Kentten sıkıldım, Karadeniz kıyısındaki yazlıklarda kış sesizliğini seyretmeye gittim. Yaz müşterileri evlerine dönmüş, balıkçılar dalgalardan yorulmuş, bulutlar güneşi saklamıştı. Meydanı boş bulan kuzeyli poyraz uzaklardan taşıdığı soğukla ıssız sokakları üşütüyordu.
Bir lodos bir poyraz... Sıcak rüzgarların peşinden koşturup gelen güneyli yağmur, poyrazın soğuk esintisini arkasına alıp, kente çullanan soğuk ve kar. Güney ve kuzey rüzgarlarının güç gösterisi arasında sıkışıp kalan İstanbul, ne yapacağını şaşırmıştı. Bulutlar gümüş yelkenlerini şişirmiş, süzüle süzüle akıp gidiyordu. Güneş de alıp başını gitmişti. Karanlık gün iç karartıyordu.
Kaçacak yer ararken, avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar hızır gibi yetişti. 10 dakikalık telefon görüşmesinden sonra, ertesi günkü rotam belli olmuştu. Kerpe, Kefken, Karasu arasında, Karadeniz'in soğuk havasını koklayıp, köpük köpük dalgalarını seyredecektik. Sabahın köründe yola çıktık. Hava ıslak ve soğuktu. Kara bulutlar güneşin önünü iyice sıvamıştı. Ve biz daha ıslak, daha karanlık ve soğuk bir yere gidiyorduk. Belanın üstüne gider gibi bir şeydi bu gidiş.
Yol konusunda önce tereddüte düştük. Zeki'ye göre, Şile üstünden kıyı kıyı Ağva'ya, oradan Kerpe ve Kefken'e geçmeliydik. Ormanların içinden kıvrıla kıvrıla giden bu yolun çok keyifli olduğunu biliyordum ama, bir günlük gezi için epey uzundu. Bu güzergah baharda doyumsuz olurdu. Cumartesi yola çıkılır, Şile'de öğle yemeğinde balık yenir, Ağva'da gecelenirdi. Pazar günü de Kerpe, Kefken, Karasu derken güzel bir hafta sonu geçirilirdi. Bu yolu bahara erteledik.
SİSTE YOLCULUK
Karadeniz kıyılarına çabuk ulaşabilmek için ikinci yolu seçtik. Yani İzmit-Kandıra üstünden gitmeye karar verdik. Otoyoldan çıkınca ilk merhabayı Kandıra'ya verdik. Biz oraya vardığımızda ilçe yeni yeni uyanıyordu. Kandıra denince aklıma gelenleri sıraladım: Eski Dışişleri Bakanı ve Türkiye'nin en espirili politikacısı Turan Güneş, klarnet ustası Mustafa Kandıralı ve lezzetli etiyle dillere destan olan Kandıra hindisi. İlçe şimdi bu üç ünlüsünden mahrumdu. Sokaklarda biraz kıvrıldıktan sonra Kandıra'yı terk ettik.
Yol Kandıra sapağından sonra güzelleşti. Yeşilli, sarılı, sisli bir yol oldu. Ufuk, gümüş gümüş ışıldıyordu. Sis, ağaçların dallarına takılıp kalmıştı. Çiğ taneleri, çıplak dalların ucundan avizenin kristalleri gibi sarkıyordu. Derme çatma evlerin pencerelerinden uzanan borular beyaz dumanlar salıyordu. Dayanamayıp arabayı durdurdum. Soğuk havayı soludum. Odun ve çürümüş yaprak kokuyordu. Kentlerde kullanımdan kalkmış hoş bir kokuydu.
Kocakaymaz köyü’nün yanı başındaki küçük gölet köyü sanki içine almıştı. Cami minaresi, kavaklar, ve kırmızı kiremitli çatılar yeşil renkli suyun içinde yansıyıp duruyordu. Göl adeta bir tabloya dönüşmüştü. Bütün bu romantizmi fotoğraf makineme hapsettim. Yol boyu bir görünüp bir kaybolan 'Et-Mangal' mekanları baharda dönmek üzere, tası tarağı toplayıp gitmişti. 'Aile Bölümü' de olan alabalık tesislerinden de ses soluk çıkmıyordu. Yani yol üstündeki yeme-içme mekanlarında mutlak bir sessizlik hakimdi.
KİMSESİZ KERPE
Üç yol ağzında önce Kerpe'ye döndük. Dönemeci olmayan, meşe ormanının içinden ip gibi bir yoldan ilerledik. Çok gitmeden Kerpe karşımıza çıktı. Büyükçe bir koyun etrafını mekan tutan yazlık kasabada in cin top oynuyordu. Herhangi mimari birliktelik olmamakla birlikte evler özenliydi. Kerpe'nin konukları, ev konusunda birbirleriyle yarışmışlardı.
