Mehmet Yaşin

Bir solukta Almanya

8 Eylül 2002
Hamburg, Bremen, Münih, Berlin... Almanya'nın bu dört güzel ve önemli kentini kelimenin tam anlamıyla bir solukta gezmek zorunda kaldım. Bavul açıp, toplamaktan yoruldum. Bu hafta size Hamburg ve Bremen'de bu koşuşturmaca içinde gözüme takılanları anlatmaya çalışacağım. Bazı geziler var ki, beni çok yoruyor. Her şey o kadar hızlı geçiyor ki, ne yediğimden, ne gördüğümden bir şey anlıyorum. ’Elim sende’ oynar gibi, bir dokunup hemen kaçıyorum. Bavul açmak ve toplamaktan bıkıyorum. Yorgunluktan başka bir şey katmayan bu tür gezilere katılmama kararı aldım. Bir kenti ’adam gibi’ yaşayacak kadar zaman bırakmayan gezileri artık defterimden sildim.

Lufthansa Hava Yolları'nın düzenlediği son gezi bu türdendi. Önce Hamburg, ardından Bremen, sonra Münih sonunda Berlin... Yolculuk bir koşturmaca içinde geçtiği için, neyi nerede gördüğümü bile karıştırdım. Görüntüler gözlerimin önünden öylesine hızlı akıp gitti ki, onları yerli yerine oturtmakta zorlandım. Ama yine de zaman zaman programı es geçip, kaçamaklar yaptım ve kentleri gözlemeye çalıştım.

Hamburg'ta, bulduğum bir zaman aralığında, Alster Gölü'nün kıyısında oturmuş çevreyi gözlüyordum. Ben görmediğim kentleri, önce düşlerimde keşfediyorum. Adreslerini bilmediğim evleri, bahçelerin içine yerleştiriyor, gökdelenlerin gölgesinde yürüyor, bilmediğim manzaraları seyrediyorum. Bu düşlerimi, o kentle ilgili bir kelime, bir özellik biçimlendiriyor. Hamburg'u, ’bir liman kenti’ cümlesinden yola çıkarak düşlerimde biçimlendirdim.

HAMBURG'UN İPUÇLARI

Kıyısına bir liman koydum, sahilde bıçkın gemicilere tur attırdım. Sokaklarını buram buram alkol kokan tavernalarla, barlarla, kırmızı fenerli aşk yuvalarıyla süsledim. Aslında daha gerçeğe yakın düş kurmak için elimde ipuçları vardı. Örneğin, ’Osmanlı Seyyahlarının Gözüyle Avrupa’ adlı kitapta Ahmet İhsan, Hamburg hakkında şunları yazmıştı: ‘Hamburg pek garip ve pek latif bir yer imiş!.. Hamburg manzara-i tabiiyesiyle şimdiye kadar gördüğüm Avrupa şehirlerinin hepsinden hoş idi..’

Bir başka ipucunu da Celal Nuri vermişti. Yazar 1912 yılında gördüğü kenti şöyle anlatmıştı: ’Diyebilirim ki Hamburg değil yalnız Avrupa'nın, belki dünyanın en medeni, en şairane, en ressamane memleketlerinden biridir. Göller ve azametli Elbe nehri, bu muhteşem şehre başka bir güzellik veriyor. Halk zengin, hatta milyoner. Civardaki ferah-feza, latif ve zarif şatolar büyük bir servet irade ediyor. Mamuriyet itibariyle bu azametli kasaba Berlin'den pek o kadar geri kalmaz.’

Tüm bunları bile bile kent hakkında düş kurarken, nedense bir tek ’liman kenti’ kelimelerini dikkate almıştım onun için de yanılmıştım. Hamburg güzel ve kibar bir kente (gördüğüm kadarıyla) benziyordu. İnsan elinden yem yemeye alışmış beyaz kuğular, gölün üstünde bir seyirciden diğer seyirciye yüzüp duruyorlardı. Gökyüzü genellikle kapalıydı. Pamuk pamuk birikmiş bulutlar, kuğularla yarışırcasına akıp gidiyorlardı. Bir karışlık açıklıktan, masmavi bir gökyüzü kendini gösteriyordu. Rüzgar sert esiyordu ama şimdilik üşütmüyordu.

Sadece havaya bakmak bile Hamburg'un bir kuzey kenti olduğunu anlatmaya yetiyordu. Arada bir bastıran yağmura rağmen caddeler tıklım tıklımdı. Bakımlı, güzel, çekici erkek ve kadınlar, bir aşağı bir yukarı gidip geliyorlardı. Moda dünyası ünlü Claudia Schiffer'ine, bu caddelerin birinde rastlamıştı. Özellikle genç kızlar, hemşehrileri Jil Sander veya Karl Lagerfeld'in defilesinde boy gösterircesine alımlıydı. Hele yılın modası düşük bel blue jean pantolonların sergilediği manzaralar anlatılır gibi değildi.

Beni en çok şaşırtan, hafta sonu olduğu için kapalı olan işyerlerinin girişlerine kamp kuran serseri takımı oldu. Yaşları 50 ve üstü olan bu serseriler (veya boşta gezerler), sonuna kadar açtıkları radyodan caz dinliyor ve şişeyi başlarına dikerek şaraplarını yudumluyorlardı. Kimseye bir zararları yoktu. Kimse de (ben hariç) onlara aldırmıyordu.

Hamburg'un, 800 yıl boyunca yabancı bir hükümdara boyun eğmemenin gururunu taşıdığı belli oluyordu. Bu nedenle kendilerini övmeyi pek seviyorlardı. Örneğin şu cümle nedense çok hoşlarına gidiyordu: ’Bremen bir limandır. Hamburg'un ise bir limanı vardır...’

Hamburg'ta bir gece kaldım ve her şeyi o geceye sığdırmaya çalıştım. Güneş batarken limana gittim. Ne yolcu karşılayacak ne de giden bir yolcuya mendil sallayacaktım. Sadece bir taşla iki kuş vurmak niyetindeydim. Hem hayallerimi süsleyen limanı görmek hem de Hamburg mutfağının tadına bakmak istiyordum. Bir zamanlar Kuzey Denizi'nin azgın dalgalarıyla boy ölçüşmüş, emekli olduktan sonra restorana dönüştürülmüş siyah bir teknede, etrafa hakim bir masaya oturdum. Soğuk beyaz bir şarap ısmarladım. Liman gerçekten muhteşem görünüyordu. Hamburg burada düşlerimdeki kente daha çok benziyordu: Sertti, denizciydi, serseriydi, bıçkındı. Kent merkezi gibi çıtkırıldım değildi.

Yemekten sonra ünlü St. Pauli semtinin, aşk ve seks kokan sokaklarına daldım. Tüm liman kentlerinde olduğu gibi Hamburg'da da aşk, asırlar boyu para ile satın alınmıştı. Kuvvetli bir akıntı gibi bir aşağı bir yukarı giden kalabalığın arasında bir süre sürüklendim. Rengarenk neonların ve tahrik edici görüntülerin süslediği sokaklar, aşk arayan ve aşk satan, bunlara aracılık yapan, bu alemi merak ettiği için buraya gelen veya bu semti görmek isteyenlerle dolup taşmıştı. Geceyi uzatmak içimden gelmedi. Bu sokaklar Hamburg'a deniz yoluyla gelen konukların sokaklarıydı. Otele dönüp, kendimi uykunun kollarına terk ettim. Ertesi gün programın birinci sırasında, ’Lufthansa Tecnic’ yazıyordu. Teknik konularla pek ilişkim olmadığı için önce suratımı astım. Ama verilen brifingi dinleyip, yapılanları görünce hangarlardan çıkmak istemedim. Gittiğim bölümde koca yolcu uçakları, özel uçak haline dönüştürülüyordu. O güne kadar filmlerde görebildiğim uçakların içine, sinema salonunun, oturma odasının, özel banyoların, yatak odasının, oturma odasının, Amerikan barın nasıl yerleştirildiğini izledim.

