Baharla birlikte hafta sonlarında keşifler yapmanın da zamanı geldi. Bu hafta sizlere görünce mutlu olacağınız, sokaklarında gezmekten keyif alacağınız bazı adresler önereceğim. Yemeli, içmeli, gezmeli bir hafta sonu geçirmek isteyenlere bu adresleri hararetle öneriyorum.
Malumunuz dur durak bilmeden gezip duruyorum. Gördüğüm bir çok yer beni çok etkilemiyor. Öylesine geçip gidiyorum. Oralar defterimde, birkaç satır not olarak kalıyorlar. Ama bazı yerler var ki, beni kendisine mıknatıs gibi çekiyor. Bu mekánlarda olmak beni heyecanlandırıyor, yaşamıma keyif katıyor. Oralara dönüp dolaşıp, tekrar tekrar gidiyorum.
Bahar bu yıl utangaç bir geline benzetti kendini. Güzel yüzünü göstermekte çok nazlandı. Sizi bilmem ama ben, güneşli bahar günlerinde kendimi dizginleyemem. Alır başımı giderim. Hafta sonlarını çoğunlukla yollarda geçiririm. Bu hafta benim gibi ‘yol düşkünlerine’ bazı adresler önereceğim. Bu adresleri, benim üstümde iz bırakan, bana keyif veren kasabaların arasından seçtiğim için, başlığı ‘Benim Kasabalarım’ koydum. Gezip, gördükten sonra buraların sizin de kasabalarınız olacağına inanıyorum. Sözü fazla uzatmadan kasaba yolculuğuna başlayabiliriz.
BEYPAZARI'NIN EVLERİ
İlk adresim, Ankara'nın Beypazarı ilçesi. Buraya Belediye Başkanı Mansur Yavaş'ın daveti üstüne gitmiştim. Gitmeden önce yaptığım ön çalışmalarda, Beypazarı'nın ilkçağdaki adının ‘Kaya Ülkesi’’ anlamına gelen Laganeia olduğunu, Bizans döneminde ise Anastasiopolis adını aldığını öğrenmiştim. Germiyanoğlu Yakup Bey'in veziri Dinar Hezar bey zamanında ise ‘Beyhezar’ olarak anılmaya başlanmıştı. İlçede kurulan pazar yeri, o dönemde tüm yörede dillere destan olmuştu. Gel zaman git zaman bu pazarın da etkisiyle, ilçe bugünkü ‘Beypazarı’ adına kavuştu.
Her yer hakkında bilgi sahibi olan Evliya Çelebi, ünlü Seyahatname'sinde Beypazarı hakkında şu bilgileri düşmüştü: ‘İki dere içindeki 21 mahallede 3060 adet ikişer katlı, duvarları kerpiçten, üzerleri tahta kaplı evler vardır. 70 adet okul, 7 han ve hamam ve 600 adet de dükkan bulunur...’ Bu güzelim ahşap evler büyük yangınların kurbanı oldu. Harap olan evleri, Beypazarlı ve Safranbolulu ustalar omuz omuza verip, eski hallerine döndürdüler. Bugüne kalanları ise Başkan Mansur Yavaş teker teker onartıp, yaşanılır hale getiriyor. Beypazarı'nı ilk gördüğümde çok sevdim. Daha sonra birkaç kez daha gittim. Her seferinde sevgim biraz daha arttı. Ahşap evlerin süslediği daracık sokaklarda dolaşırken, çarşıda bakır döven sanatçılara, yemeni diken saraçlara, parlak kumaşlar üstünde harikalar yaratan yorgancılara ve diğer esnafa selam vere vere yürürken, hep geçmişte yolculuk yaptığım hissine kapıldım.
Beypazarı eski evleri kadar mutfağı ile de ünlü. Örneğin ‘Kuru’su dillere destan. Un, süt ve tereyağı ile yapılan parmak büyüklüğünde, galeta benzeri bu yiyecek Beypazarı'nın vazgeçilmez gıdası. Kuru'nun yanı sıra, çiğ börek benzeri ‘Yarımca’nın, Akpüskül üzümünün yaprağı ile yapılan ve ekşi pestil ile pişirilen sarmanın, İsmet Usta'nın güveçlerinin, 80 katlı baklavanın lezzeti anlatılır gibi değil.
Beypazarı yemesiyle, içmesiyle, gezmesiyle dolu dolu bir hafta sonu için sizi bekliyor.
ÇEYİZ KENT ENEZ
Önereceğim ikinci adres, Yunanistan sınırındaki Enez. Bu sınır kasabasına çeltik tarlalarının arasından giriliyordu. Askeri lojmanları, resmi binaları, az katlı apartmanları geçtikten sonra, ana caddenin sonundaki kale yıkıntısı ile kasaba bitiyordu. Tüm bu görüntüler ilk bakışta beni düş kırıklığına uğrattı.
Kalenin yanındaki yoldan sahile doğru inince, görüntü birden değişti. Deniz kıyısına doğru giderken, bahçesinde birkaç eski mezarın bulunduğu, Bizans şapelinden bozma küçük bir türbe gördüm. Durup, kapının önüne dikilmiş yazıyı okudum: Burada Enez'in fatihi Has Yunus Bey yatıyordu. Şimdiye kadar adını hiç duymadığım bu kahramanın kimliğini irdelerken karşılaştığım bilgiler beni şaşkına çevirdi. Enez geçmişte bir ‘çeyiz kent’ti. Şöyle ki; tarihteki adı Ainos olan bu limanda Pers Kralı Darius'un, Büyük İskender'in orduları konaklamıştı. Ortaçağda uzun süre Bizans idaresinde kalan Enez, 1355 yılında Cenovalı Gattelusio ailesine çeyiz olarak verilmişti.
