ve az ye... Yoksa rahatsız olursun...’ Ama yemekler önüme gelince, bütün uyarılarımı ve kendime verdiğim sözleri unuturum. Bu kez de öyle oldu. Oflaya puflaya yaylaya gidecek arabadaki yerimi aldım. Canik Dağı'nın zirvelerindeki Çamiçi Yaylası'ndan, çevreyi kuşbakışı seyrettikten sonra tekrar Reşadiye'ye döndüm.
Akşam yemeğine kadar kazanın sokaklarını arşınladım, kükürtlü sularda yüzdüm, limonlu sodalar içtim. Akşam yine bir ziyafetin baş köşesine oturdum: Yoğurtlu düğün çorbası, Tokat yaprağı ile yenen mercimekli Bat, Keşkek, meze olarak Çalma (koyu kıvamlı pekmez), bez sucuğu, çemen, yöre peynirleri...
Bir buçuk gün süren ‘oburluk hikayemi’ fazla uzatmaya gerek yok. Yarısı yemek masalarında geçen bu gezide çevreyi pek göremedim. Ayrıca yemeklerin tadı da damağımda kaldı. Örneğin kuzu mevsimi olmadığı için, ünlü Tokat Kebabı'nı yiyemedim. Onun için baharda bu güzelim yöreye bir kez daha gitmeye karar verdim.
Ertesi gün dükkánlara uğraya uğraya İstanbul'a döndüm. Aldıklarımın dökümü şöyledir: Niksar'dan pekmez, çemen, Yıldızeli mercimeği, Tokat'tan bez sucuğu, pastırma, Osmancık'tan pirinç, nohut, sarı leblebi, Kargı'dan kuru bamya ve tulum peyniri, Bolu'dan manda tereyağı ve köy ekmeği...
KESME ÇORBASI
Malzemeler: Bir su bardağı yeşil mercimek, bir su bardağı kurutulmuş ekşi erik, bir tabak erişte. (Beş kişi için)
Tarif: Ayıklanan ve yıkanan mercimek, yarısına kadar su doldurulmuş tencereye konur. Su kaynamaya başlayınca içine, ılık suyla yıkanmış ekşi erik ilave edilir. Mercimek piştikten sonra tuz ve erişte ilave edilerek 15 dakika daha pişirilir. Bir tavada yağ, salça, kırmızı biber, nane kavrularak sos hazırlanır. Servis edilen çorbanın üstüne bu sostan gezdirilir.
Şubat tatili önerisi
Şubat tatili için yurt dışına gitmek isteyenler için Nepal Fahri Konsolos'u Prof. Dr. Günseli Malkoç'un düzenlediği kültür turunu öneriyorum. Prof. Malkoç turun Hindistan'dan başlayacağını, burada Delhi, Agra, Jaipur ve Varanasi kentlerinin ziyaret edileceğini belirtti. Oradan Nepal'in başkenti Katmandu'ya geçilecek. Buradaki ve çevredeki tarihi yerler ve tapınaklar gezilecek. Nagarkot'tan Himalayalar seyredilecek, Pokhara'da Annapur'na dağlarında güneşin doğuşu ve batışı izlenecek. Daha sonra ülkenin güneyindeki ormanlık bölgede filler üstünde safari yapılacak. Bu turla ilgilenenler, Prof. Dr. Malkoç'a telefon edip daha fazla bilgi alabilirler: (216) 345 2607-349 4334
Yazının Devamını Oku 5 Ocak 2003
Gazetelerde, eski yılın son günlerinde, geçen yılların önemli olayları ve insanları hakkında listeler ve haberler yayınlandı. Her kategoride sıralamalar yapıldı. Ben de bir gezgin olarak, geçen bin yıla damgasını vuran kaşifleri, gezginleri anmak ve anımsatmak istedim. Aşağıdaki sıralamayı okurken göreceksiniz ki, bin yılın ilk yıllarında yollara dökülenlerin çoğu dinsel kökenli.. Onların amacı, inandıkları dinleri geniş kitlelere yaymak.. Bu amaçla yola çıkıp, dünyanın bir çok bilinmedik yerini keşfettikleri için onlar, ‘kaşif’ olarak adlandırıldılar.. Bunlara bir de istilacılar eklendi. Onların niyeti de yeni yerler keşfetmek ve buraları sömürgeleştirmekti.. Bir de yola gerçekten keşfetmek için çıkanlar vardı.. Amaçları ne olursa olsun bu insanlar sayesinde, dünyanın bilinmezliği çözüldü. Bu yolculukların günümüzden yüzlerce yıl önce yapıldığını ve o zamanki ulaşım ve konaklama şartlarını göz önüne getirirseniz, bu insanların ne kadar cesur, ne kadar inanmış, ne kadar maceraperest olduklarını görürsünüz. Bütün zorluklara ve tehlikelere rağmen dünyayı keşfetmekten vazgeçmeyen bu gezginleri sizlere tanıtmak istiyorum.
EL HASANİ EL-İDRİSİ
Faslı gezgin Kuzey Afrika'yı, İspanya'yı, Avrupa'yı adım adım gezdi.. Daha sonra Anadolu'ya geldi. Sicilya'nın Norman kralı II Ruggiero'nun danışmanlığını yaptı. Bazı keşif gezilerine krallık adına çıktı. Gümüş tabaka üzerine, 70 bölümden oluşan bir dünya haritası çizdi. 1154 yılında yazdığı, ‘Dünyayı Görmek İsteyenler İçin Keyif Gezileri’ adlı kitabında gezi anılarını topladı..
GIOVANNI DEL CARPINI
Papa'nın elçisi olarak Moğolistan'a giden 60 yaşındaki gezginin amacı, Moğolları Hıristiyan dinine inanmaları için ikna etmekti. Carpini bu görevini başaramadı ama Orta Asya, Baykal Gölü ve Aral Denizi civarına ayak basan ilk Avrupalı unvanını kazandı. İtalyan gezgin bu gezilerini ‘Tatarların Kitabı’nda anlattı.
MARKO POLO
1271 yılında babası ve amcası ile Venedik'ten çıkıp, İpek Yolu'nu izleyerek Çin'e ulaştı. Moğolistan'da Kubilay Han'a danışmanlık yaptı. Ünlü gezginin bu yolculuğu tam 14 yıl sürdü.
İBNİ BATUTA
Tanca'da doğan ve 1325 yılında hacı olmak için Mekke'ye doğru yola çıkan Ortaçağın en ünlü Arap gezgini, ‘hiçbir yoldan iki kez geçmeme’ kuralını benimseyerek, dünyanın olabildiğince çok yerini gezmeye karar verdi. Bu kararının sonucunda, 30 yılda tam 120 bin kilometre yol kat etti. Akıl verdiği sultan, hükümdar, vali ve görevlilerden aldığı yardımlarla gezilerini sürdürdü. Arabistan'a, Afrika'ya, Hindistan'a, Kırım'a, İstanbul'a, Orta Asya'ya, Maldivler'e ve Çin'e gitti.. Gezi anılarını Rahle adlı eserde topladı..
KRISTOF KOLOMB
İspanyol bayraklı 3 gemi ile 1492'de denize açıldı. Önce Bahama adalarına vardı. Daha sonraki seferlerde Jamaika, Honduras, Trinidad ve Küba'ya ulaştı.. Gittiği yerleri hep Hindistan sandı. Yeni bir kıta keşfettiğini öğrenemeden öldü.
VASKO DA GAMA
1497'de Portekiz'den yola çıkıp, Ümit Burnu'nu dolaşarak Hindistan'a doğru dümen kırdı. 1498 yılında Kalküta kentine vardı. Bu zorlu yolculuk onu dünya gezginleri arasına soktu.
AMERIGO VESPUCI
1499 ve 1502 yılları arasında Güney Amerika sahillerine iki sefer düzenledi. Bu toprakların Asya değil de yeni bir kıta olduğunu anladı. Buraları ilk keşfeden Vespuci olmamasına rağmen bu yeni kıtaya onun adı verildi.
