Ege'de bahara doğru yaptığım yolculuğun ikinci durağında Foça vardı. Şimdilerde sessiz, sakin kendi halinde yaşayıp giden Foça'nın, geçmişte delişmen denizcilerin kenti olduğunu öğrenince şaşırıp kaldım. Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin ve Türklerin uzun süre yan yana yaşadığı bu şirin kasabanın hayranı oldum.
Cunda’da hasret giderip, meşhur ‘tulumlu tost’ ile kahvaltımı ettikten sonra, Dikili üstünden kıyı kıyı İzmir'e doğru inmeye başladım. İndikçe baharı daha çok hissettim. Çiçek açmış ağaçları gördükçe, İstanbul'un yakasına yapışıp kalan kışa daha çok kızıyordum. Yol kıyısında akıp giden ağaçlara baktıkça, kendimi rüzgarın önüne düşüp, nereye gittiklerini bilmeyen pamuk bulutlara benzettim.
Yalnız yolculuklar hep düşüncelere gebedir. Arabam kilometreleri yutarken, ben çeşitli düşüncelere dalarım. Hatta bazen kendi kendime konuşurum. Değişen her yeni manzarayla birlikte de yeni düşüncelere geçerim. Bu sefer de öyle yaptım. Savaşı düşündüm. Ben güzelliklerin arasında yelken açmış giderken, Irak'ta şu anda insanlar ölüyordu... İçim karardı. ‘Gitmemeli miyim?’ diye aklımdan geçirdim. Geri dönmekle, görmemekle, yememekle, içmemekle bir şeyleri değiştirebilir miydim? En azından isyan eden vicdanımı susturabilirdim... Düşündükçe çözümsüzlük batağına daha çok battığımı gördüm.
Aliağa'yı geçip, Yeni Foça'ya doğru saptım. Birden kendimi uzun bir kamyon konvoyunun peşinde buldum. Yolun iki yanı, dev sanayi tesisleri tarafından işgal edilmişti. Homur homur dev kamyonlar bu tesislere ya mal götürüyor, ya da mal çıkartıyordu. Yol dar olduğu için kamyonları sollayamıyor, fabrika bacası, egzoz dumanı altında yavaş yavaş ilerliyordum. Etraftaki manzara hiç de iç açıcı değildi. Hatta insanı ürkütüyordu. Büyükçe bir hurdalığı geçtikten sonra kabus azaldı ve birkaç kilometre sonra da güzellikler tekrar sahneye çıktı.
CENEVİZ KOLONİSİ
Ortaçağ sonlarında kurulan Ceneviz kolonisi Foggia Nuova'nın mirasçısı Yeni Foça'yı görünce, kararmış ruhum biraz olsun huzur buldu. Limanda birkaç kasabalı ve benim dışında kimsecikler yoktu. Masmavi gökyüzüne pırıl pırıl bir güneş yapışmıştı. Koyun karşı tepeleri, yazlıkçı sitelerinin işgaline uğramıştı. Olağanüstü manzaraya sahip olan bu tepelerin, yakın bir gelecekte ‘tripleks’ villarla dolup taşacağını tahmin etmekte zorlanmadım. Yeni Foça'nın eski taş evlerle süslenmiş daracık yollarında gezinirken, geçmişi düşündüm.
Kasabanın kuruluşu 1275 tarihine dayanıyordu. O tarihte burası, Benedetto ve Manuele Zaccaria adındaki Cenevizli iki tüccar kardeşe verilmişti. Zaccaria kardeşlerin amacı, yarımadadaki şap madenini işlemekti. Kardeşler işe, yarımadanın kuzeyine korunaklı bir liman inşa ederek başladılar. Bu liman kısa sürede genişledi ve Foggia Nuova adında zengin bir şehre dönüştü. 1455 yılında Osmanlıların eline geçen Yeni Foça'nın bugününde, eskiyi anımsatacak pek bir şey bulamadım.
Eski dönemlerin önemli ve zengin bir kenti olan Yeni Foça, artık kendi halinde, şirin, yaz misafirlerini bekleyen, sessiz bir kasabaya dönüşmüştü. Eski Foça'nın peşine düştüğüm için, Yeni Foça'da fazla oyalanmadım. Bu yolculuğa çıkmamın en önemli nedeni, Kemal Anadol'un son kitabı ‘Büyük Ayrılık’ olmuştu. Anadol bu kitabında, Kurtuluş Savaşı öncesi Foça-Ayvalık-Midilli ekseninde yaşanan olayları anlatıyordu. Osmanlı İmparatorluğu'nun, XX.yüzyıl başındaki çözülme sürecine Ege'den tanıklıklar getiren bu belgesel romanda, 1900'lü yılların Foça'sı, Türkler ile Rumlar'ın iç içe yaşamı öylesine güzel anlatılmıştı ki, buraları görme isteğinin önüne geçemedim.
