Bu kez yolum İtalya'nın Toscana bölgesine düştü. Her köşesinden sanat, tarih fışkıran Floransa kentinin dar sokaklarında, dondurucu soğuğa aldırmadan dolaşıp durdum. Heykellerin, resimlerin, fresklerin, sarayların, kiliselerin arasında şaşkına döndüm.
Küçükken, kamyonların arkasında yazan ‘Ömür biter yol bitmez’ deyişine pek akıl erdiremezdim. Yaşam o kadar uzundu ki, bu süre içinde tüm yollar tüketilirdi. O zamanlar yolların uzunluğunu hesap etmeye, küçücük beynimin kıvrımları yetersiz kalırdı. Aradan onca yıl geçti, hala yolları tüketemedim. Her yolculuktan sonra üstüne renkli kalemlerle çarpılar koyduğum haritanın büyük bir bölümü boş duruyor. Anlaşılan bir değil birkaç ömür de tüketsem, bu yolların sonunu bulamayacağım.
Akdeniz, Karadeniz derken yolum bu sefer de İtalya'ya düştü. İtalya'yı zorunluluktan seçmiştim. Aslında Cebelitarık'a gitmeye niyetlenmiştim. Orada bir süre kaldıktan sonra, kıyı kıyı Kadiz'e, oradan Sevilla'ya geçmeyi planlamıştım. Sıcak ve güneşli hava özlemi yüzünden böylesine bir güneyli rota çizmiştim.
Ama olmadı. Bilet bulamadım. Araya torpil koymak da fayda etmedi. Bilet işlerinde bir numara olan Viking Turizm'in ortağı İbrahim Koyunoğlu da, ‘boşuna uğraşma abi’ deyince iyice umutsuzluğa düştüm. Son bir umut, dış gezilerimde bana yardımcı olan Travel House'un sahibi Tuğrul Ataç'ı aradım. O, elinde bir tek Roma bileti olduğunu, akşama kadar karar vermezsem açıkta kalacağımı söyledi. Birden içimden, ‘Eminem’ gibi bol küfürlü şarkılar söylemek geçti. Telefonu kapatıp, haritayı açtım. Kendime yeni bir rota çizdim: Floransa, Pisa, Sieana ve Roma. Nereye niyet, nereye kısmet!..
AKDENİZLİ MANZARALAR
Pazar sabahı öğleden önce Roma'ya vardım. Etrafı gezerim düşüncesiyle Türkiye'den bir araba kiralamıştım. Gümrük ve pasaport işlemlerini bitirip, sonradan başıma dert olacak kiralık arabayı aldım ve otoyoldan Floransa'ya doğru saptım. Güneşli ama oldukça soğuk bir gündü. Daha önceki yıllarda çizmenin topuk bölgelerinde direksiyon salladığım için yolda yabancılık çekmedim. Radyodan Napoliten çalan bir istasyon bulup, Toscana'ya doğru tırmanmaya başladım.
Sanata, tarihe ve dünyanın en güzel manzaralarına doğru gittiğimi biliyordum. Göreceklerimi düşününce heyecanlandım. Yol kıyısındaki tarlalar henüz yeşermemişti. Göz alabildiğine uzanan bağlarda asma kütükleri, bağ bozumunun yorgunluğunu çıkarıyorlardı. Zeytin ağaçları, gri-yeşil yapraklarıyla yamaçları süslüyordu. Tepelerdeki çan kuleli küçük köyler, masalımsı görüntüler oluşturuyordu.
Manzarayı göz ucuyla izleyip, zeytinyağını, yakut kırmızısı şarabı, kalın kabuklu köy ekmeğini, Toscana'nın ünlü salamlarını, jambonlarını, sucuklarını, peynirlerini düşleyip ağzımı sulandırdım. Tüm bunlara bir an önce kavuşabilmek için gaza biraz daha yüklendim.
Tam hesapladığım satte Floransa'ya girdim. Arno Nehri'nin üstündeki köprülerden birini aşıp, kentin merkezine doğru yöneldim. Pazar olduğu için sakin akan sokaklarda kaybola kaybola sonunda otelimi buldum. Ama arabayı park edecek her hangi bir yer bulamadım. Her şeyi göze alıp kaldırıma çıktım. Binadan içeri girince resepsiyonu göreceğimi ummuştum. Yanılmışım. Resepsiyon üçüncü katta, kalacağım oda ise birinci katta yer alıyordu. Görevliye derdimi anlattım. Oda anahtarını verip, beş dakikaya kadar birisinin gelip arabayı alacağını ve arka sokaklardan birindeki anlaşmalı parka götüreceğini söyledi.