HERMAN CORTES
1519 yılında yola çıkan İspanyol komutan Cortes'in amacı, Meksika'daki Aztek imparatorluğunu ele geçirmekti.. Cortes 1521 yılında kanlı bir şekilde bu emeline ulaştı.
MACELLAN
1519 yılında Arjantin'in en güney ucundaki Tierra del Fuego'yu, Güney Amerika'dan ayıran boğazı keşfetti. Boğaz'a onun adı verildi. Gezmeye bir türlü doymayan Macellan Filipinler'de öldürüldü.
FRANCIS XAVIER
Katolik misyoner, Doğu'da Hıristiyanlığı yaymak için 1542'de Roma'dan ayrıldı. Hindistan'a ve Doğu Hint adalarına gitti. Xavier Japonya'ya ilk ayak basan Avrupalı oldu.
FRANCISCO DE ORELLANA
1540'da İnkaların başkenti Cusco'dan (Peru) yola çıkan gezgin, Ekvador'daki Quito kentine gitti. Oradan Napo nehri aracılığı ile önce Amazon nehrine oradan Atlantik Okyanusu'na ulaştı. Daha sonra kıyıyı izleyerek Trinidad'a vardı.
SIR FRANCIS DRAKE
İngiliz denizci, 1577-1580 yılları arasında yaptığı seferlerle, dünyanın etrafında dolaşan ilk kaptan ünvanını kazandı. Kaptan Drake sayesinde İngiltere de dünya keşiflerine damgasını vurmuş oldu.
WILLEM BARENTS
Kuzey Kutbu'na yapılan yolculukların öncüsü olan Barents, 1595'te Spitzberg adasını buldu. 1596'da yaptırdığı buzda gidebilen gemisi sayesinde, kimsenin gidemediği yerlere kadar uzandı. 1597'de bir buzul üstünde can verdi.
EVLİYA ÇELEBİ
1611 yılında İstanbul'da doğan ünlü gezgin, yaşamının 50 yıla yakın bir zamanını yollarda geçirdi. Bu süre içinde Orta Avrupa, Balkanlar; Anadolu, Kafkasya, Kırım, Arabistan ve Mısır'ı dolaştı. Daha sonra yazdığı ‘Seyahatname’, önemli bir tarihsel coğrafya ve kültür atlası niteliğini taşıdı.
ABEL JANSZOON TASMAN
Hollandalı kaşif 1642-43 yılları arasında çıktığı yolculuk sonunda Tasmanya, Yeni Zelanda Ve Fiji'yi keşfetti.
KAPTAN COOK
1768 yılında çıktığı ilk gezisinden 1779'da çıktığı üçüncü seferindeki ölümüne kadar neredeyse bütün dünyayı gezdi. Güney Georgia, Hawai, Yeni Kalendonya adalarını keşfetti. Bering Boğazı'na kadar çıktı.
CHARLES DARWIN
1831 ve 1836 yılları arasında dünyanın en uzun süreli bilimsel gezisini yaptı. Gallapagos Adaları'na ve Güney Amerika pampalarına yaptığı yolculuklar, Evrim Teorisi'nin temellerini oluşturdu.
HEINRICH BARTH
Alman gezgin, 1847-55 tarihleri arasında tam 16 bin kilometre yol katetti. Bu süre içinde Büyük Sahra, Nijer, Timbuktu, Çad Gölü ve Libya'yı gezdi. Yazdığı beş ciltlik ‘Kuzey ve Orta Afrika'da Geziler ve Keşifler’ adlı kitabı, günümüzde bile gezginler için önemli kaynaklardandır.
DAVİD LIVINGSTONE
1849 yılında yola çıkan İskoçyalı din adamı, Afrika'nın bir çok bölgesini gezdi. Başta Viktorya şelaleri ve Malawi gölü olmak üzere bir çok bölgeyi keşfetti.. Bu keşif gezileri sırasında bir aslanın saldırısına uğrayıp ağır yaralandı. 1 Mayıs 1873 yılında öldüğünde, Nil nehrinin kaynağını araştırıyordu.
SIR RICHARD BURTON
Etnolog, jeolog ve aynı zamanda asker olan Burton, tamı tamına 25 dil biliyordu.. Nil nehrinin kaynağı olan Tanganika Gölü'nü keşfeden bu maceraperest gezgin, Arap kılığına bürünerek Mekke'ye girmeyi başardı. Burton ayrıca, 1001 Gece Masalları ile Kama Sutra kitaplarını da İngiliz diline tercüme etti.
KICHEN VE NAIN SINGH
İngiliz hükümeti tarafından Himalaya bölgesinin haritasının çıkarılması için görevlendirilen bu iki bilgin, bütün bölgeyi adımlarını sayarak ölçtüler. 1865 ile 1872 yılları arasında tamamlanan bu çalışma sonunda, Güney Çin, Nepal, Hindistan, Taklamakan Çölü ve Kaşgar bölgesi gibi geniş bir alanın detaylı haritası yapılmış oldu.
HENRY MORTON STANLEY
Afrika'ya memleketlisi Livingstone'u aramak için giden gazeteci Stanley, Viktorya gölünün Nil nehrinin kaynağı olduğunu buldu. Kendi yaptığı 12 metrelik bir kayıkla Lualaba nehrinden Kongo'ya doğru yola çıktı. Bu zorlu yolculuk tam 999 gün sürdü ve 114 kişinin ölmesine neden oldu.. Stanley, 1888 yılında aynı yolculuğu bir kez daha yaptı.
ROBERT FALCON SCOTT
Kızakları köpeklerin çekmesini insafsızlık olarak niteleyen İskoçyalı kaşif, 1911 yılında McMurdo'dan Güney Kutup noktasına doğru yola çıktı. Kısa bir süre sonra kızakların motorları bozuldu.. Ardından da sakatlanan atlar öldürüldü.. Bütün bu aksiliklere rağmen yoluna devam eden ekip, hedefe ulaştığı zaman büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Çünkü Kutup noktasında, Amudsen'in diktiği Norveç bayrağı dalgalanıyordu.
AMELIA EARHART
Bu cesur yürekli kadın, Honolulu'dan Kaliforniya'ya Pasifik Okyanusu'nu geçen ilk insan ünvanını kazandı. Earhart bununla yetinmedi, 1932'de yalnız başına Atlantik'i uçarak geçen ilk kadın ünvanını da aldı. Gezmeye doymayan Amelia, 2 Temmuz 1937'de öldüğünde dünya çevresinde atmaya başladığı turun 35.400'üncü kilometresine varmıştı.
THOR HEYERDAL
27 Nisan 1947'de, Balsa ağacından yaptığı Kon-Tiki adlı tekne ile Peru'daki Callao'dan yola çıkıp, 97 gün sonra Polinezya'daki Tuamotu takım adalarına vardı. Böylelikle İnkaların Pasifik aşırı gezilere çıkabileceklerini kanıtladı. Heyerdal yine kamıştan yaptığı teknelerle, 1970 ve 1977 yıllarında çıktığı yolculuklarla harita, pusula ve diğer yol gösterici aletler yapılmadan önce dünyanın nasıl keşfedildiğini gösterdi.
BEN CARLIN
1951-58 yılları arasında, hem karada hem de denizde giden arabası ile dünyanın çevresini dolaştı. Avustralyalı Carlin bu gezisinde, karada 62.765, denizde ise 15.450 kilometre yol kat etti.
JACQUES PICCARD
1960 yılının ocak ayında, Pasifik Okyanusu'ndaki Marianas Hendeği'ne daldı. Böylelikle dünyanın en derin noktasına varan adam ünvanını kazandı..Bu zorlu dalışı, yine kendisi gibi gezgin olan babası August Piccard'ın geliştirdiği bir denizaltı sayesinde yaptı.
YURI GAGARIN
12 Nisan 1962'de uzaya çıkan ilk insan oldu. Sovyet kozmonot uzayda kaldığı sürede tam 40.868 kilometre kat etti.
NEIL AMSTRONG
20 Temmuz 1969'da aya ayak basan ilk insan oldu. Onun bu tarihi yürüyüşünü, bütün dünya televizyon ve radyolarının başında naklen izledi.