DELİŞMEN DENİZCİLER
Yeni Foça ile Eski Foça arasında kıyı kıyı giden yol, öylesine güzel manzaralarla doluydu ki, ikide bir durup fotoğraf çekmek zorunda kalıyordum. Bu yüzden de yol bir türlü bitmek bilmiyordu. Budanan zeytin dalları yakıldığı için, havaya isli zeytin kokusu sinmişti. Zeytin ormanları bitince birden Foça göründü. Arabamı meydana bırakıp, vakit geçirmeden sokaklara daldım.
Yarımada limanı ikiye bölmüştü. Önce ‘Büyük Deniz’ denen bölümdeki eski camiyi, kenti çevreleyen surları gezdim. Herodot Tarihi'nden okuduğuma göre bu surların parasını, o zamanki adıyla Phokaialı'ları çok seven Tartessos Kralı Arganthonios vermişti. Kral o kadar çok para vermişti ki, Phokaialı'lar harcaya harcaya bitirememişlerdi.
Antik taşların üstünde sekmekten yorulduğum için, sahile oturup bir çay söyledim. Bahar başlangıcındaki Foça'da, sessiz sakin akıp giden yaşamı seyretmeye koyuldum. Kendi halindeki bu kasabanın geçmişte, delişmen denizcilerin yuvası olduğunu düşlemekte zorlandım. John Freely'nin ‘Türkiye Uygarlıklar Rehberi’nden öğrendiğime göre, Foça Yunan dünyasında, denizaşırı kolonileştirme yolculuklarına çıkan ilk kentlerinden biriydi. İ.Ö VIII. yüzyılın ortalarında, Pontos'un güney kıyısında, Amisos'ta (Samsun) bir koloni kurmuşlardı. Elli kürekli kadırgalarla denize açılan Foçalı'lar, daha sonra Massalia'nın (bugünkü Marsilya) oradan bugünkü Nice ve Antibes'in, Korsika'daki Alalia'nın, İber yarımadasında Cadiz'e yakın Tartassos'un temelini atmışlardı. Yani Karadeniz'den Akdeniz'e kadar birçok kentin kurucusu Foçalılar olmuştu.
FOÇA'NIN ŞİKAYETİ
Daha sonra limanın Küçük Deniz bölümüne geçip, kasabanın daha yeni döneminde gezindim. Kimi onarılmış, kimi yıkılmak üzere olan taş evlerin süslediği sessiz ara sokakların güzelliğine hayran oldum. O güzelim evlerin duvarlarında, geçmişin çok kültürlü yaşamından izler aradım. Kapı üstlerine kazınmış tarihlerden başka bir ize rastlayamadım.
Kentin altı ve çevresi, antik dönemden kalma eserlerle doluydu. Ama bugüne kadar tam olarak gün yüzüne çıkarılan olmamıştı. Kazıların uzun sürmesi, sponsor firmaların hevesini kaçırmıştı. Para olmayınca da, maceracı denizcilerden kalma eserler gün yüzüne çıkarılamamıştı. Kahvede otururken, gazeteci olduğumu öğrenenler masamın etrafında halka oldular. Hoş beşten sonra sıra dert dökmeye geldi. Orada duyduklarıma göre Foça'nın tamamı sit alanıydı ve bu da Foçalı'lara hayatı zehir ediyordu. Ne evlerini onarabiliyorlar, ne altyapı için bir girişimde bulunabiliyorlardı.
Foçalı'ların söylediğine göre, kasabaya kimse yatırım yapmak istemiyordu. O güzelim taş evler de, beş-on tanesi haricinde kendi haline terk edilmişti. Aslına uygun onarmak bir servet istediği için, kimse buna teşebbüs edemiyordu. Onarım böylesine pahalı olduğu için dışarıdan gelenler de satın almaya pek yanaşmıyorlardı. Ben sit taraftarı olduğumdan, bir şey söylemeden not almakla yetindim. Ama onlara söz verdiğim için de, şikayetlerini yazıma ekledim.
Foça'da akşam olmaya başlamıştı. Büyükçe bir tostla idare etmeye çalışan midem, yavaş yavaş isyan bayrağını açıyordu. Küçük Deniz'de, limanın kıyısına gidip, balıktan dönen tekneleri gözlemeye başladım. Plastik leğenlerde çırpınan barbunyalar, çipuralar, levrekler, kefaller, biraz sonra kıyıdaki restoranlara doğru yola çıkacaktı. Omuzlarımdaki ve bacaklarımdaki ağrıları hissedince, iyi bir akşam yemeğini hak ettiğimi düşündüm.
Haftaya: Celep'in yerinde akşam yemeği, Çandarlı'nın köyleri, kıyı kıyı Karaburun, kimsesiz Alaçatı, Çeşme, Dalyan.