Meriç Nehri'nin ağzındaki bu önemli ticaret merkezini, 1456 yılında Has Yunus Bey, Fatih'in emriyle işgal edip Osmanlı topraklarına katmıştı. Yunanistan'la yüz yüze duran kasabanın dar sokaklarında dolaşırken, taş evlerin ve onları çevreleyen bahçe duvarlarının, Bizans'tan kalma taşlarla örüldüğünü gördüm. Ege'nin mavi sularıyla oynaşan uçsuz bucaksız kumsalda yürürken, ağ temizleyen balıkçılara ‘rasgele’ deyip kıyıdan ayrıldım.
Enez'in diğer bir yüzünü de, kasabanın kıyısındaki Gala Gölü'nün kıyısında gördüm. Yüzölçümü 40 yılda 4 bin hektar küçülen gölün kıyısında mola verdim. Arabanın bagajında taşıdığım mangalı hazırladım. Ağlarını temizleyen balıkçıdan irice bir sazan aldım. Temizleyip ızgaranın üstüne yatırdım.
Eğer yolunuz buralara düşerse, aynı keyfi sizin de yaşamanızı öneririm. Buraya kadar gelmişken, koyun sütünden yapılmış beyaz peynirden birkaç kalıp almadan sakın dönmeyin derim.
TRİLYA'NIN ZEYTİNLERİ
Başınızı alıp gideceğiniz bir başka adres de, yeni adıyla Zeytinbağı, eski adıyla Tirilya. Buraya Mudanya üstünden gittim. Mudanya'da Tirilya yolunu ararken, eski, aşı boyalı, cumbalı bir sokağın içine girdim. Arabadan inip evlerin fotoğrafını çekerken, bu güzelim evlerin çevredeki tüm sokakları kapladığını gördüm. Pencere kenarlarına dizilmiş sardunyalara, Afrika menekşelerine, çuha çiçeklerine, iki pencere arasına gerilmiş iplerde kuruyan çamaşırlara bakarken, kendimi tarihi bir filmin platosunda sandım.
Sonra istemeye istemeye Mudanya'dan ayrılıp, sağ tarafı masmavi bir deniz, sol tarafı yemyeşil zeytin ağaçlarıyla kaplı bir yoldan döne dolaşa gittim. Bir virajdan sonra, Sivzi tepesinden Tirilya'yı gördüm. Birbirine yaslanmış eski evlerin, asırlık çınarların, balıkçı teknelerinin oluşturduğu eşsiz manzarayı gözlerime hapsettim. Çınar altındaki bir kahvede otururken, mübadele yılları ile ilgili okuduklarımı düşündüm. Hatırladığım hüzünlü bir öyküydü. Rumları götürmeye gelen gemiye, kasabanın Müslüman sakinleri de binmiş, Tekirdağ'a kadar sarmaş dolaş gitmişlerdi. Tekirdağ'da Müslümanlar inerken, gemiden sadece hıçkırık sesleri geliyordu. Tirilya'dan giden Rumlar, burayı hiçbir zaman unutmadılar. Selanik yakınlarında, yine deniz kıyısında kurdukları kasabanın adını ‘Nea Triglia-Yeni Tirilya’ koydular.
Tavsiyeme uyup Tirilya'ya giderseniz, dar sokaklarda dolaşın, bol bol fotoğraf çekin. Oraya kadar gitmişken, Türkiye'nin en lezzetli sele zeytinlerinden almayı da ihmal etmeyin.
CUMALIKAZIK’TA ZAMAN
Önereceğim bir başka adres de, Bursa civarındaki Cumalıkızık ilçesi olacak. Bursa'nın üç kilometre uzağında yer alan ilçe, Uludağ'a sırtını dayamıştı. Adlarını Anadolu'ya göç eden Türkmen boyu Kızıklar'dan alan köyler yamaca sıralanmışlardı: Hamamlıkızık, Derekızık, Fidyekızık, Değirmenlikızık ve Cumalıkızık. Oğuz-Türkmen gruplarının yerleşik hayata geçmesinin önemli tanıklarından biri olan ilçeyi kestane, kiraz, incir ağaçlarının ortasında buldum.
Kesme taşlarla döşenmiş daracık yokuşları tırmanırken, Cumalıkızık'ın XVII. yüzyılda donup kaldığını gördüm. Bu sokaklarda birbirine omuz vermiş, rengarenk badanalı, cumbalı kerpiç evlerin, yüzyıllar boyu ayakta kalabilmesine şaşırdım. Koruma altına alınan Cumalıkızık'ın, bakımsızlıktan yavaş yavaş yok olduğuna tanık oldum. Evinin önünde oturan yaşlı bir teyzeye selam verdim. Selamımı aldı ama adını söylemedi. Doğma büyüme buralı olduğunu söyledi, fotoğraf çekmeme izin vermedi. Evini neden onartmadığını sordum. Uzun uzun yüzüme baktı. Sonra içini döktü: ‘Biz parayı meyveden kazanırız. İncirden, şeftaliden, kestaneden... O para da ancak gırtlağımıza yeter. Kaça çıkar bu evin yenilenmesi biliyon mu?... Yıkılıncaya kadar oturacağız, sonrası Allah kerim.’’
Önümüzdeki güneşli bir hafta sonunda Cumalıkızık'ı ziyaret etmenizi hararetle öneriyorum. Çünkü bu ‘müze-köy’, eğer biraz daha ihmal edilirse yok olup gidecek. Buraya kadar gelmişken İnegöl'e kadar uzanıp, yörenin ünlü köftesinin tadına bakmanızı da öneriyorum.