RANULPH FIENNES
2 Eylül 1979'da teknesiyle İngiltere'nin Greenwich kasabasından yola çıkan İngiliz gezgin, 15 Aralık 1980'de Güney Kutbu'na, 10 Nisan 1982'de de Kuzey Kutbu'na vararak, dünyayı uzunlamasına dolaşan ilk insan oldu. Fiennes 56.000 kilometre yol yaptıktan sonra, 29 Ağustos 1982'de yeniden Greenwich'e döndü.
EMILIO SCOTTO
17 Ocak 1985'te motosikletiyle Buenos Aires'ten yola çıkan Arjantinli gezgin, dünyanın çevresinde 735.000 kilometre yol katettikten sonra, 2 Nisan 1995'te ülkesine döndü.
BARTNARD PICCARD VE BRIAN JONES
Dedesi ve babası da birer gezgin olan Piccard, arkadaşı Biran Jones ile birlikte balonla dünya gezisine çıktı.. 20 Mart 1999'da başarıyla sonuçlanan bu gezide iki gezgin, tam 42.810 kilometre uçuş gerçekleştirdiler.
Yazının Devamını Oku 29 Aralık 2002
Bir yıl daha geride kaldı. Geçen yılı da yollarda geçirdim. Bir çok rotayı izledim, pek çok mekánda kaldım. Yani gittim, gördüm, yedim, içtim... Bazı yerleri sevmedim, bazı mekánları ise bir türlü unutamadım. Bu hafta size gelecek yıl tatili için bir öneri paketi sunacağım. Ben bu adreslerde unutulmaz anlar geçirdim. Yani test ettim, onayladım...Sizin de hoşlanacağınızı umarım.
Yurt dışı gezginlerine
Slovenya, Nepal, Patagonya
Tatilini yurt dışında geçirmek isteyenlere önereceğim ilk adres Slovenya olacak. Her köşesi bir kartpostala benzeyen bu küçük ülkede geçirdiğim günleri hiç unutamıyorum. Özellikle Avusturya sınırına yakın, küçük bir gölün kıyısındaki Bled kentinde, kendimi bir masal diyarında sanmıştım. Slovenya Alpleri, kayak meraklıları için oldukça elverişli pistlerle dolu. Fiyatlar çok makul. Ayrıca bir araba kiralayarak Adriyatik sahiline inip, nefis balıklar yiyebilirsiniz. İkinci önereceğim yer, geçen hafta sizlere anlatmaya çalıştığım Nepal olacak. Katmandu Vadisi'nde bir masalı yaşayıp, ülkenin güneyindeki vahşi ormanlarda filler üstünde, heyecan verici bir safariye de katılabilirsiniz. Nepal'de konaklamak, yemek, içmek oldukça ucuz. Önemli olan hesaplı bir uçak bileti bulmakta. Arjantin'in güneyinde yer alan Patagonya ise bence dünyada görebileceğiniz en güzel coğrafyaya sahip. 2003 yılı tatili için iyi bir para ayırdıysanız ve unutamayacağınız bir yolculuk yapmak istiyorsanız, sizlere Patagonya'nın yalnız topraklarını hararetle öneririm. Bu geziyi yıllarca unutamayacağınıza garanti verebilirim.
ALTERNATİF: Alaska, Vietnam, Fas, İrlanda, İskoçya, Sicilya, Sardunya Adası
Güneyde iki cennet
Bördübet ve Göcek koyları
Bu yaz unutamayacağınız bir tatil geçirmek istiyorsanız, sizlere iki önerim olacak. Bunlardan birincisi, Datça Yarımadası'nda, Gökova Körfezi'nde Bördübet mevkiinde, bir dalyanın kenarında yer alan Golden Key adlı tesis. Ormanın içinde, gözlerden uzak olan bu tesis her anlamda mükemmel. Ağaçların arasına gerilmiş hamaklarda kitap okuyabilir, Gökova'nın masmavi sularında yüzebilirsiniz. Yaz tatili için önereceğim ikinci adres Göcek koyları olacak. Limandan kiralayacağınız bir motorla, eşi emsali bulunmayan bu koylarda denizin keyfini çıkartabilirsiniz. Burada konaklamak için, Göcek'e 20 dakika mesafedeki Gökceovacık Köyü'nde, bir tepeye kurulmuş olan iki evden ibaret Montenegro'yu önereceğim.
ALTERNATİF: Bozcaada, Çeşme, Eski Foça, Marmaris Turunç.
HAFTASONU KAÇAKLARI İÇİN
Hem damak hem tarih
Bu bölüm için birkaç rota önerim olacak. Birinci rota Tire, Ödemiş, Birgi: Tire, İzmir'e iki saat mesafede, şirin ve eski bir kasaba. Daracık sokakları, tarihî camileri, aşı boyalı evleri ile gezenleri kendine aşık ediyor. Tire'ye gelmişken Ödemiş'e gidip, buranın ünlü yağlı kebabının tadına bakmak lazım. Tabii oradan Birgi'ye uzanıp, geçmiş zamanın içinde dolaşmak gerek. Tire'ye her gidişimde Kaplan Köyü'nde, Kaplan restorana mutlaka uğrarım. Lütfü ve Hürmüz Hanım’ın hazırladığı ot yemeklerini ve Tire kebabını yemeden oradan ayrılmam. Size de öneririm.
İkinci rota Mudurnu, Göynük, Beypazarı: İstanbul tarafından gidiyorsanız yol üstündeki Mudurnu ve Göynük'e de uğramanızı öneririm. Beypazarı'nda eski mahalleleri gezdikten sonra, belediyenin Taş Mektep’te yaptırdığı restoranda yerel yemeklerin tadına bakmayı ihmal etmeyin.
Üçüncü rota Bursa, Mudanya, Tirilya, Cumalıkızık, İnegöl: Önce Mudanya üstünden Tirilya (veya Zeytinbağı). Tirilya'nın eski sokaklarını gezerken, mübadele öncesi süren dostça yaşamın izleri sizi biraz hüzünlendirebilir. Buradan da ünlü Tirilya zeytinini almanızı önereceğim. Bursa'dan gideceğiniz bir başka adres de Cumalıkızık köyü. Yaşayan bir müze olan Cumalıkızık'ta, eski Türk evlerine hayran kalacağınıza garanti verebilirim. Cumalıkızık'tan vakitlice ayrılabilirseniz, çok uzakta olmayan İnegöl'e gidip, meşhur köfte ile kendinize bir ziyafet çekebilirsiniz.
ALTERNATİF: İstanbul-İğneada (Çerkezköy, Saray, Vize, Kıyıköy, Demirköy)
YOL YAPMAYI SEVENLER İÇİN
Karadeniz’den Doğu’ya
Geçen yıl yaptığım, biri uzun diğeri kısa olan iki rotayı unutamıyorum. Bunlardan uzun olanında Amasya üzerinden Samsun'a geçmiş, kıyı kıyı Sarp'a kadar tüm Karadeniz'i arşınlamıştım. Tabii bu arada ana yoldan ayrılıp, muhteşem yaylalara uğramayı ihmal etmemiştim. Daha sonra Artvin'den içeri sapıp, Çoruh'un azgın sularıyla yarışa yarışa Erzurum'a inmiştim. Oradan Ağrı'ya, Doğu Beyazıt'a geçmiş, Türkiye'nin en doğu ucundaki yaşamlara konuk olmuştum. Daha sonra Van'da iki günlük mola verip, yüce dağların süslediği cennet benzeri toprakları gezmiş, yörenin yiğit insanlarıyla dostluk kurmuştum. Van'dan sonra Nemrut'un zirvesine çıkmış, ıssız yollarda dura dura, geze geze Bitlis, Muş, Bingöl, Elazığ'ı geçip Malatya'ya varmıştım. Ertesi gün erkenden Kayseri üstünden Nevşehir'e geçip, Kapadokya'nın sihirli görüntüsünü bir kez daha seyretmiştim. Oradan Aksaray'ı geride bırakıp Konya'da Mevlana'yı ziyaret ettikten sonra, akşam üstü kendimi Afyon'da kaplıcanın sıcak sularına terk etmiştim. Bir sonraki gün Kütahya, Bilecik, Adapazarı üstünden İstanbul'a varıp geziyi noktalamıştım.