SARAYIN MALİYETİ

Uçağın kapısından girdikten sonra, kendimi uçakta değil de lüks bir evde sandım. Bara kolumu dayayıp kadehi kaldırdım. Sinema salonunda, seslerin dört bir yandan gelip beni filmin içine itmesini seyrettim. Koltuğun üstüne uzanıp, canlı yayın yapan yüzlerce televizyon kanalı içinden, iyi bir program aradım. Sonra internete girip, dostlarıma mail attım.

Elimde şampanya kadehi ile altın musluklu duşun altında sularla oynadım. Sonra ipek çarşaflarla kaplı yatağın içinde, gökyüzü rüyaları gördüm. Tabii ki bunların hiçbirini yapamadım. Sadece kendimi bir süreliğine uçağın sahibi yerine koyup, yapacaklarımı hayal ettim.

Uçaklardaki bu değişimin, uçağın boyutuna göre 10 milyon dolar ile 70 milyon dolar arasında gerçekleştirildiğini öğrendim. Aldığım bilgileri defterime şöyle sıraladım: Lufthansa bu işi 30 yıldan beri yapıyor, en yağlı müşterilerini Orta Doğu ve Arap Yarımadası ülkelerinde yaşayanlar oluşturuyor, değiştirme işlemi 12-15 ay arasında gerçekleşiyor.

Şirket yetkilisi, son 10 yılda 20 özel uçak yapıldığını, 2001'de şirketin 4.1 milyar dolar ciro gerçekleştirdiğini, müşterilerin arasında 30 tane de devlet başkanı bulunduğunu ve müşteri adlarının devlet sırrı gibi gizlendiğini söyleyerek beni tüm meraklarımdan kurtardı. Bir gün inşallah böylesine bir şirketin müşterisi olurum temennisi ile dev hangarlardan çıkıp, beni Bremen'e götürecek arabaya bindim.

Bremen deyince benim aklıma hemen ’Bremen Mızıkacıları’ geliyordu. Hani şu üst üste binen eşek, köpek, kedi ve horozun, hep bir ağızdan şarkı söyleyerek çiftliği soymaya çalışan hırsızları korkutup kaçırmalarını anlatan öykü.

Kent bundan yaklaşık 1.200 yıl önce kurulmuştu. Kurucusu ise Roma-Germen İmparatoru Charlemagne'dı. Weser nehrinin kıyısında yer alan Bremen, Kuzey Denizi'nden 70 kilometre içeride olmasına rağmen Almanya'nın en önemli limanıydı. Her ne kadar Hamburglu'lar bu özelliğinden dolayı küçümsese de Bremen, derinleştirilmiş Weser Irmağı'nın kıyısındaki limanından, ülkenin genel mal trafiğinin yüzde 35'ini gerçekleştirmekle övünç duyuyordu.

Tarihi bu kadar eskilere dayanan bu kenti, bir öğleden sonraya sıkıştıramazdım. Altbstadt'ta (eski şehir) daracık sokakları gezinmekle yetindim. Pitoresk evleri, XI. yüzyıldan kalma katedrali, cephesi Rönesans üslubunda yapılmış Gotik belediye binasını, 2. Dünya Harbi'nde, İngiliz uçaklarının attığı bombalarla yerle bir olan, daha sonra eski görünümünde inşa edilen yapıların çevresinde dolaştım durdum. Bir koşu gittiğim Bürgerpark'ta, ormangüllerinin ateş kırmızısı çiçeklerini seyrettim.

Kent hakkında söyleyeceklerim bundan ibarettir. Çünkü randevu saatini geçirdiğimi fark edince bir acele, 1873 yılında kurulmuş olan Kaiser-Brauerei Beck & Co. adlı bira fabrikasına gittim. Bu fabrika Efes Pilsen'in Türkiye'de piyasaya sürdüğü Beck's biralarını üretiyordu.

Dünyanın çeşitli yerlerinde onlarca bira fabrikası gezdiğim için, üretim bölümlerinde fazla oyalanmadım. Bakır imbiklerde fokurdayan biranın taze maya kokan kokusunu içime çekmekle yetindim. Tadım bölümünde daha fazla vakit geçirebilmek için, çimlendirmeyi, kurutmayı, arpa maltının sıcak suyla karıştırılmasını, şerbetçiotu katılmasını, fermantasyon işlemini, filtrasyonu, dinlendirme aşamalarını koşar adımlarla dolaştım.

Tadım bölümünde ise önüme konan normal, pastorize, light, sert, koyu, açık buz gibi biraları tatmak yerine kana kana içtim. Benim birayla aram pek hoş değildir ama Almanya'da pek bulunmayan, buna karşılık tam 120 ülkede satılan Beck's birasını beğendim.

Birayla birlikte Bremen de bitti. Daha sonra gidip, koştura koştura gezdiğim Münih ve Berlin kentleri ise haftaya kaldı.
Yazının Devamını Oku

Ordu: Geçmişine ilerliyor

1 Eylül 2002
Üç farklı kesitten oluşur Ordu ili; Karadeniz, tarla ve dağ. Yani hamsi, fındık ve yayla. Bunların odağında bulunan il merkezinin altında ise arkeolojik sırlar, sokaklarında anılar saklıdır. Eğer hayal gerçekleşirse bu kent, tarihi mahallelerini yeniden kurup geçmişine ilerleyecek. Gürsel Korat Atlas Dergisi'nin bu hafta piyasaya çıkan son sayısında Ordu'da gerçekleştirilen veya gerçekleştirilmeye çalışılan iyi şeyleri anlatıyor.

Doğu Karadeniz Türkiye'nin 'mimari afet bölgesi'dir. Burada tarih sahneden çekilmiş, yerini beton filizler, sıvasız tuğla yapılar, zevksiz binalar almıştır. Ama Karadeniz'in doğası o kadar güzel ki, insan önce olumsuzlukları değil de güzelliği görüyor. Bu nedenle Karadeniz'de yaşanan 'mimari afet' gözden kaçıyor.

Ordu, doğa ve tarih katliamının en az etkili olduğu Karadeniz şehirlerinden biri. Mimarlık yönünden başka şehirlerdeki olumsuzluklar burada da görülse bile kurtulmayı başarmış birçok şey var.

Ordu'daki iyi şeylerin ilki, Karadeniz otoyolunun Ordu il sınırlarının can alıcı noktalarına uğramaması. Bu arada Orduluların 1994 yılında sokağa dökülüp otoyolu protesto ettiğini hatırlatalım.

Karadeniz'in en açık fikirli şehri olduklarını söyleyen Ordulular’ın buna hakkı var. Karadeniz'de bale okulu yalnızca Ordu'da var, eski kentin korunmasına yönelik çalışmalar Ordu'da başlamış, eski hapishane restore edilmiş, Taşbaşı'ndaki iki ev turizme açılmış.

Yurtiçinden, hatta yurtdışından Volkswagen sahiplerinin katıldığı Vosvos Şenliği'nin düzenleyicisi Enis Ayar, kendini Ordu'ya adamış bir gönüllü. Şimdiki hayali Taşbaşı, Zafer-i Milli ve Düz Mahalle'deki tüm tarihsel evlerin kurtarılarak sahil şeridinin yüksek apartmanlardan arındırılması. Hayal gerçekleşirse dünyanın hiçbir yerinde yapılmamış bir şey olacak: Bir şehir yeni yapılarını yıkıp eski şehrini yeniden kuracak!

MERDİVENLERİN SONU

Ayar'ın Ordu için yaptıkları arasında, Kurul Kayası olarak bilinen antik yerleşimi gün ışığına çıkartmak da var. Burası öylesine etkileyici bir yer ki, kayanın tepesinden aşağıya dört yüz seksen basamak inilmesine karşın halen sonuna ulaşılmış değil. Merdivenlerin sonunda ne var? Belki de Ordu'nun turizm geleceği.

Ordu'ya giden bir yolcu Yalıköy'de yemek molası vermeli, Medreseönü'nde durup Saçlı'da çay içmeli, Yasun'daki antik ören yerlerini gezmeli ve Çaka'da denize girmeli. Karadeniz'de en görkemli günbatımı belki de Ordu'nun Bolaman tepelerinden, Çaka sahillerinden ve Yasun'dan izleniyor.