FLORANSA'DA UYANMAK
Hava çok soğuktu. Direksiyon başına oturup beklemeye başladım. Beş dakika geçince sıkılıp, Floransa'da geçen ’Manzaralı Oda’ adlı kitabın, kaldığım sayfasını açıp okumaya başladım:
’Floransa’da uyanmak hoştur; aydınlık, çıplak ve zemini temiz olmadığı halde öyle görünen kırmızı karo taşlı bir odada, keman ve nefesli sazların sarı renkli ormanlarında, pembe ejderhalarla mavi aşk tanrılarının oynaştığı tavanı resimli odada, gözlerini açmak hoştur. Parmaklarını tanıdık olmayan sürgülerde acıtarak pencereleri sonuna kadar açmak, karşıda güzel tepeler, ağaçlar ve mermer kiliseler varken ve hemen aşağıda Arno, yolun toprak setine çağıldarken, gün ışığına sarkmak da hoştur...’
Görevli şoför tam yarım saat sonra geldi. Kızmadım, küfür etmedim, sadece verdiği mavi makbuzu alıp cüzdanıma yerleştirdim. Eski asansöre binip, birinci kattaki odama çıktım. Perdeyi açınca tam karşımda kentin simgesi Duomo'yu gördüm. Otelim ucuzdu, alışılmışın dışındaydı ama tarihi Floransa'nın tam göbeğindeydi. Bavulum bırakıp, birkaç gün sürecek olan Floransa maceramı başlattım. Aşağıda anlatacaklarım kentte geçirdiğim üç günün bir özetidir:
ABARTILMIŞ SÜSLEMELER
Kentin sokakları diğer İtalya kentlerinde olduğu gibi daracıktı. Labirente benzeyen gizemli geçitleri, küçük meydanları, taş duvarlı evleriyle Ortaçağlı bir görünüm sunuyordu. Önce Duomo'yu (Floransa Katedrali) gezdim. Kentin en yüksek ve en büyük yapısının üstündeki süslemelerdeki sabra şaşırdım kaldım. Bu koca binayı çevreleyen yüksek duvarların her milimetre karesinin oymalarla, kabartmalarla, resimlerle kaplandığını görüp hayrete düştüm. Duomo'nun tam karşısında yer alan, bir çok ünlünün vaftiz edildiği Vaftizhane'nin tavan mozaiklerine şapka çıkardım.
Signora Meydanı'nda, Cellini'nin bronz Perseus heykelini, Giambologna'nın tek bir mermer bloğundan yontuğu ’Sabina Kadınlarına Tecavüz’ adlı şaheserini, su perileriyle çevrilmiş Neptün Çeşmesi'ni seyrederken kendimden geçtim. Mermerin böylesine nasıl kıvrılıp büküldüğüne akıl sır erdiremedim. Sanatçılar mermeri sanki ateşte ısıtmış, yumuşatmış ondan sonra şekillendirmişlerdi. Heykellerin canlı olduğuna yemin edebilirdim. Derinin altındaki kas kıvrımları, sinirler, damarlar ayan beyan görünüyordu.
Bir sanat seliyle karşılaşacağımı biliyordum ama, böylesine bir saldırı beklemiyordum. Her köşede karşıma bir başka güzellik çıkıyordu. Serseme dönmüştüm. Şaheserler arasında koştururken, ayaklarıma inen karasuların öfkesini dindirebilmek için bol bol espresso molası veriyordum.
DANTE'NİN SOKAĞINDA
Hava öylesine soğuktu ki... Dar ve güneşsiz sokaklarda dolaşırken ayazın üstümdeki giysileri, derimi, etimi delip geçip, iliklerimi dondurduğunu hissediyordum. Ama vız geliyordu. Vecchio Sarayı'nın geniş salonlarında, gizli geçitlerinde dolaşırken, duvarlardaki resimlere, fresklere, heykellere bakarken asırlar öncesi yaşamları canlandırmaya çalıştım. Bazen de süslemelerin yoğunluğu karşısında yorulup, küçük pencerelerden gökyüzüne bakarak gözlerimi dinlendirdim.
En çok ilgimi çeken mekánlardan biri harita odası oldu. Duvarlara yapılmış dev haritalardan XVI. yüzyıl dünyasını seyrederken, Floransalı haritacıların işlerinde ne kadar ustalaştıklarına şahit oldum. Bugün Floransa Belediye Sarayı olarak hizmet gören Vecchio Sarayı'nın kapısından çıktığımda gördüklerimi düzene sokmakta zorlandım.
Dante Alighieri'nin evi, dar bir sokakta karşıma çıktı. Evden çok buğday ambarını andırıyordu. Soğuğa aldırmadan evlerden birinin merdivenlerine oturdum. Batı edebiyatının en büyük ustalarından biri olan Dante bu sokakta büyümüş, imparatorluk yanlısı Ghilbelliholara karşı bu sokakta mücadele geliştirmiş, ünlü baladlarından bazılarını bu sokağa bakarak yazmış, en önemlisi güzeller güzeli ilham perisi Beatrice'i burada tanımıştı.