Bu rotayı özellikle, arabayla gezmeyi sevenlere öneririm.
Önereceğim ikinci rotanın ilk durağında Truva harabeleri olacak. Çanakkale üstünden gittiğim Truva'da, bir taşın üstüne oturup, Homeros'un İlyada'sından Truva Savaşları'nı okumanın keyfine doyamamıştım. Oradan kıyı kıyı Assos'a gitmiş, zirvedeki Athena Tapınağı'ndan, güneşin batışını izlemiştim. Ege'nin alaca karanlıktaki görüntüsü beni adeta büyülemişti. Ertesi gün zeytin ormanlarının içinden geçerek, Kaz (İda) Dağları'nın güzel köylerinde konaklamış, has zeytinyağı ile yapılan yemeklerin tadına doyamamıştım. Bu rotayı da hararetle öneririm.
ALTERNATİF: İstanbul-Amasra (Adapazarı, Akçakoca, Ereğli, Zonguldak, Karabük, Safranbolu, Bartın)
Yazının Devamını Oku 22 Aralık 2002
Katmandu Vadisi'ne 30 yıl gecikmeyle yaptığım gezi unutulacak gibi değildi. 10 gün boyunca bir masalın içinde dolaştım durdum. Müze kentlerin sokaklarında geçmiş yüzyılları yaşadım. Günler geçtikçe Katmandu Vadisi'ndeki görüntülere alışıyordum. Artık önüme çıkan her tapınağı, sokakları, uzaklardaki Himalayalar’ı, insanları fotoğraf makineme hapsedeceğim diye soluk soluğa koşturmuyordum. Gördüklerime ilk günlerdeki gibi şaşırmıyordum. Detaylarla fazla ilgilenmeden dolaşmaktan daha çok keyif alır olmuştum. Çevrede öylesine çok detay, tanrı ve söylence vardı ki, bunları izlemekten, bakmaktan, sormaktan yorulmuştum.
Katmandu Vadisi'ndeki son iki günümü, yavaşlatılmış bir tempoda geçirmeye kararlıydım. Haritayı, kitapları ve rehberi bir kenara bırakıp, belli bir adrese doğru değil de, önüme neresi çıkarsa oraya gitmeye karar verdim.
Aklım Baktapur'da kalmıştı. Vadiye ilk geldiğim günlerde şöyle bir uğramış, bir kahve içip yoluma devam etmiştim. Bu kadar bir süre bile, Katmandu Vadisi'nin ikinci önemli kentine hayran olmama yetip artmıştı.
Baktapur parayla girilen bir müze kentti. Biletimi alıp, kale kapısını andırır bir kapıdan girince, kendimi Durbar Meydanı'nda buldum. Nepal'de kraliyet sarayı bulunan tüm meydanlara ‘Durbar’ adı veriliyordu. Meydanı daha önce görmediğim halde biliyordum. Ünlü yönetmen Bertolucci, 1994 yılında ‘Küçük Buda’ adlı filmi burada çekmişti. Aradan onca yıl geçmesine rağmen, bazı sahneleri hayal meyal hatırlıyordum. Küçük Buda'nın koşturduğu meydanın bir köşesine oturup etrafı seyrettim. Dediğim gibi detayların yerine, bütünü gözlemek niyetindeydim. Detaylara dalarsam işin içinden çıkamayacağımın, zamanı yetiştiremeyeceğimin farkındaydım.
1700'lü yıllarda yapılan, ‘55 Pencereli Saray’ın altın kapısından içeri girdim. İç kapının alınlığındaki tahta oymaların karşısında büyülenip kaldım. İnsan ötesi bir sabrın emeği olan bu sanat şaheserini seyretmeye doyamadım. Saraydan çıkıp, bilmediğim bir sokakta aheste bir yürüyüş tutturdum. Baktapur'da zaten hiçbir şeyin acelesi yoktu. Zaman öylesine yavaş ilerliyordu ki, henüz bu yüzyıla varamamıştı. Kendimi çok önceki bir zamanda yürüyor sandım. Aslında bir tek ben bu zamana aittim. Tahta ile muhteşem uyum içindeki tuğla evler, kiremit damlı tapınaklar, insanlar, dükkánlar hep geçmişte kalmıştı. Her adımda biraz daha eskiye gittiğimi sanıyordum.
Baktapur'un ‘Müritlerin Şehri’ anlamına geldiğini bir yerlerde okumuştum. Gerçekten de gördüğüm herkes, bir ‘razı oluş’ içindeydi. Güneş girmeyen bu dar sokaklara bir doygunluk, bir alçakgönüllülük, bir tevekkül, bir inanç, bir ruhanî huzur sinmişti. Bütün yüzler, ermiş bir gülümseme ile aydınlanmıştı. Bir başka sokağın açıldığı küçük meydanda, seramik ustalarına rastladım. İlkel çarkların ortasına yerleştirdikleri çamura, döndüre döndüre can veriyorlardı. Yüzlerce seramik vazo, meydanda kurumaya terk edilmişti. Bir başka köşede ise saman yığınlarının altında, ilkel fırınlarda vazolar ateşle baş başa bırakılmıştı.
BAKTAPUR YOĞURDU
Bir duvar kıyısına ilişip etrafı seyrettim; Bir adam çamur yoğuruyordu. Bir kadın çocuğunun bitini ayıklıyordu. Bir ihtiyar, kerevetin kenarına yaslanmış uyuyordu. Bir çocuk da bana bir şeyler soruyordu.
Yere serdikleri yaygıların üstünde tatlı patates, kara lahana, ıspanak, muz, portakal satmaya çalışan güler yüzlü kadınların önünden geçip, daha büyükçe bir meydana geldim. Meydanın girişinde etrafım seyyar satıcılarla çevrildi. Kimi Gurka kaması, kimi incik boncuk, kimi Buda heykeli, kimi de paşmina satmak istiyordu. Hepsi bir ağızdan ‘Good Price’ diyorlardı. 500 rupi ile başlayıp, önce 300'e hemen ardından 150'ye iniyorlardı. O güzelim el emeklerinin bu kadar değersizleşmesine gönlüm razı olmuyordu.
Meydanın tam ortasındaki kahveye oturdum. Garson Baktapur'un yoğurdunun ünlü olduğunu söyledi. Bir çanak yedim. Pudra şekeri ile tatlandırılmış Kanlıca yoğurdunu andırıyordu. Sonra karşımdaki Nyatapola tapınağını seyrettim. Rehber de burasının, Nepal'in en yüksek tapınağı olduğu yazıyordu. Merdivenlerinin iki yanına tapınağın koruyucuları sıralanmıştı. Çocuklar çığlık çığlığa, koruyucuların güçlerinden korkmadan, onların sırtına binmiş oyun oynuyorlardı. Tanrılar onlar için birer oyuncaktı.
Güneş ışıklarını aldı gitti. Sokaklar, meydanlar, tapınaklar, tanrılar alacakaranlığa boyandı. Oturduğum yerden kalktım. Seyrettiğim masal dünyası beni serseme çevirmişti. Baktapur'dan ayrılırken masalı yarım bıraktığımın farkındaydım.
MAYMUNLU TAPINAK
Ertesi gün erkenden, ülkenin en eski Buda tapınaklarından biri olan Swayambunat'a gittim. İki bin yıllık bu tapınak, bir tepenin zirvesinde yer alıyordu. Yaklaşık 400 basamakla çıkılıyordu. İnananlar merdivenleri tırmanmayı tercih ediyorlardı. Böylelikle daha çok sevaba gireceklerini düşünüyorlardı. Benim böyle bir kaygım olmadığı için araba yolunu seçtim.