Perşembe, Ordu'nun en önemli balıkçılık merkezi. Fındık tüm Ordu'da başlıca ürün olsa da, Perşembe'de buna, balıkçılığın, arıcılığın, çilek ve kivi üretiminin eklendiği görülüyor.

Ordu, tüm il sınırları düşünüldüğünde üç çekim merkezine bölünmüş bir il. Çok ilçesi olmasına karşın Ünye ve Fatsa rekabeti yüzünden Ordu'da fiilen üç merkez var.

Fatsa'nın pazar merkezi olması hızlı gelişmesine, arsanın değerlenmesine ve tarihi yapıların yok olmasına neden olmuş görünüyor. Tarihsel yapı hiç yok değil, örneğin küçük sanayi sitesinin tam karşısındaki Çıngırt Kayası, merdivenli tünel girişiyle Ordu'daki Kurul Kayası'yla aynı özellikleri taşıyor.

KADINLAR YOKUŞU

Ünye'nin Kadılar Yokuşu denen öylesine özel bir mahallesi var ki, buradaki evlerin kurtarılması durumunda Ünye, Karadeniz turizminde en dikkati çeken yerlerden biri haline gelebilir. Ancak bu evlere sokulmuş çok sayıda hantal binanın ve deniz kenarını yüksek bir kale duvarı gibi çevirmiş olan apartmanların bu turizmi engelleyeceği kesin.

Bana sorarsanız Ordu deniz yönünde yatay olarak üçe bölünmeli: Deniz, tarla ve yayla. Bu aslında üç farklı kültür demek: Denizcilik, fındık üretimi ve hayvancılık.

Ordu'nun Turnalık, Taşbaşı, Geçilmez, Kaleboynu gibi yaylalarının İsviçre'den hiçbir farkı yok. Şimdi coğrafya ve bitki örtüsü benzerliğini öne sürerek şişinmek mümkün ama düşünmek gerek: Bir saat ötede denizi ve sıcağı olmayan, kasvetli gökyüzüyle insanı daraltan İsviçre'de neden yılın on iki ayında turizm vardır da burada yoktur?

Bir yer hakkında kesin karara ulaşmak için günbatımına bakmak gerekir. Yüksekteki Taşbaşı mahallesinin arkasına geçen güneş, Ordu'da günbatımı vaktini erken getiriyor. Bu, uzun sürecek bir günbatımını ve ışık dolu denizi doya doya izlemek anlamına geliyor. Bunu bilen Ordulular, akşamı kıyı boyunca süren bir keyif gezintisiyle tamamlıyorlar.

Kirmir’in renkleri

Dertsiz tasasız düzlüklerden, kayalık duvarlarla örülü derin boğazlara uzanan bir akarsu Kirmir. Köroğlu Dağları'nın güneydoğusundan başlar, Sakarya Nehri üzerindeki Sarıyar Baraj Gölü'nde biter yolculuğu. Batı Karadeniz'in gür ormanları, Orta Anadolu'nun çorak toprakları onu renkleriyle kundaklar.

Uçurumlar Vadisinde

Uçurumlarla yükselen sarp dağlar, gümüşi ışıklar saçarak akan çaylar, bağrından hayat kaynağı sular ve ölümcül heyelanlar fışkıran yamaçlar... Batman'a bağlı Sason ve köyleri, Güneydoğu Toroslar'ın batı eteklerindeki uçurumlar vadisinde, suskun ama kendine özgü bir hayat sürüyor.

Meçhul Kahraman

Ateşten gömleği sırtına geçiren her Türk askeri gibi cepheden cepheye koştu. Küçücük dağ bataryası ile dünyanın en güçlü donanmalarına ait gemileri Akdeniz'in derinliklerine gömdü. Önce Meis Adası önünde, İngiliz kruvazörü Ben-My-Chree'yi, ardından Antalya açıklarında Fransız gemileri Paris II ve Aleksandra'yı batırdı. Zaferleriyle övünmektense meçhul bir asker olarak kalmayı, bilinmeyenler arasına katılmayı yeğledi. Topun kundağını bırakıp sabanın kulpuna yapıştı. Anılarını kaleme aldı, düzenlediği baskınların çizimlerini yaptı, batırdığı gemileri resmetti. Ama kendi deyimiyle ne anıları, ne de resimlerinin renkleri odasının pencerelerinden asla dışarı taşmadı. Antalya açıklarındaki Paris II batırılışından 78 yıl sonra bulunduğunda, bundan meçhul bir kahramanın, dev savaş gemilerini batıran Topçu Subayı Mustafa Ertuğrul'un olağanüstü macerasının ışıldayacağını kimse bilmiyordu. Bu inanılmaz öykü bu ay Atlas Dergisi'nde yer alıyor.

ATLAS'TA BU AY

Türkiye'nin tek ve en güzel coğrafya dergisi Atlas, bu hafta piyasaya çıkan son sayısında yine birbirinden ilginç konularla dolu. Türkiye'yi ve dünyayı yeniden keşfetmek istiyorsanız Atlas'ın son sayısını kaçırmamanızı öneririm.

ŞAM: Doğu'nun Akşamı

Hikáyeci 'Binbir Gece Masalları'nı anlatırken, dinleyiciler aynı fincandan ikram edilen kahveyi yudumlar, sırayla... Dünyanın en eski kenti, Ortadoğu'nun sürekli büyüyen metropolü, köklü geçmişinin mirasını akşamlarında yaşatır.

Müslüman Amerika

Kendi örgütlerinde temsil edilen, ibadetlerini kendi camilerinde yapan cemaatler... Afrika kökenli siyahlar, Araplar, Ortadoğulular, Asyalılar... Bir yanda İslam'ın kurallarına sıkı sıkıya bağlı müminler, bir yanda kilise tarzı camilerinde kendilerine özgü yollarla Allah'a yönelenler... Her yıl binlerce Hıristiyan'ın din değiştirip Müslüman olduğu bir ülke... ABD Müslümanları, farklı kültürel kimliklerine ve onlara yönelik ırkçı, ayrımcı yaklaşımlara, derin hoşgörüsüzlüğe rağmen, Amerikan toplumunun başat öğelerinden biri olmaya aday.

Son Ütopya: KAÇKARLAR

Unutulmuş patikaları izleyip farklı dünyaları birbirine bağlayan yüksek kapılardan geçtiler. Yerde miydiler, gökte mi? Soğuğun ve sıcağın, rüzgárın, yağmurun ve karın kemirdiği dağlarda, buzulların şekillendirdiği vadilerde yürüdüler. Taze toprağın ve çiçeklerin yaydığı mutluluğu paylaştılar. Doğanın zigguratları, Verçenik ve Kaçkar'da hiçliği ve sonsuzluğu tattılar. Rize'de, Verçenik Yaylası'ndan başlayan ve yedi gün süren rota Atlas ekibinin ikinci hayatı oldu.
Yazının Devamını Oku

Konya: Bozkırın çocuğu

25 Ağustos 2002
Anadolu büyüleyici mekánlarla dolu. Onları keşfedebilmek için yollara düşmek gerek. Benim 10 gün süren yol maceram Göreme ve Konya ile bu hafta sona eriyor. Bundan sonra yeni rotalarda yeni keşiflerin peşinde koşturacağım. Aslında yolculuk etmek şimdilerde artık çok kolay. Hızlı araçlar, düzgün yollar, temiz konaklama yerleri, lezzetli yemekler sunan lokantalar. Ya bir zamanlar!... Her bir yolculuk yıllar sürerdi. Gitmek kolaydı da ya dönmek!...Günde ortalama 25 ile 60 kilometre arasında değişen seyir hızı uzun yıllar değişmedi. O zamanlar yolculuk demek yürümek demekti. Balçık çamura saplanıp kalıveren arabalara pek rağbet edilmezdi. Onlar ya kadınlar için ya da erzakları taşımakta kullanılırdı. 1588'de Kont Jullittus von Braunschweig, erkekliğe yakışmayan bu tür araçların kullanılmasını, ‘faytona binmenin, tembellik etmek ve ense yapmakla aynı anlama geldiği gerekçesiyle yasaklamıştı.’’ XVI. yüzyılda bile salt eğlenmek ve etrafı tanımak amacıyla kent kent dolaşanlara, ‘tatlı kaçıklar’’ gözüyle bakılıyordu.