Ne sokaklarda, ne sahildeki piyasa yerinde kimsecikler vardı. Mağazalar, büfeler, fırınlar, dükkanlar ve restoranlar kapalıydı. Birkaç sokak köpeği yalnızlığın tadını çıkarıyordu. Yazlık gürültüler yerlerini kış sessizliğine terk etmişlerdi. Sadece Karadeniz'den kopup gelen poyrazın ıslığı duyuluyordu.
Zeki üşenmedi saydı: Kerpe sahilinde 12 tane lahmacuncu, pideci ve kebapçı yan yana sıralanmıştı. Karadenizli Kerpe'de bir tek balıkçı vardı. Bu küçük inceleme bile yazlıkçıların sosyolojik konumu hakkında yeterli bilgiyi veriyordu.
Bir yazlığın kışlık yüzünü görüp, yolumuza devam ettik. Karalahana tarlalarını geçtik, yaban domuzu avlayanlara şans diledik, kerkenezlerin rüzgarla oynamalarını seyrettik, meşe kargalarını ürküttük ve Kefken'e vardık. Kefken, komşusu Kerpe'ye nazaran daha gerçekti. Özensiz evlerin bacaları tütüyor, bahçelerde tavuklar gıdaklıyor, iplerde çamaşırlar uçuşuyor, sokaklarda insanlar yürüyordu. Meydandaki fırından taze simit alıp, kahvenin limana bakan bir masasına oturduk. Çıtır çıtır simit demli çaya dayanamadı, hemen tükendi.
MEKELER VE MARTILAR
Karnımız doyunca limana halat atmış balıkçı teknelerini seyrettik. Sonra teknelerin üstünde daireler çizen martılarla, limanın girişindeki kayalıkta kanatlarını kurutan meke kuşlarına daldık. Zeki bir ara, mekelerin etlerinin yosun koktuğunu, bol soğanlı yahnisinin lezzetli olduğunu söyledi. Yarım saatte dört çay içtik, üç simit yedik ve birkaç cümle konuştuk.
Sorup soruşturunca, bu mevsimde kıyı kıyı Karasu'ya gidemeyeceğimizi öğrendik. Gerisin geriye dönüp, Kaynarca üstünden giden yola saptık. Biz virajları dönerken, tanrı da bulutları toparlayıp güneşin önünü açtı, etrafa ışık saçtı. Yol boyu pusuya yatan köpekler, bıkmadan usanmadan arabanın tekerleklerine saldırdı. Biz durunca onlar da durdu. Biz gidince saldırı yeniden başladı. Anladım ki köpeklerin öfkesi, bize değil dönen tekerleklereydi.
Karasu'nun girişinde, bir köprüden geçerken koca Sakarya'nın Karadeniz'in dalgalarıyla kucaklaştığını gördüm. Bir nehrin bittiğine ilk kez şahit oluyordum. Arabadan inip iki suyun kavuşmasını seyrettim. Sonra yoldan ayrılıp birleşme noktasına iyice yaklaştım. Poyrazın kabarttığı dalgaların, Sakarya'nın sakin sularını dövdüğünü gördüm. Ben sulara bakarken rüzgar suratımı bıçak gibi kesiyordu. Karadeniz'e bakıp kuzeyli bıçkın rüzgarı düşündüm. Acaba Rusya'nın neresinden kopup gelmiş, denizi azdırmış, balıkçıları korkutmuş, bulutları kovalamıştı.
İSTAVRİT, MEZGİT, BARBUNYA
Nehrin kıyısında birkaç salaş balıkçı lokantası vardı. Gözümüzün kestiği bir tanesinde, pencere kıyısına masa açtırdık. Ağdan yeni çıkmış istavrit, mezgit ve barbunyadan karışık bir tava yaptırdık. Salatayı ince kıyım istedik. Sobanın üstüne ekmek dilimlerini sıralayıp gevrettik. Bir şişe de soğuk beyaz şarap açtırdık. Bunları yiyip içerken, nehirle denizin oynaşmasını seyrettik.
Bu lezzetli ziyafetten sonra, rotanın sonundaki Karasu'ya doğru giderken arabanın içine bir huzur çöreklendiğini hissettim. Radyonun sesini yükselterek, yerel istasyonun çaldığı müziği coşturdum. Şarkıcıya ıslığımla eşlik ettim. Biraz sonra Karasu göründü. Küçük bir kasaba beklerken, karşıma küçük ölçekli bir taşra kenti çıkınca şaşırıp kaldım. Merkezi şöyle bir dolaşıp sahile gidince, kendimi taş yığını bir yazlığın ortasında buldum. Kimsenin olmadığı bu sahilin, yaz kalabalığını düşlemek bile istemedim.
Kum tepelerinin ardından bakınca, Karadeniz'in dalgalarını iyice köpürttüğünü gördüm. Biraz yürüdüm. Zeki'nin söyledikleri rüzgara kapılıp gittiği için bir şey duyamadım. Ben de ona Karasu'da kış sessizliğinin, yaz curcunasından daha güzel olduğunu söyledim. O da beni duymadı. Poyraz bütün cümleleri aldı götürdü.
İç sıkıntımı Karadeniz'in yazlık kıyılarında bırakıp gerisin geri kente döndüm.