Tapınağın avlusunda bir maymun ordusuyla karşılaştım. Zirveye çıkan merdivenlerin iki yanı kavga eden, koşuşturan, zıplayan, uyuklayan maymunların istilası altındaydı. Tapınakların bulunduğu düzlüğe vardığımda, karmakarışık bir kalabalıkla karşılaştım. Dua eden rahipler, dua silindirini çevirenler, çanları çalarak günahlarını korkutmaya çalışanlar, adak adayanlar, bir duvar kenarında maymunları kollayarak piknik yapanlar, mum yakanlar, alnına kırmızı boya sürenler, hediyelik eşya satanlar, tepeden Katmandu'yu seyredenler... Maymunlarla köpekler de, tüm bu insanların peşinde koşuşturup, görüntüyü daha fantastik bir hale sokuyorlardı. Bir köşeye çekilip olanı biteni gözledim. Sonra hiçbir şey dilemeden bir mum yaktım. Tapınaktan çıkarken, günahlarımı kovmak için çanın ipine kuvvetlice asıldım.
KRALLARIN BANYOSU
Oradan ‘Güzellikler Kenti’ Patan'a geçtim. Artistlerin, entelektüellerin, bohemlerin yaşadığı kalabalık sokaklarda gayesiz dolaşıp durdum. Meydanda sarayın karşısındaki kaldırımda otururken, yanıma bir çocuk yaklaştı. Kırık dökük İngilizce'siyle nereli olduğumu sordu. ‘Türk'üm’ dedim. Çocuk bana Dünya Kupası'nda Türk takımını tuttuğunu, Brezilya maçında hakemin haksızlık yaptığını, üçüncü olmamıza çok sevindiğini anlattı. Sonra bana rehberlik yapabileceğini söyledi. Dolaşmaya hiç niyetim yoktu ama çocuğu kıramadım. Peşine takıldım. Beni önce Tuşa Hiti denen, dünyanın en büyük banyo küvetine götürdü. XVII. yüzyılda yapılmış bu açık hava banyosunda, kraliyet ailesinin yıkandığını anlattı. Sonra ‘Altın Tapınak’ta, tanrı heykellerinin çevresinde cirit atan kedi iriliğindeki fareleri gösterdi. Onların Tanrı Ganeş'in dostları olduğunu söyledi. Daha birçok şey anlattı ama dinlemedim. Geldiğim günden beri maruz kaldığım ‘bilgi bombardımanı’ndan yorulmuştum. Tekrar meydana döndüğümüzde 100 rupi verip teşekkür ettim. Gülümsemesine bakılırsa beklediğinden fazlasını vermiştim.
TİBETLİ SÜRGÜNLER
Patan'dan Tibetli göçmenlerin kümeleştiği Budanat'a doğru giderken, görüntüler kadar trafiği de kanıksadığımı fark ettim. Ne üstüme üstüme gelen arabalar, ne de kesintisiz çalan klakson sesleri beni tedirgin ediyordu. Bir kapıdan girince karşıma beyaz, yuvarlak formda, dünyanın en büyük Buda tapınağı çıktı. En tepede Buda'nın mavi gözleri dört bir yanı gözlüyordu. İzin verilen en yüksek noktaya kadar çıkıp, ben de Buda'nın gözlemine eşlik ettim. Nirvana'ya doğru tırmanan 13 basamaklı altın merdivenin, ilk basamaklarına yüz süren inananları seyrettim.
Tapınağın etrafında evler sıralanmıştı. Evlerin alt katlarında hediyelik eşya satılıyordu. Üst katlar ise kahve veya restorana dönüştürülmüştü. Çevrede pek turist görünmüyordu. Üç numara tıraşlı kafaları ve vişne çürüğü giysileriyle Budist rahipler, rahip adayları, din okulu öğrencileri, yerel giysiler içinde Tibetli kadınlar, müşteri avına çıkmış seyyar satıcılar, dar sokakta bir aşağı bir yukarı gidip geliyorlardı.
Akşama doğru otele döndüm. 10 gün süren Katmandu Vadisi gezisini noktalamıştım. Lobide, bahçeyi gören rahat bir koltuğa oturup düşünmeye başladım. Görüntüler, isimler, söylenceler beynimin kıvrımlarında dolaşıyor, gözümün önünde canlanıyordu. Birden her şeyi karıştırdığımı fark ettim. Neyin gerçek, neyin hayal olduğuna karar veremedim. 30 yıl gecikmeye çıktığım bu yolculukta bir masalın içinde yaşamıştım sanki... Şimdi bu rengarenk, eski, güzel, fakir, görkemli, yeşil, güler yüzlü, ürkek, nazik ülkeyi hazmetmeye çalışıyorum.
KATMANDU NOTLARI
Katmandu'da sokakların adları ve binaların numaraları yok. Haberleşme posta kutuları aracılığı ile yapılıyor. Onun için bir adresi aramak için boşuna zaman harcamayın.
Taksilerde taksimetre var ama çoğu sürücü bunu açmak istemiyor. Bu konuda ısrarcı olun. Yoksa birkaç misli para ödeyebilirsiniz.
Kent dışına çıkacaksanız yanınıza sandviç ve su almayı ihmal etmeyin. Kesinlikle açık su içmeyin.
Günlüğü 50 dolardan şoförlü araba kiralayabilirsiniz. Kendiniz kullanacaksınız bu fiyat 25 dolara kadar düşüyor.
NE ZAMAN GİDİLİR
Nepal'e gitmek için en uygun dönem ekim ve kasım aylarıdır. Bu iki ayda hava ne çok sıcak ne de çok soğuktur. Yağmur ve sis olmadığı için bu aylar treking yapmak isteyenler için idealdir. Aralık ve ocak aylarında dondurucu soğuk olmaz ama karanlık erken basar, rutubetli ve dumanlı hava görüşü engeller. Şubat ve nisan ayları arasında hava ısınmaya başlar. Bu aylar da Nepal'e gitmek için uygundur. Ama sis yüzünden Himalayaları görmek olanaksızlaşır. Mayıs ve haziran aylarında sıcak, rahatsız edici boyutlara ulaşır. Toz fırtınaları gezginleri tedirgin eder. Haziran ve eylül ayları arası meşhur Muson yağmurları başlar. Dağlar bulutların arkasında görünmez olur. Seller yüzünden yollar kapanır, uçak seferleri iptal olur ve salgın hastalıklar artar.
Yazının Devamını Oku 15 Aralık 2002
Söylenceler, tanrılar, tanrıçalar, kutsal nehirler, yemyeşil tepeler, görkemli Himalayalar ile süslenmiş olan Katmandu Vadisi'nde neyin gerçek neyin düş olduğunu ayırt etmek oldukça zor. Katmandu'daki ikinci günüme, biraz gecikerek başladım. Telefonun sesiyle gözümü açtığımda, saatin 08.00 olduğunu dehşetle gördüm. Resepsiyon görevlisi, lobide birisinin beni beklediğini söylüyordu. Bir telaş yataktan fırladım. Erken kalkacağımdan öylesine emindim ki, rehbere saat 07.30'da lobide olmasını söylemiştim. Cep telefonumun alarmını kurmayı bile aklıma getirmemiştim. Uyku sersemliğini üstümden atıp saat farkını hesaplayınca, Türkiye'de henüz 04.15 olduğunu gördüm. Vücudum zaman atlamasına alışamadığı için, hesaplarım tutmamış erken uyanamamıştım. Nepal Türkiye'den 3 saat 45 dakika daha ileriyi yaşıyordu. Bu küsurat yüzünden, gezim boyunca aradaki saat farkını hesaplamakta hep güçlük çektim. Önce yerel saatten 4 saat çıkarıyor, sonra ona 15 dakika ekleyerek Türkiye'deki zamanı buluyordum.
Beni bekleyen çelimsiz rehberime önce ‘‘nameste’ deyip, sonra gecikmeden dolayı özür diledim. O da tüm Uzakdoğulu insanların hoşgörüsünü taşıdığından, candan bir gülümseme ile önemli olmadığını söyledi. Arabaya bindik. Kentin dört kilometre doğusundaki Paşupanitah Tapınağı’na gideceğimizi söyledi. Ben ne tarafın doğu olduğunu kestirmeye çalışırken Saşi (rehberin adı) anlatmaya başladı.