Beni tanısalar sanırım ‘zır deli’’ derlerdi. Tam 10 günden beri yollardaydım. Dere, tepe, ova, dağ önüme ne geldiyse aşmış, kentleri, kasabaları, köyleri tanımış, biraz da yorulmuştum. Ama öylesine keyif almıştım ki, haritayı açıp, yeni bir rota bulmak için sabırsızlanıyordum.

Tüm bunları Göreme'de Ataman Oteli'nin (384- 271 2313) kayaların içine oyulmuş bir odasının penceresinden, dışarıyı seyrederken düşünüyordum. Bulutlar kara kara öbeklenmişti. Neredeyse yağmur yağacaktı. Dışarıda bunaltıcı bir sıcak vardı. Ama volkanik bir kayanın içindeki bu oda, inanılmayacak kadar serindi. Göreme'ye üçüncü veya dördüncü gelişimdi. Her köşe bucağı gezmiştim. Ama odada pineklemek yerine, akşam yemeğine kadar etrafta bir tur atmanın daha iyi olacağını düşündüm.

OTEL KÜTÜPHANESİ

Dışarı çıkmadan önce, patron Abbas Bey'in rehberliğinde oteli gezdim. Yol boyu gördüğüm en iyi otellerden biriydi. Hele kütüphaneyi görünce, otele duyduğum sempati daha da arttı. Abbas Bey'in kurduğu bu kütüphanede, edebiyat kitaplarının yanı sıra, bölge ile ilgili kaynak kitaplar da yer alıyordu. Kapadokya konulu neredeyse tüm kitaplar bir araya toplanmıştı. Müşteri olsun olmasın, araştırma yapmak isteyen herkes bu zengin hazineden faydalanabiliyordu. Abbas Bey'i bu kutsal çabasından ötürü kutladım.

Fransız Cizvit Papazı olan Pere Guillaume de Jerphanion, yirminci yüzyılın başlarında Orta Anadolu'yu at sırtında kat ederken, ‘en eşsiz manzaraların içinden geçtiğini ve gözleri kör eden aydınlıktaki vadilerle’’ karşılaştığını yazmıştı. Gerçekten de Kapadokya, inanılmaz görüntülerle dolu bir vadiydi. Mağara insanlarının evleri, kayalara oyulmuş köyler, muhteşem kiliseler, güvercinlikler görenleri hayrete düşürtecek kadar ilginçti.

Önce Göreme manastırlarını dünyadan saklayan hendeğe indim. Bir kayanın üstüne oturup, etrafı seyrettim. Turistler daracık yollarda, karıncılar gibi koşturup duruyorlardı. Bu muhteşem çukurdan ayrılmakta zorlandım. Üçhisar, Orta Hisar, Zelve, Ürgüp... Telaşsız bir tempoyla tarihin, üzüm bağlarının, elma ağaçlarının arasında gezinip durdum.

KERVANSARAYLAR

Ertesi gün güneşin ilk ışıklarıyla birlikte yola çıktım. Yollar henüz canlanmadığı için bir solukta Aksaray'a indim. İpek Yolu'nun üstündeki kentin girişinde yer alan Ağaçlı Dinlenme Tesisleri'nde mola verdim. Böylesine temiz, modern, kusursuz hizmet veren bir tesisi dünyanın başka yerinde görmediğime karar verdim. Ağaçların arasındaki kentin kıyısından geçip, Konya'ya doğru yoluma devam ettim.

Yol üstünde bir çok Kervansaraya rastladım. Ticaretin korunması için 30-35 kilometrede bir yapılan kale benzeri bu hanların kimi onarılmış, kimi ise harabe halinde öyle kalakalmıştı. Bir kitapta okuduğuma göre, kervanlar günde en çok 35 kilometre yol alabiliyordu. Onun için de iki kervansaray arası, en fazla 35 kilometre oluyordu.

Önce Sultan Han'ına uğradım. Bekar odalarını, hayvan ahırlarını, hamamları, mescidi gezdim. Mekánların içinde o günün gezginlerini düşlemeye çalıştım. Bugünün otelleri ile o günün hanları arasında benzerlikler yakalamaya çalıştım. Daha sonra bir tesadüf eseri yerini öğrendiğim Obruk Hanı'na gittim. Bu kervan geçmez, kuş uçmaz yerde bir otobüs dolusu turiste rastlayınca şaşırıp kaldım. Yabancıların Türkiye'nin tadını, Türklerden daha iyi çıkardıklarına bir kez daha şahit oldum.

BONCUK MAVİSİ GÖL

Obruk Han'ının, bir zamanların gözde yapılarından biri olduğu, ayakta kalan bir kaç duvara bakılınca bile anlaşılıyordu. Taşların üstündeki yazılar ve put işaretleri, hanın yapılması için büyükçe bir kilisenin feda edildiğini belli ediyordu. Hanın arka kapısından çıkınca, olduğum yerde adeta donup kaldım. 4-5 metre aşağıdaki düzlükte, bembeyaz kalker taşlarının ortasında, yusyuvarlak, boncuk mavisi bir obruk gölü duruyordu. Renkler öylesine büyüleyiciydi ki, aynı noktadan neredeyse bir makara film çektim.

Yol üstündeki bir çok tarihi mekánda olduğu gibi, burada da herhangi bir açıklama yoktu. Hanı kim, hangi tarihte yapmıştı, gölün oluşumu nasıl gerçekleşmişti?.. Dönüşte de sordum soruşturdum, hiçbir bilgiye rastlayamadım.

Bir süre gittikten sonra Konya göründü. Bu kente daha önce Çatalhöyük kazılarını izlemek için gelmiştim. O gelişimde bu gelişim gibi çok hızlı geçmişti. Kente yalan yanlış bir selam verdikten sonra, kazı yerine geçmiş, dönüşte bir gece kalıp geri dönmüştüm.

Bu nedenle Konya ile aramızda hiç bir elektrik oluşamamıştı. Bu kez saat hesabı biraz daha uzun kalacaktım. Ama Selçuklu Sultanlarının, Mevlana'nın kentini tanımak için saatler yeterli miydi?.. Bu kentin sihrini kavrayabilmek için günlere ihtiyacım olduğunu biliyordum.

TANPINAR NE DİYOR?

Konya'yı en güzel anlatan yazar bence Ahmet Hamdi Tanpınar'dır. Yazar ‘Beş Şehir’’ adlı kitabında, kent hakkında şu eşsiz cümleleri kurmuştu: ‘Konya, bozkırın tam bir çocuğudur. Onun gibi kendini gizleyen esrarlı bir güzelliği vardır. Bozkır kendine bir serap çeşnisi vermekten hoşlanır. Konya'ya hangi yoldan girerseniz girin sizi bu serap vehmi karşılar. Çok arızalı bir arazinin arasından ufka daima bir ışık oyunu, bir rüya gibi takılır...

Konya, sağlam ruhlu, kendi başına yaşamaktan hoşlanan dışarıdan gösterişsiz, içten zengin Orta Anadolu insanına benzer. Onu yakalayabilmek için saat ve mevsimlerine iyice karışmanız lazımdır... Konya insanı ya bir sıtma gibi yakalar, kendi alemine taşır, yahut ta ona sonuna kadar yabancı kalırsınız...’’

Öncelikle Mevlana'nın türbesini gezdim. İçerdeki mezarlar Mevlana'nın kutsallığının ışığı ile adeta parlıyordu. Duvarları süsleyen çiniler, Mevlana'nın deyişlerinin yazılı olduğu kobalt mavisi tabaklar, mezarların üstünü örten altın sırma işlemeli yeşil, kırmızı ipekler, yerdeki asırlık halılar, pırıl pırıl parlayan XIX. yüzyıl yapısı Avrupa kristaller... Daha sonra müze kısmına geçip, Mevlana'nın giysileri karşısında dalıp gittim.