ŞAHESERLER GEÇİDİ
Floransa'da her köşe bucağı gezmeye, her heykelin önünde durmağa, her kiliseye bakmaya kalksam, birkaç ayımı burada geçirme zorunda kalırdım. Onun için en ünlü mekánları seçiyordum. Örneğin eski hükümet binası Bargello'da, Michelangelo, Donatello, Giambologna ve Cellini'ye ayrılmış salonlardaki heykel koleksiyonunu görmeden gitmek olmazdı. Veya Santa Croce Kilisesi'nde Michelangelo ve Galileo'nun lahitlerini nasıl ’es’ geçebilirdim. Galeria dell'Accademia'da, Michelangelo'nun ünlü Davut heykeline bu kadar yaklaşmışken onu görmeden gidebilir miydim?..
Floransa'da beni en çok etkileyen eserlerden biri de Vecchio Köprüsü oldu. 1345 tarihinde yapılan bu köprü, II.Dünya Savaşı'ndaki bombardımandan kurtulmayı başarmıştı. Köprünün iki yüzünde, küçük iş yerleri yer alıyordu. Bir zamanlar kasapların, dericilerin ve demir atölyelerinin yer aldığı bu iş yerleri, şimdilerde turistlere hizmet veren kuyumcu dükkánlarına dönüştürülmüştü.
Köprüyü geçip, Pitti Sarayı'na gittim. Banker Lucca Pitti tarafından 1457 yılında Medicileri alt etmek için yaptırılan bu devasa sarayın salonlarında yarım günümü harcadım. Daha sonra sarayın arkasında yer alan Boboli Bahçesi'nde, Rönesans dönemi bahçe süslemesinin en güzel örnekleri arasında dolaşıp durdum.
Floransa'ya elveda deme zamanı gelince, kira parası kadar park ücreti ödeyerek arabamı aldım. Otobanda Pisa'ya doğru giderken, bütün hücrelerimin sanatla dolup taştığını hissettim.
Haftaya Pisa'nın eğri kulesi, dünyanın en güzel şehri Siena'nın dar sokakları, Toscana Vadisi'nin uçsuz bucaksız bağları ve başkent Roma görüntüye girecek.
Toscana'nın tadı
Toscana mutfağının baş malzemeleri zeytinyağı, domates, jambon, kuru fasulye ve salam. Turistik restoranların dışında, gerçek Floransalıların yemek yediği yerlerde klasik pizza ve makarna çeşitlerine rastlamak zor.
Ben en çok kuru fasulye, lahana, çeşitli sebzeler ve otlarla yapılan bölgenin ünlü çorbası Ribollita'yı sevdim. Eğer yolunuz Toscana'ya düşerse bu çorbanın tadına bakmanızı hararetle öneririm. Damağımda iz bırakan diğer tatları şöyle sıralayabilirim: ‘Pappardelle alla Lepre’ adı verilen tavşan etiyle yapılan kalın erişte, enginar parçalarıyla pişirilmiş kemiksiz kuzu fırın, baharatlı kalamar, şişte kızartılmış scarmorza peyniri, kırmızı şarapta pişirilmiş sığır yahnisi, tereyağında sote edilmiş porçini mantarı, domates soslu tuzlu morina balığı, taze domates, bol sarımsak ve ince kıyılmış enginar ile tatlandırılmış ‘Spagetti alla Cecco’, aynı sosun içine kum midyesi katarak yapılan ‘Spagetti con le vongole’... Bütün bu yemeklerin üstüne ‘Panforte’ denen karanfil ve tarçınla yapılan baharatlı keki veya badem ezmesi, portakal kabuğu rendesi ve balla yapılan ‘Ricciarelli’yi mutlaka yemek gerekiyor.
Yörenin bağlarından damıtılan Chianti şaraplarıyla yıldızım bir türlü barışmadı. Asitidesini yüksek bulurum. Damağımı tırmalamasından rahatsız olurum. Ama yine bölge şaraplarından olan Brunello di Montalcino veya Vino Nobile di Montepulciano'nun enfes tadını da inkar edemem.
Floransa'ya gidecek olan yeme-içme düşkünlerine ayrıca San Lorenzo sokağındaki ‘Mercato Centrale’e mutlaka uğramalarını, buranın birinci katındaki dükkánlarda satılan peynirleri, şarküteri malzemelerini, etleri, av hayvanlarını görmelerini ve tipik Toscana yemeği satan tezgahların arasında dolaşmalarını öneririm.