Paşupanitah, Hindu inanışının en kutsal tapınak komplekslerinden biriydi. Çiçekten kolyeler satan kadın satıcıların önünden geçip, damı altın kaplı tapınağın önüne geldik. İçeri Hindu olmayanlar alınmadığı için kapıdan bakmakla yetindim. İçeriye deri sokmak yasaktı. Onun için ayakkabı, kemer, çanta, cüzdan gibi deriden yapılmış eşyalarla girilemiyordu.
Tapınaktan çıkanlar, nehrin kıyısına gelip, suya pirinç serpiyor, çiçek atıyor, süt döküyorlardı. Biraz ötemde, yarı beline kadar soyunmuş bir kadın suyun içine oturup kalkıyordu. Nehre girmiş bir başka gurup, avuçlarına aldıkları suyu, baş hizasına kadar kaldırıp tekrar nehre bırakıyorlardı.
Tam karşımdaki sette iki ölü yakılıyordu. Yakılma sırasını bekleyen diğer bir ölünün ise ayakları ve yüzü, nehrin kutsal suyuyla yıkanıyordu. Bir takım insanlar odunları dürtükleyip, ateşin canlanması için uğraşıyorlardı.
AYRICALIKLI MAYMUNLAR
Karşı tepedeki mağaralarda, dünyadan elini eteğini çekmiş Hindu din adamları yaşıyordu. Gönüllüler onlara yiyecek getiriyor, mağaralarını temizliyorlardı. Çevremde dolaşan kırmızı kıçlı maymunlar, çalacak yiyecek arıyorlardı.
Benliğimi sarsan görüntüler öylesine zengindi ki, tümünü belleğime kazımakta zorluk çekiyordum. Gördüklerimi unutmak korkusuna kapılmıştım. Fotoğraf makinasını gözümden ayırmadan, tüm görüntüleri filimin üstünde dondurmak gayretindeydim. Bir yandan da rehberimi dinliyordum. Saşi anlamakta zorlandığım aksanı ile bana İndra'yı, Krişna'yı, Rudra-Şiva'yı, onların farklı bedenlere dönüşümlerini, sahip oldukları güçleri ve sonsuza dek yinelenen doğuş ve batışlarını, erkek ve kadın cinsel organlarından oluşan heykellerin ne anlam taşıdığını anlatıyordu.
Arabaya doğru giderken, kutsal Bagmati nehrine baktım. Bir yandan ona emanet edilen günahları, bir yandan da küle dönüşmüş ruhları yüklenmiş, sorumluluğunun bilincinde yavaş yavaş akıp gidiyordu. Katmandu'dan çıkıp, Himalayalar'ın en güzel göründüğü Nagarkot'a doğru yola koyulduk. Yolda dehşet verici bir trafik vardı. Arabaları sıyırıp geçen motosikletler, birbirini sollarken burun buruna gelen arabalar, yolu ortalayıp giden dünyanın en süslü kamyonları, kulakları tırmalayan klakson sesleri...
Kentten uzaklaştıkça görüntü yeşile boyandı. Buram buram verimlilik kokan yama yama teras tarlalar, zirvelere kadar uzanıyordu. Okaliptüs ağaçları, dev bambu ormanları, uzaktan kendini gösteren Himalayalar, renkli giysileri içinde çapa sallayan kadınlar arabanın penceresinden kayıp gidiyordu.
Önce yol üstündeki Banape kentine saptık. Kısa bir duraklama olacaktı. Rehberimi de yanıma alıp, vakit geçirmeden dar sokaklardaki yaşam manzalarının peşine düştüm. Zirvedeki tapınaktan kenti seyrettim. Kiremit kaplı damların estetiğine hayran kaldım. Sonra, güneşin bile girmekte zorlandığı daracık sokaklarda, çeşme başlarında yıkanan, bulaşık yıkayan kadınların en güzel pozlarını yakalamaya çalıştım. Nepal evlerinde banyo, tuvalet ve mutfak olmadığı için, çeşme başlarının önemli buluşma noktaları olduğunu öğrendim. Objektifimi sonra, camsız pencerelerden etrafı seyreden çocuklara, buğdayları savuran kadınlara, sokak kerevetlerine oturup sohbet eden insanlara çevirdim. Saşi, bu kerevetlere ülkenin her sokağında rastlandığını, buraların hamalların yüklerini koyup dinlenmeleri için yapıldığını anlattı. Kerevetler bizim kahve işlevini görüyordu. Mahalleli burada bir araya gelip, dertleşiyorlardı.
Nagarkot'a tırmanan yolun başında bir kulübe vardı ve yolun girişi kalınca bir bambu ile kapatılmıştı. Rehberim kulübeye gitti. Para verip bilet aldı ve görevli engeli kaldırdı. Sordum; paralı bir yola girdiğimizi öğrendim. Ama diğer yollardan bir farklılığını göremedim. İki arabanın yanyana geçmekte zorlanacağı darlıkta bir ’otoyol’du. Tırmana tırmana, manzaraya şaşıra şaşıra, Katmandu Vadisi'nin puslu görüntüsünü seyrede seyrede zirvedeki otele vardım.
İŞTE YÜCE EVEREST
Himalayalar’ın muhteşem zirveleri önce uzun bir süre seyrettim. Ebedi karlardan yansıyan ışık gözümü aldı. Karşımda dünyadışı bir manzara vardı. Himalayalar yeryüzünün alışageldik görüntülerinden uzak bir görünüm sunuyorlardı. Dünyanın en yüksek dağlarını çıplak gözle görmenin ayrıcalığı ile gururlandım. Fotoğraf makinelerimi çekim için hazırlarken, rehberim birisi ile çıka geldi. Otelin müdürüymüş. Elinde Himalayaların panaromik bir görüntüsü vardı. Bulunduğum noktadan Langton Himal'den Gavri Şankar'a ve Güney Annapurnalara kadar tüm önemli zirveleri görmenin mümkün olduğunu anlattı. Sonra, uzaklarda bir zirveyi gösterip, ‘işte Everest’ dedi. Sustum ve büyülenmiş şekilde o görüntüye takılıp kaldım.
Himalayalara, uzaklardaki Everest'in zirvesine baktıkça iç dünyamın resmini görüyordum sanki... Bu yüce dağlar çok uzaklardaydı ama, oradan kopup gelen soğuk, sert rüzgarın içime işlediğini hissediyordum. Boğuk, vınlayan, soğuk dağ rüzgarı, teraslardaki sarı çiçekleri dalgalandırıyordu. Olağanüstü bir ışık vardı ve dağlar sarı dalgalı bir denize benziyordu. Himalayalar, kirli sarı, mavi, beyaz bulutlarla çevrilmişti. Koca kartallar, kanat çırpmadan süzülüp duruyorlardı. Birden kartal olmayı istedim. Tanrılar mutlaka o zirvelerde oturuyordu ve görüntü cenneti andırıyordu. Himalayalar abartılı varlıklarıyla çevrelerindekileri de abartmaya zorluyorlardı. Burada en büyük düş gücünün bile, çok küçük kalacağını düşündüm.
Batan güneş zirveleri önce pembeye, sonra kırmızıya boyadı. Sonra mavimsi bir alacakaranlık bastı. Yüce dağlar sonsuz huzur ve sessizliğe daldı. Otelin müdüründen bir bardak şarap istedim. Saşi'ye bir şey anlatmamasını tembihledim. Bir süreliğine o muhteşem görüntünün karşısında, bedenimden sıyrılıp çıktım. Bir kartal gibi dağ rüzgarlarına binip, zirvelere doğru süzüldüm.
Katmandu Vadisi'ndeki gezime haftaya da devam edeceğim.