KADINLAR PAZARI

Gönlümü içeride bırakıp türbeden çıktım. Kentte gezilecek görülecek o kadar çok tarihi mekán vardı ki, zamansızlığıma bir kez daha lanet ettim. Caminin çevresine dağılmış, ‘gül yağı püskürtücüleri’’ne hedef olmamak için zikzaklar çizerek ‘Kadınlar Pazarı'na gittim. Adından başka kadınlarla hiçbir alakası olmayan bu pazar, bir hanın alt avlusunda kurulmuştu. Orta yeri sebze satıcıları işgal ediyordu. Kenarlar ise peynircilerle çevrilmişti.

Bu dükkanların önündeki sergilerde, özellikle Doğu Anadolu yöresinin tüm peynirlerini bulmak mümkündü. Siirt'in, Siverek'in, Bingöl'ün, Erzurum'un, Konya'nın birbirinden değişik peynirleri, ünlü Ermenek tulumu, çeşit çeşit kaşar peyniri, keçi tulumu, bez tulumu, eski tulum, yağlı tulum, küflü peynir... Bunlar bir hamlede not edebildiklerimdi. Bu peynir cennetinde ne alacağımı şaşırdım kaldım. Ondan biraz, bundan biraz derken pazardan koca bir torba ile çıktım.

SON ETAP

Konya'yı geride bıraktığımda, bütün tatların damağımda kaldığını farkettim. Bozkırın çocuğu olan bu kenti hakkıyla tanımak ve bütün lezzetlerine varabilmek, için, daha uzun süreli gelmeye karar verdim. Yolumun üstündeki Akşehir'de Nasreddin Hoca'nın türbesini ziyaret ettim. Sultandağı'nın kiraz ormanlarından geçtim. Akşamın alacasında, Afyon'da kalacağım İkbal Termal Otel'e vardım (272-252 5600). Ne yalan söyleyeyim, Anadolu'nun ortasında böylesine lüks bir otel beklemiyordum. Mayomu giyip hemen havuza koştum. Bir iki kulaç atıp, oradan her derde deva termal havuzuna geçtim. Sıcak suyun içinde dayanabildiğim kadar durup, günlerden beri kaskatı kesilen kaslarımı gevşetmeye çalıştım.

SİZ DE YOLA ÇIKIN

Öylesine gevşemiştim ki, Afyon'un o ünlü lezzetlerinin tadına bakmaya bile üşendim. Ertesi gün afyon sucuğu, lokum, haşhaşlı ekmek alıp son etabıma başladım. Kütahya'da Sıtkı Usta'nın atölyesine uğrayıp, onun meşhur porselen kuşlarından bir tane satın aldım. Kuruluşu İ.Ö 6. yüzyıla kadar uzanan Frigya'nın bu önemli kentine teğet geçtim.

Bilecik'ten sonra Geyve Vadisi'ni aşıp Adapazarı'na vardım. Kendimi öylesine yorgun hissediyordum ki ‘Islama Köfteyi’’ bile es geçip, soluğu İstanbul'da aldım. Yolculuğum 10 gün sürmüş, bu süre içinde tam 4690 kilometre yol kat etmiştim. Karadeniz'de, Doğu ve Orta Anadolu'da birbirinden güzel ve enteresan yerler görmüştüm. Aklım fikrim oralarda kalmıştı. Bu süre içinde her yörede çok güzel konaklama tesisleri, temiz lokantalar tespit etmiştim. Yörelerin konuksever ve yiğit insanlarına hayran kalmıştım.

Ayrıca Karayolları Genel Müdürlüğü'nün nasıl canla başla çalıştığına bizzat şahit olmuştum. Onca kilometre yol almış ama hiç zorlanmamıştım. Pırıl pırıl asfalt yollar sayesinde her yere kolaylıkla ulaşmıştım. Eğer Türkiye'yi keşfederek kafanızı dinlendirmek istiyorsanız, bu veya başka rotaları hararetle öneriyorum. Çekinmeyin çıkın yola. Pişman olmazsınız.
Yazının Devamını Oku

Harput’ta bir Amerikalı

18 Ağustos 2002
Doğu Anadolu yavaş yavaş gerilerde kaldı. Bir zamanların önemli merkezlerinden biri olan Harput, kayısı ormanları ile çevrilmiş Malatya, zirvesi karlı Erciyes'in gölgesine sığınmış Kayseri derken yolun büyük bölümünü bitirdim. Bir yandan gidiyor, bir yandan da bunca günden beri gördüklerimi düşünüyordum: Karadeniz'in cennet yaylaları, zirveleri bulutlarla oynaşan yüce dağlar, deli deli akan Çoruh Nehri, Erzurum'da batan güneş, Doğu Beyazıt'ta yediğim yemek, Van'ın yiğit insanları, gölün büyüleyici güzelliği, Nemrut'un zirvesinde saklanan krater gölü, Bitlis'in taş evleri... Sanıyorum bu geziyi yaşamım boyunca unutamayacağım. Onun için tatile çıkmaya niyetlenen arkadaşlarımın önüne hemen haritaları seriyor, elimdeki kalemle onlara rotalar öneriyorum. Onların da bir köşede unutulmuş bu güzellikleri görmelerini istiyorum.

Bingöl'ü arkamda bıraktığımda, sıcak tüm acımasızlığı ile bastırmıştı. Adeta kaçar gibiydim. Hızlı gidersem, sıcağı arkamda bırakacağımı sanıyordum. Halbuki o, arkamda, önümde, üstümde, yanımda her tarafımı sarmış, beni tüm gücüyle bunaltıyordu. Bir an önce hedefe varmak istiyordum. Elazığ'a 40 kilometre kala Keban Barajı'nın uzantıları göründü. Suyla birlikte çevrenin görüntüsü de değişti. Tepelere ağaçların gölgesi düştü. Sıcak biraz daha insafa geldi.

Elazığ'ı görünce, suyun sihrine bir kez daha inandım. Karşımda yemyeşil bir kent duruyordu. GAP yörenin rengini belirgin bir şekilde değiştirmişti. Kentin içine dalıp, Harput'a doğru tırmanmaya başladım. 19. yüzyıla kadar Doğu Anadolu'nun başlıca kültür merkezlerinden biri olan Harput, eteklerinde kurulan Elazığ'dan sonra önemini yitirmeye başlamıştı. Hitit İmparatorluğu dönemine ilişkin çivi yazılarına bakılırsa, kentin tarihi İ.Ö 19. yüzyıla kadar uzanıyordu.

ÇARŞININ ÖLÜMÜ

Tepedeki çay bahçesine oturup, aşağıdaki ovaya doğru uzanan Elazığ'ı seyrettim. Buraya sapmama, Cevat Fehmi Başkurt'un 'Harput'ta Bir Amerikalı' adlı oyunu neden olmuştu. Yıllar önce seyrettiğim bu oyundan sonra, günün birinde mutlaka Harput'a gitmeye karar vermiştim. Oyun, yüzyıl başında ekonomik nedenlerden dolayı ailesiyle Amerika'ya göç eden, orada milyoner olan ve 40 yıl sonra kardeşlerini bulmak için Harput'a dönen adamın öyküsünü anlatıyordu.

Oyunda kentin fakirleşmesi şöyle dile getirilmişti: ‘Çarşı kentin yüreğiydi. Önce çarşı durdu, ardından ölüm geldi. Bütün kent öldü. Tıpkı yüreğin durmasının ardından ölümün gelmesi gibi...’ Evliya Çelebi kente can veren çarşıyı şöyle tarif etmişti: ‘Sultani çarşısı 600 dükkandır. Dükkanlar gayet güzel ve muntazamdır. Sarachanesi hepsinden şirindir. Gayet sanatlı sarac örtüsü işlenir.’ Tahmin edileceği gibi bugünkü çarşı ile o günkü çarşı arasında hiçbir benzerlik yoktu. Kala kala turistik eşya satılan birkaç dükkan kalmıştı. Zamana direnen eski evler, Harput'un bir zamanki güzelliği hakkında ipuçları sunuyordu.

Ovadan yükselen sıcak buharına karşı, tepe püfür püfür esiyordu. Bir çay içimlik sürede, dağlara doğru giden beyaz bulut kümelerini seyrettim. Terimi kurutup tekrar yola koyuldum.

KAYISI ORMANLARI

Malatya'ya ilk kez bu istikametten gidiyordum. Kente 40-50 kilometre kala ünlü kayısı bahçeleri görünmeye başladı. Dere, tepe, dağ yamacı, dere kıyısı, ova hep kayısı ağacı ile kaplanmıştı. Kente yaklaştıkça ağaçların sayısı arttı, bahçeler orman oldu.

Ünlü coğrafyacı Strabon, İ.Ö 7. yüzyılda kaleme alındığı sanılan 'Coğrafya' adlı kitabında, Malatya'dan bahsederken kayısı ağaçları yerine zeytin ağaçlarından söz etmişti. Strabon kent hakkında şunları yazmıştı: ‘Melitene'nin (Malatya) her tarafında meyve ağaçları vardır ve bütün Kapadokya'da böyle olan tek ülkedir. Böylece hem zeytin üretilir, hem de Yunan şarabı ile rekabet eden Monarite şarabı elde edilir.’

1600’lü yılların ilk yarısında bölgeye gelen Evliya Çelebi ise kentte yetişen kayısıları anlata anlata bitiremiyordu: ‘Kırmızı, Sarı, Müşmüş, Beyaz, Bey, Sulu ve Etli adları ile yedi çeşit sulu kayısı olur ki, bağdan şehre seleler ile güçlükle getirilir. Biraz incinse suyu kalmaz. Her bir kayısı kırk-elli dirhem gelir. Zerdalisinin hesabını Allah bilir. Seksen türlü sulu armudu sicillere kayıtlıdır. Malatya'nın yedi türlü elması olur. Yedi çeşit de ayvası vardır. Her biri birer kıyye gelir. İrem Bağı içindeki üzüm başka bir ülkede bulunmaz.Torbalık üzüm sarması, Küfter badem kırması, üzüm şırası ve bastısı, üzümlü tarhanası yine buraya mahsustur. Bu şehirde yedi bin sekizyüz bağ sicil defterinde kayıtlıdır.’ Evliya Çelebi tüm bunları sayarken zeytin ağaçlarından hiç söz etmemişti.

1800'lü yıllarda bölgede incelemeler yapan Fransız bilim adamı Charles Texier de, Malatya'nın meyveleri hakkında şunları yazmıştı: ‘Şehri canlandıran çay, Tokma suyunun bir kolu olan Sultan suyudur. Bununla meyve ve sebze bahçeleri becerikli bir dağıtımla sulanır. Üzüm salkımlarının büyüklüğü hayranlık vericidir. Denizden yüksekliği nedeniyle burada zeytin ağacı yetişmez. Kayısı ağacı buraları kendi yurduymuş gibi sever...’

Yazılanlardan anlaşılıyordu ki, antik çağdan bu yana üzüm kentin değişmeyen meyvesi olmuştu. Zeytin bir ara görünüp kaybolmuştu. Kayısı ise burayı kendine anayurt edinmişti.

ÇOCUKLUĞUMA DÖNÜŞ

Kayısı ormanlarının bitiminde başlayan geniş bir bulvardan Malatya'ya girdim. Kalacağım Altın Kayısı Oteli'ne (422-211 4444) vardığımda hava kararmaya yüz tutmuştu. Ilık bir duş bile, sırt ve omuz adalelerimin öfkesini dindirmeye kafi gelmedi. Kenti gezmeyi ertesi güne bırakıp, otelin bahçesinde, havuz kenarında lezzetli bir yemekle güne veda ettim.

Ertesi gün erkenden yola çıktığımda, Malatya henüz tam olarak uyanmamıştı. Niyetim çocukluğumun bir bölümünü geçirdiğim caddeleri, sokakları bulmaktı. Sordum soruşturdum, Hastane Caddesi'ni buldum. Caddenin başlangıcındaki Gazi İlkokulu'nu sapasağlam ayakta gördüğüm için sevindim. Ne de olsa okuma-yazma macerama bu okulda başlamıştım. Arabayı kenara çekip, koşuşturduğum bahçeye bakıp geçmişten bir şeyler hatırlamaya çalıştım. Okulun karşısına denk düşen (öyle hatırlıyorum) Eskişehir Sineması'nı ise bulamadım. Orası yaşamımın ilk sinemasıydı ve gördüğüm ilk film, Hintli Raj Kapor'un ünlü 'Avare'siydi. Yaşamımdaki bazı ilkleri anımsayınca duygulandım, bir-iki damla gözyaşını serbest bıraktım. Hastane Caddesi'nde ne tek katlı evimizi, ne de kayısı topladığımız bahçeleri bulabildim. Aradan geçen yıllar, onları silmiş, yerlerine yüksek katlı apartmanları dikmişti. Mahallenin delisini, adlarını çoktan unuttuğum arkadaşlarımı, karşı evde oturan ilk aşkımı hatırladım. 6-7 yaş sevgisinin 'aşk' olarak adlandırılıp adlandırılmayacağı konusunda tereddüt ettim. Dönüşte, dağlardan dökülen şelaleyi aradım ama göremedim. İnönü Meydanı'na gelince, biraz ötemde vurulan adamı anımsadım. Yüzüstü yatan cesedin yanına gittiğim için yediğim tokadın acısını duyar gibi oldum.

KRAL DAĞLAR

Doğu'nun ıssız ve yalnız yolları artık kalabalıklaşmıştı. Kayseri istikametine doğru kamyonlar, TIR’lar, minibüsler, otobüsler, özel araçlar vızır vızır gidip gelmeye başladı. Artık 'yolların kralı' ben değildim. Nehir kıyılarına askeri bir nizamla sıralanmış iğde ağaçları, çevreye koku püskürtüyordu. Yeşil dağların yerine görüntüye giren boz dağlar, İç Anadolu'nun ilk sinyallerini vermeye başladı.

Yol kıyısındaki satıcıların birinin önünde durdum. Niyetim kayısı pekmezi almaktı. Kayısı, dut pestili, kuru kayısı, kayısı sucuğu, dut pekmezi sıralanmış tezgahların arasına baktım ama bulamadım. Sordum, kayısıdan pekmez yapılmadığını öğrendim.

Kayseri'ye yaklaşırken karşıma önce Erciyes Dağı çıktı. 10 günden beri gördüğüm dağları saydım: Büyük ve Küçük Ağrı, Süphan, Nemrut, Yusufeli, Allahüekber... Hepsi de ‘dağların efendisi’ dağlardı. Şimdi tepesi karlı bir efendi daha karşıma çıkmıştı. Dağ öylesine heybetliydi ki, dağcılığın gelişmediği dönemlerde çeşitli söylencelere konu olmuştu. Antik dönemde dağın zirvesine tırmanmayı başarabilenler, berrak havada Karadeniz ile Akdeniz'in göründüğünü iddia etmişlerdi.

KAYSERİ SOFRASINDAN

Antik dönem coğrafyacıları Kayseri hakkında şu bilgileri vermişlerdi: ‘Mazaka, tepesinde hiçbir zaman kar eksik olmayan dağların en yükseği Argaios'un eteklerinde kurulmuştur. Mazaka, bir kentin kurulması için uygun bir yer değildir. Çünkü burada ne su vardır, ne de doğal bir şekilde tahkim edilmiştir. Toprak çok kıraçtır. Bazı yerlerde arazi bataklıktır ve geceleri buradan ateşler çıkar.’

Şimdiki Kayseri ise büyük bir kent olmanın tüm işaretlerini taşıyordu: Temiz, ağaçlandırılmış, geniş caddeler, yüksek katlı evler, modern iş yerleri, alışveriş merkezleri ve bakımlı insanlar... Karnım acıkmıştı ama öyle sıradan yemekler yemek niyetinde de değildim. Sordum soruşturdum, 'Ananın Yeri' adlı bir restoran buldum. Serin bir köşeye oturup, katmer, kete, domates soslu mantı, içli köfte ve su böreğinin biraz biraz tadına baktım. Yetkiliye tadlar konusundaki şikayetimi ilettim. O haklı bir açıklama ile beni ikna etti: ‘Kayseri yemekleri evlerde pişer. Kimse bize gelip yerel yemekleri sormaz. Ya kebap isterler ya da pizza türü şeyler. Onun için bunlardan daha iyisini sadece evlerde yiyebilirsin.’