NEPAL'DE YEMEK
Nepallilerin yemek yeme alışkanlığı içinde kahvaltı yer almıyor. Kahvaltı bir bardak çay ile geçiştiriliyor. Öğle yemeği saat 10.00 civarında yeniyor. Akşam yemeği için ise güneş batmadan sofraya oturuluyor. Mercimek, pirinç ve baharatlı sebze ile yapılan ‘Daal Baat Tarkari’ Nepallilerin tek yemeği. Her öğünde bu yemek yeniyor. Arada bir Baat'ın yanında, yağda kızartıldıktan sonra yoğurtla marine edilen baharatlı et (Maasu) yeniyor. Baat iki gözlü kaplarda servis ediliyor. Bir göze konan mercimekli pirinç, elle topak haline getirilip yeniyor. İkinci göze konan yemeği yemek için de parmaklar kullanılıyor. Nevari mutfağı ise oldukça karmaşık ama çok lezzetli. En sevilen Nevari yemeklerinin başında, Yak etiyle doldurulmuş hamur topaklarından oluşan Momoşa geliyor. Palula denen zencefil soslu biftek de, sevilen yemeklerin başında yer alıyor. Nepal restoranlarında ayrıca Hint yemeklerini de bulmak olası. Tanduri adı verilen baharatlı tavuk eti, Çapati ve Nan denen ekmekler en favorilerin başında geliyor. Nepal'e gitmişken Tibet yemeklerinin tadına bakmadan dönmek olmaz. Momo en rağbet edilen Tibet yemeği. Momo, et, sebze ile yapılmış bir tür mantı. Kızartılmış Momo'ya ise Kote deniyor. Ev yapımı erişte, sebze ve et suyu ile pişirilen ve Tukpa adı verilen çorbaların tadı ise enfes. Tüm bu yemeklerin yanında, tencere kapağı şeklindeki Tibet ekmeğini ihmal etmemek gerek. Eğer yerel tatlarla aranız iyi değilse, Katmandu'da Batı mutfaklarından da örnekler bulabilirsiniz. Ama ben, büyükçe bir restorana gidip Nepal yemeklerinin tadına bakmanızı öneririm. Damağınızın, hiç bilmediğiniz enfes tatlarla tanışacağından emin olabilirsiniz. Bir de Nepal'de açık su içmemeniz konusunda sizi uyarmak isterim. Mutlaka kapalı su için ve şişenin kapağını siz açın.
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2002
Bir zamanlar barışın simgesi olan Katmandu'da şimdi terör hakim. Himalayaların çevrelediği kentte tam 3 bin tane tapınak var. Buna sokak aralarındaki küçük tapınaklar dahil değil. Kentin dar sokaklarında dolaşırken kendimi bir filmin içinde geziniyormuş sandım.
Yeni Delhi'den havalandıktan bir saat sonra Himalayalar tüm haşmetiyle görüntüye girdi. Başımı uçağın penceresine yapıştırıp 'Dağların İmparatoru'nu seyretmeye başladım. Bütün zirveler istisnasız bembeyazdı. Bulutları delip gökyüzüne doğru uzanmışlardı. Dünyanın en yüce dağlarını bu kadar yakından görmek beni heyecanlandırdı.
Yaklaşık 1,5 saat sonra uçak Tribhuwan havaalanının pistine kondu. İçime kıpır kıpır bir heyecan çöreklendi. İnişe hazırlanırken hoparlörden hostesin anonsu yükseldi. Söylediğine göre kral ve kraliçe İngiltere'den, sağlık muayenesinden gelmişlerdi. Onlar alanı terk edinceye kadar uçağın kapıları açılmayacaktı. İlk defa başıma böyle bir şey geliyordu. Nepal'in ilginç bir ülke olduğunu daha ilk baştan anlamıştım. Yarım saat sonra kapılar açıldı.
Pasaport kontrolünden ve gümrükten her hangi bir sorun yaşamadan geçtim. Otelin arabasını ararken çevreye bakındım. Biraz önce uçaktan kuşbakışı seyrettiğim Himalayalar, uzaklarda beyaz beyaz tüm heybetlerini sergiliyorlardı. Arabanın camından Katmandu'nun ilk görüntülerini yakalamaya çalıştım.
KEPENK EYLEMİ
Nepal dünyanın ikinci en fakir ülkesiydi. Yolun iki yanına bunu kanıtlayan görüntüler sıralanmıştı. Tuğla evlerin çoğu sıvasızdı. Üst katlarda kolon demirlerinin filizleri, Türkiye'deki gecekondu görüntülerini hatırlatıyordu. Bu filizlere televizyon antenleri bağlanmıştı. Her evin damında mutlaka bir veya iki su tankı göze çarpıyordu. Evlerin arasına gerilmiş iplerin üstünde renkli çamaşırlar dalgalanıyordu. Trafikte tam bir kargaşa yaşanıyordu. Klakson sesleri kentin vazgeçilmez gürültü kaynağı idi.
Hafta ortası olmasına rağmen, neredeyse tüm dükkanların kepenkleri kapalıydı. Daha sonra öğrendiğime göre illegal Maoist parti, üç günlük kepenk indirme eylemi yapıyordu ve benim geldiğim gün eylemin son günüydü. Maocular Nepal'de oldukça güçlüydü. Kral yanlıları azınlıktaydı. Caddeler baştan ayağa silahlı askerlerin kontrolü altındaydı. Hatta bazı benzin istasyonları, kum torbaları ile korunma altına alınmıştı. Maocu militanlar saldırılarını daha çok kırsal kesimde gerçekleştiriyorlardı. Hedeflerinde askerler ve polisler vardı. Nepal'deki ikinci günümde, Katmandu yakınlarında çıkan bir çatışmada tam 300 kişinin öldüğünü yerel gazetelerden okudum.
BEŞ YILDIZLI OTELLER
Her şeye rağmen Nepal, dünya gezginlerinin hala ilgisini çekiyordu. Bu nedenle kentteki lüks otel sayısı oldukça fazlaydı. Bugünlerde müşteri bulmakta zorlanan bu görkemli binalar, çevrelerini sarmalayan yoksul görüntülerle ilginç tezatlar sergiliyorlardı. Ben, adını ülkenin iki simgesinden almış 'Yak and Yeti' otelinde kalıyordum. Bahçe manzaralı odama yerleşip, iki günden beri kapalı duran bavulumu açtım. Buruş buruş olmuş giysilerimi astım. Gezgin kıyafetine bürünüp, vakit geçirmeden kendimi sokaklara vurdum.
Sokaklara geçmeden önce sizlere 'Nameste'yi anlatmam gerekiyor. Bu sihirli bir kelimeydi. Yaşamın her anında kullanılıyordu. Önce iki elin avuç içleri birleştiriliyor, başparmakların uçları çeneye doğru değerken, baş hafif öne doğru eğiliyor ve tam o sırada gülümseyerek 'Nameste' deniyordu. Bunu bir Batılı'nın (veya yabancının) ağzından duymak, Nepallilerin pek hoşuna gidiyordu.
Önce sarayın önünden geçip, Thamel semtine gittim. Thamel, tamamen turistlere ayrılmış bir semtti. Daracık sokaklarında yanyana dizilmiş yüzlerce dükkanda takılar, şapkalar, heykeller, paşminalar, rengarenk kumaşlar, tahtadan yapılma masklar, Khukuri adı verilen Gurka kamaları, Budist tesbihleri, çeşitli heykeller, dua silindirleri, Himalayaların zirvelerinden koparıldığı ve enerji verdiği iddia edilen kristaller, değerli değersiz renkli taşlar, yerel motiflerle süslü giysiler, tütsüler, taşlarla süslü küçük kutular ve diğer hediyelik eşyalar sergileniyordu.
TAPINAKLAR KENTİ
Thamel semti, dünyanın her yerindeki (veya geri kalmış bölgelerindeki) turistik eşya satılan sokaklardan pek farklı görüntüler sunmuyordu. İki adımda bir önüm kesiliyor, eşyalar gösteriliyor, 'good price' temennaları arasında dükkanlara davet ediliyordum. Birisinden yakamı kurtardıktan sonra, hemen bir diğerinin ilgi alanına giriyordum. Thamel'de dükkanların yanı sıra, Uzak Doğu mutfaklarından örnekler sunan restoranlar, Himalayalara treking düzenleyen turizm firmaları, kahveler ve kitapçılar da vardı.