Yemek sonrası yolculukları pek sevmiyordum ama önümde gezinin son etabı kalmıştı. Hedefte önce Göreme, ardından Aksaray üstünden Konya, daha sonra Afyon, Kütahya vardı. Eğer sabrınızı taşırmadıysam haftaya yolları bitirip, İstanbul'a varışımı anlatacağım.

Malatya'ya doğru Doğu'daki dağların yeşi rengi kayboldu. Çiçekler, çeşit çeşit bitkiler görüntüden çıktı. Tüm çevreye boz bir renk hakim oldu. Bu boz tepelerin arasında yer alan dar vadilerdeki yeşil vahalar, hem insanların hem de yöredeki hayvanların sığınağı oluyordu.

Bir zamanlar Doğu Anadolu'nun en önemli yerleşim birimlerinden biri olan Harput artık eski görkeminden çok şey kaybetmiş. Yer aldığı tepenin eteklerinde kurulan Elazığ, Harput'u ikinci plana itmiş. İlçede geçmişin ihtişamını anımsatan bir kaç tane eski ev kalmış.
Yazının Devamını Oku

Barcelona’nın tadı

17 Şubat 2002
Ben gideceğim yeri önceden çalışırım. Ora hakkında yazılanları okur, anlatılanları dinlerim. Gittiğim yerlerde sadece binalara, tarihî yapılara, sokaklara, coğrafyaya bakmakla yetinmem. Bir yeri tam olarak bilmek için yerel lezzetleri de tatmanın gerektiğine inanırım. Bu nedenle ansiklopediler, hatıratlar kadar yeme-içme kitapçıklarını da titizlikle incelerim. En iyi adresleri not etmek için gayret sarfederim. Daha önce gidenlerden sorup soruştururum. Batı medyasında çıkanları okur, adresleri not ederim. Önümüz bayram... Yani gezmek için yeni bir fırsat daha. Bu hafta sizlere yeme-içme konusunda rehberlik yapmak istiyorum. Eğer bu tatilde veya gelecekte yolunuz İspanya'nın Barcelona kentine düşerse aşağıda vereceğim adreslere uğramanızı öneririm.

NOT: Geçen aydan beri İSTANBUL LİFE Dergisi için İstanbul'da ‘Lezzet Keşifleri’ yapıyorum. Lezzetle ilgilenen İstanbullu meraklı okurlarıma bu dergiye bir göz atmalarını öneririm.

Ca L'lsidre

Barcelona'nın hararetle tavsiye edilen restoranlarının başında geliyor. Boş masa bulmak neredeyse imkánsız.

Chardonnay üzümünden damıtılmış sirkeyle tatlandırılan ve patates, mantar eşliğinde sunulan karides, hemen tükenen yiyeceklerin başında geliyor. Ama endişeye kapılmayın... ‘Frito a la Andaluza’ denilen küçük balık kızartmasıyla birlikte servis edilen, sumak, kırmızı, yeşil biber ve levrek balığı ile doldurulmuş domates dolmasının da tadı doyumsuz. Garsonlar, müşterilerin buraya özellikle tatlı soğanla kızartılan keçi eti için geldiklerini belirtiyorlar. Bir şişe şarap dahil iki kişilik yemeğin fiyatı yaklaşık 150 dolar.

Adres: 12 Carrer les Flors

Cal Pep

Picasso Müzesi yakınlarında küçük bir bulvarda bulunan Cal Pep'e, açılır açılmaz damlamanızda fayda var. Çünkü günün her saati tıklım tıklım dolu oluyor.

Burada İspanya'nın geleneksel yemeklerinden biri olan ‘Pa amb tomaquet-zeytinyağlı, sarmısaklı ve domatesli ekmek’ yemenizi öneririm. Bunun yanında ‘Lustau Fino Jarana’ adlı beyaz şarabın çok iyi gittiğini belirtmek isterim. Ardından sunulan kızartılmış enginarın ise tadına doyum olmuyor. Öylesine hafif kızartılmış ki, enginarın tadı olduğu gibi duruyor. Aynı durum kalamar ve sardalye balığı için de geçerli. Kırmızı acı biberli, maydanozlu, jabugo jambonlu küçük deniz tarağı, et suyunda ikram ediliyor. Yemek Katalanların soğuk krem brülesi ile sona erdi.

Bir şişe şarabın dahil olduğu iki kişilik yemeğin fiyatı 75 dolar. Salı- Cumartesi arası öğle ve akşam yemeği, pazartesi günleri sadece akşam yemeği veriliyor.

Adres: 8 Plaça des les Olles.

La Parra

Barcelona-Sants tren istasyonu yakınlarında, pek de gözde olmayan bir yerde bulunmasına rağmen, La Parra'ya yapacağınız küçük bir ziyaret, adeta bu ülkede çıkacağınız küçük bir geziyi andıracak. 180 yıllık bir terminal olan mekánda, tüm yiyecekler odun ateşinde pişiriliyor. Rustik tarzda döşenmiş yemek odalarından ilkine girdiğiniz an, tabaklar dolusu şarküteri çeşidine, yaban mantarlarına, domates ve patlıcanlara rastlarsanız şaşırmayın.

Burada ‘Pa amb tomaquet’i kendiniz hazırlıyorsunuz. Yapacağınız tek şeyse garsonun talimatlarına uymak. Kalınca kesilmiş köy ekmeği diliminin üstüne önce sarmısağı ardından domatesi sürüyorsunuz. Sonra da üzerinde zeytinyağını gezdiriyorsunuz. Bizim Ege yöresinde, Ayvalık'ta da yapılan nefis bir iştah açıcı... Amerikalı turistler nedense, bu basit işlevi yapmakta oldukça zorlanıyorlar. Onun için garson, diliminizi hazırlayıncaya kadar başınızdan ayrılmıyor. La Parra'nın Barcelona'daki en iyi escalivada’yı (ızgara patlıcan yemeği) yaptığı iddia ediliyor. Ama burada diğer yiyecekler de ağzınızı sulandıracak kadar lezzetli. Sözgelimi ‘Romesco’’ sosuyla birlikte sunulan kalem inceliğindeki kuşkonmazlar da oldukça lezzetli. Romesco sosu, domates püresine baharat, badem, ceviz, kırmızı biber karıştırılarak yapılıyor. Tatlı soğan ve sarmısakla tadlandırılmış mantar yemeği de damaklara bayram ettiriyor.

Odun ateşinde nar gibi kızartılmış kuzu eti ise fırında pişmiş patatesle birlikte servis ediliyor. Bir şişe şarabın dahil olduğu iki kişilik yemeğin fiyatı yaklaşık 110 dolar.

Adres: 3 Carrer Joanot Martorell.

Pou Dolc

Pou Dolc'un öğlen mönüsü iddialı ve oldukça da ucuz. 20 dolara üç çeşit yemek, bir şişe sofra şarabı ve bir şişe su alabilirsiniz.

Restoranın en favori yemeği, badem, fındık, kuru üzüm, incir ve kuru kayısıyla pişirilen ıspanak. Bu yemek Katalan mutfağının en favorilerinden biri. Elma, muz, minik çilek ve orman çileğinden oluşan ‘Macedoine’, silindir şeklinde portakallı bir bisküvi içinde sunuluyor ve yoğurtlu dondurma ile süsleniyor.

Şarap listesi fazla kabarık değil, ama içlerinde oldukça seçkin markalar bulunuyor.

Bir şişe sofra şarabıyla birlikte öğle yemeği 20, akşam yemeği ise 65 dolar.

Adres: 6 Baixada de sant Miguel.

Neichel

Barcelona'da ‘Michelin Yıldızlı’ gurme restoran sayısı yedi. Bu restoranlardan biri de Neichel.

Neichel’de yerel malzemeler kullanılıyor. Sözgelimi jumbo karidesler, mercimek, enginar, fasulye, kapari ve kırmızı pancarla birlikte servis ediliyor. ‘Empordo Ördeği’ ise jabugo jambonlu patates ile yapılıyor.

Patates ve balıkla yapılan Neichel'e özgü çorba oldukça başarılı. Sarmısak, soğan, defne yaprağı ve mercanköşk çorbaya muhteşem bir tat vermiş. Kremalı ve yabani çilekli Fransız krepi de oldukça lezzetli. Bir şişe şarabın dahil olduğu iki kişilik yemek 195 dolar.