Thamel renkliydi, kalabalıktı, gürültülüydü ama hediyelik eşyalar dışında Nepal'le ilgili pek ipucu sunmuyordu. Haritama bakıp, beni Durbar Meydanı'na götürecek dar sokakları işaretledim. Turistik bölgeden uzaklaştıkça, Katmandu'nun gerçek yüzünü görmeye başladım. Neredeyse her köşe başında bir tapınak vardı. Sokakta yürüyenler bu tapınakların önünde kısa bir süre duraklıyor, bir iki dua ediyor, varsa çanı çalıp günahları uzaklaştırıyor, en sonunda da küçük heykelin üstüne parmağı ile dokunup, aldığı kırmızı boyayı alnına sürüyordu. Eğer heykelin önünde çiçek varsa, ondan bir kaç yaprak kopartıp, saçlarının üstüne koyuyordu.
Güneş girmeyen bu dar ve kalabalık sokaklarda gördüklerim beni şaşırtıyordu. Önüme çıkan her şeyin fotoğrafını çekmeye çalışıyordum. Küçük, vitrinsiz dükkanların çivit mavisi çerçeveli pencerelerinden, içeride kumaş kestiren rengarenk giysili kadınları fotoğraflamaya çalışıyordum. Hiç tepki vermiyor, kızmıyor aksine ak dişlerini sergileyerek gülümsüyorlardı. Ben de onlara 'Nameste' diyordum.
Bakkalların önündeki sebzelerin, meyvelerin, onları satan alan insanların görüntülerinin peşinde koşturup duruyordum. Bir filmin setinde dolanıp durur gibiydim. Yerdeki fare ölüleri, koşturup duran çocuklar, bir köşede pirinç yiyen adam, çeşme başında saçını yıkayan kadın, bulaşık yıkayan genç kız, başına geçirdiği kayışın yardımıyla koca çuvalı taşımaya çalışan küçük hamal, güneşin hüzmelerine sırtını dayayıp sohbet eden yaşlı Budistler...
Bazen iki kişinin bile yanyana yürüyemeyeceği kadar daralan sokaklardan geçerek Durbar Meydanı'na geldim. Eski sarayın bulunduğu meydan, tüm dünya meydanları gibi kalabalıktı. Mabetler yanyana dizilmişti. Krişna tapınağı, hemen yanında bir Budist stubası, biraz ötede Hindu tapınağı... En hareketlisi Hindu tapınağı idi. Yüzlerini çeşitli renklere boyamış yogiler, poz verecek turist arıyordu. Kimi rahipler, önlerindeki kaplarda bir takım düzenlemeler yaparak dua okuyor, inananlar önce tapınağın çevresindeki dua silindirlerini çeviriyor, sonra dört bir yandaki çanları çalarak günahlarından arınıyorlardı.
BİR MİZANSEN GİBİ
Budist tapınaklarının basamaklarında oturanlar ise hem etrafı seyrediyor hem de sohbet ediyorlardı. Basamakların etrafına yaydığı yaygıda sergilediği ıspanak ve tatlı patatesleri satarak nafakasını çıkarmaya uğraşan kadın, bir yandan da kaçmaya çalışan keçisini zaptetmeye çalışıyordu. Tapınağın bir köşesine Singer makinasını koyan seyyar terzi, karşısına oturan genç kıza sari dikmek için ölçü alıyordu. Hemen onun yanındaki açık hava berberi, tabureye oturmuş küçük bir çocuğun saçlarını kısaltma çabasındaydı.
16. Yüzyılda yapılmış olan sarayın avlusunu gezdim. Silahlı askerlerden ürktüğüm için, orada fazla oyalanmadım. Sarayın hemen yanındaki Kasthamandap denilen dünyanın en eski tahta binasının üstündeki oymaları, hayranlığın ötesinde bir şaşkınlıkla izledim. Böylesine sabırlı ustaların, ancak ruhun egemen olduğu bir ülkede yetişeceğine kanaat getirdim. Güneş batıyordu ve tapınaklar kızarmıştı. Meydanı bir müzik sarmaladı. Sordum; bir Budist duası olduğunu söylediler. Bir tapınağın basamaklarına oturup, 'Om Mani Padme Hum'u dinlemeye koyuldum. Dalga, rüzgar, kuş sesini andıran nağmelere kapılıp bir süre başka boyutlarda dolaştım.
Durbar'dan ayrılıp, tekrar klakson seslerinin, motosiklet pat patlarının, motor homurtularının hakim olduğu gerçek dünyaya döndüm. Kalabalıkları yararak otele doğru yürüdüm. Otele yakın bir yerde bir cafe-bar buldum. Pencere kenarına oturup, Nepal'in ödül kazanmış romundan bir bardak söyledim. Caddelerden el ayak çekilmeden bardan çıktım. Romun verdiği cesaretle, karanlığa kalmamam konusundaki uyarıları kulak arkası ettim. Otele giden karanlık sokaklarda aheste bir yürüyüş tutturdum. Masalın içinden çıkıp, beş yıldızlı otelin pırıltısına karışmakta acele etmedim.
Haftaya Katmandu Vadisi'nde yaşadıklarımı anlatmaya çalışacağım.
MİNİ REHBER
NASIL GİDİLİR Gulf Air pazartesi, cuma ve cumartesi günleri Bahreyn aktarmalı uçuyor. Adres: Cumhuriyet Cad. No:213 Tel: (212) 231 3450-53 Ayrıca Nepal'in fahri konsolosu Prof. Dr. Günseli Malkoç, Nepal'e bayram, yarı yıl tatili gibi özel dönemlerde tur düzenliyor. Tel(216) 345 2607-449 4334.
VİZE Nepal, Türk vatandaşlarından vize istiyor. Vizeyi İstanbul'daki fahri konsolosluktan almak mümkün. Vize için bir fotoğraf, 30 dolar ücret ve formu doldurmak yeterli. Haftanın 5 günü 11.00-16.00 arası başvurular kabul ediliyor. Vize genellikle başvurulan gün veriliyor. Adres: Vali Konağı cad. Yapı Kredi İşhanı. Kat:4 Nişantaşı Tel: (212) 246 6104
PARA BİRİMİ Bir dolar karşılığında 75 rupi veriliyor.
ALIŞVERİŞ Katmandu öncelikle bir takı cenneti. Kıymetli veya yarı kıymetli taşlardan yapılmış takılar çok göz alıcı. Ufak tefek onlarca hediyelik eşya da bulmak mümkün. Khukuri denen Gurka kaması ülkenin simgelerinden. Tahtadan oyulmuş masklar ve tanrı heykelleri de alış verişin gözdelerinden. Tabii ki paşmina denen kaşmirden dokunmuş atkı ve şallar çok ünlü. Saf paşminalar pazarlıkla 65-70 dolar civarında. Yün karışımı paşminalar çok daha ucuza alınabiliniyor. Gerçek paşminanın yanmış kıl koktuğunu hatırlatmakta yarar var. Pazarlık her yerde geçerli. Fiyatı nereye kadar indireceğiniz tamamen yeteğinize kalmış bir şey. Söylediği fiyatın üçte birine kadar düşenleri gördüm. Bir de elektronik eşya ve fotoğraf malzemeleri ucuz. New Road'daki dükkanlarda satılanların Avrupa'dan yüzde 40-45 daha ucuz olduğunu gördüm.
CEP TELEFONU Ülkenin hiç bir yerinde çalışmıyor. Otellerde telefon ücretleri çok yüksek. Haberleşme için e-maili veya faksı seçmenizi öneririm.
KREDİ KARTI Küçük dükkanlar haricinde her yerde geçiyor. Ama yüzde 4-5 oranında komisyon alınıyor.
HAVA DURUMU
Nepal'e gitmek için en uygun aylar Ekim ve Kasım. Bu aylarda hava kuru oluyor. Ayrıca sıcaklık ne üşütüyor ne de bunaltıyor. Bir de bu aylarda Himalayaları görme şansınız daha yüksek. Başkent Katmandu'nun yıllık ortalama hava sıcaklığı (0)durumu şöyle:
Aylar Min. Max.
Şubat 4 20
Nisan 11 27
Haziran 19 29
Ağustos 20 28
Ekim 13 26
Aralık 2 20
Yazının Devamını Oku