Adres: 16 bis Carrer Beltran i Rozpide.

Can Sole

Limanda yer alan Can Sole'a, daha ilk bakışta insanın kanı ısınıyor.

Tatlı ‘Almejas’ ve küçük kum midyeleri kızgın tavadan çıkar çıkmaz adeta kapışılıyor. İki kişiyi doyurabilen ‘Bacalao al serallo-kurutulmuş balıktan yapılan bir yemek’ oldukça lezzetli. İki rulo halinde sunulan morina balığı ise patates ve allioli sosuyla (sarmısaklı mayonez) birlikte sunuluyor. Bir şişe şarabın dahil olduğu iki kişilik yemeğin fiyatı yaklaşık 100 dolar.

Adres: 4 Carrer Sant Carles (Barcelonata)

La Vinya Del Senyor

Şarap tutkunları için ideal bir adres. Santa Maria del Mar kilisesinin tüm görkemiyle yükseldiği hoş bir bulvarda bulunuyor. Restoranın şarap listesi insanı şaşırtıyor. Ülkenin hemen hemen tüm şaraplarını bu listede bulmak olası... 13 tane Priorats, 31 tane Riojas ve İspanya'nın efsanevi Vega Sicila'sına ait 14 değişik marka listenin gözdelerinden. Bu seçkin markaların 20 tanesi bardakla da sunulabiliyor. Bu şarapların yanındaysa, hamsi ve peynir gibi çeşitli mezeler sunuluyor. Zeytinyağlı yumuşak ceviz ruloları, öğle vakti içilecek şaraplardan önce mideyi bastırıyor.

Birkaç bardak şarap ve bir tabak meze 15 dolar.

Adres: 5 Plaça Santa Maria.
Yazının Devamını Oku

Bir solukta Kilikia

9 Şubat 2002
Şimdi rağbet kültür turlarında. Gezginler bilinen rotaların yerine kültür, tarih, lezzet içeren yeni rotalar arıyorlar. Geçen hafta böyle bir tura katıldım ve Kilikia bölgesinde tarih ve yemek fırtınasına tutuldum. Kültür turlarına rağbet giderek artıyor. Türkiye'nin tarihî ve coğrafî zenginliklerini keşfetmek isteyenlerin oluşturduğu talep, birçok turizm şirketini bu tür turları düzenlemeye zorluyor. Bir yandan deniz, güneş tatili pazarlayan şirketler için son zamanlarda tur paketlerinin içine kültürü de katmaya başladılar. Gördüğüm kadarı ile birçok turizm firması ilginç rotaların peşine düşmüş.

Geçen hafta Viking Turizm şirketi ile Hilton Oteli’nin düzenlediği bir kültür gezisine katıldım. Gezi cuma akşamı, Seyhan Nehri'nin kıyısında yükselen Adana Hilton Oteli'ndeki İtalyan yemeği ile başladı. ‘Adana'da İtalyan Yemeği olur mu?’ diye sorarsanız, ‘olmaz’ derim. Ama biz oraya vardığımızda saat 21.00'i geçmişti ve Adana Kebapçılarının mangalları sönmeye yüz tutmuştu. Yemekte yanımda oturan otel müdürüne, neden yöre yemeklerinin sunulduğu bir lokanta olmadığını sordum. Bu eksikliğin farkında olduklarını, özel mangallar ısmarladıklarını, yaz başına doğru kebap servisinin başlayacağını söyledi.

Aslında yabancılar dışında, otelde kebap yemeğe çok rağbet olmayacağını sanıyorum. Çünkü iş için Adana'ya gelenler, iş yaptıkları firmaların yetkilileri tarafından hemen kent içindeki meşhur kebabçılara götürülüyorlar. Ben de kebabı otel yerine, dumanaltı olmuş kebabçıda yemeyi tercih ederim.

Yolculuk ertesi sabah erkenden başladı. Antakya yolu üstündeki ilk durak ‘Yılanlı Kale’ oldu. 1097 yılında Haçlı orduları tarafından inşa edildiği söylenen bu kale, kuzeye doğru uzanan Dumulu, Anavarza ve Kozan adlı dağ kalelerinin ilk halkasını oluşturuyordu. Halk arasında Şahmeran Kalesi olarak anılan ve Ceyhan Ovası'nı kuşbakışı seyreden kale, asırlar boyu doğal ve insanî saldırılara uğramasına rağmen, heybetinden bir şey kaybetmemişti.

Yol üstündeki ikinci durak, yığma bir tepenin üstündeki Toprakkale'ydi. Kervan yollarının kesiştiği yerde yükselen 8 burçlu kaledeki cengaverler, dönem dönem Çukurova'yı haraca kesen eşkiyanın korkulu rüyası olmuştu. Kale, Roma, Abbasi, Selçuklu, Ramazanoğulları ve Osmanlı ordularına barınaklık etmişti. Bu nedenle de her köşede başka bir uygarlığın izine rastlamak mümkün oluyordu.

Kalenin burçlarına tırmanırken, orada bizi bekleyen sürprizden habersizdim. Surlarla çevrili meydanlığa geldiğimde, iştah açıcı bir masa ile karşılaştım. Hilton ekibinin kurduğu masanın üstünde, tabak tabak meyve ve yeni sıkılmış meyve suyu sürahileri bizi bekliyordu. Bir köşede ise iki genç müzisyen, keman ve flüt eşliğinde müzik ziyafetine girişmişlerdi. Susuzluğumu serin meyve suları ile giderdim. Kıpkırmızı kan portakalının buruk tatlı-ekşi tadını damağımda dolaştırarak, aşağıda uzayıp giden bereketli ovayı seyrettim.

Yol üstündeki İskenderun Demir Çelik Fabrikası'nın dev bacalarından çevreye yayılan siyah dumanlar ve fabrikanın eskimekle birlikte hálá ürküten büyüklüğü, hemen kıyısındaki Akdeniz'in lacivert görüntüsüyle tezat teşkil ediyordu. Birisi kan ter içinde bir çalışmayı diğeri ise ‘vur patlasın çal oynasın’ türü bir yaşamı çağrıştırıyordu.

Askerliğimin bir bölümünü yaptığım İskenderun'u görünce tanımakta güçlük çektim. Palmiyelerin yükseldiği kordon boyu, denizden doldurulmuş ve kahvelerle süslenmiş kıyı şeridi ile kent tam bir Akdenizli'ydi. Bu denize kıyı veren kentlerdeki yüksek yaşam gustosu, bu kentte de farkediliyordu. İskenderun sırtını Gavur Dağları'na yaslamıştı. Dağın karlı zirvelerinin hemen altında görüntüye giren yayla evleri, boğucu yaz günlerinin cennet sığınaklarına benziyorlardı.

Bunları düşünürken aklıma Soğukoluk geldi. Oradaki şehvet yuvalarında, alkol ve insan kokusu sinmiş odalarda yaşanan yasak aşkları, dökülen kanları, yıkılan yuvaları ve sönen yaşamları hatırlamaya çalıştım. Benim gençliğimde, kirli yaşamların sığınağı olan ünlü yayla, geçmişine artık kalınca bir sünger çekmişti.

GEÇMİŞ VE BUGÜN

Döne döne tepelerden aşağıya inen yoldan, Amik Ovası'nın görüntüsü muhteşemdi. Yeşilin tonları ve aradaki kahverengi tarlalar, bereketi örten renkli bir yorganı çağrıştırıyordu.

Asi nehri ile Habib Neccar Dağı'nın arasına yayılmış olan Antakya, tarihteki görkemini pek yansıtmıyordu. Roma döneminde 300.000 nüfusu ile imparatorluğun en kalabalık ve en önemli kenti olan Antakya, şimdilerde çarpık yapılaşmanın tüm çirkinliklerini yansıtıyordu.

Kentin aslında geçmişiyle ilgili söyleyecek birçok sözü vardı: İsa'nın havarisi Aziz Petrus, dini yayma çılışmalarına burada başlamıştı. İlk kilise burada kurulmuş, ilk vaftiz töreni burada gerçekleştirilmişti. Hıristiyanlar için kutsal bir kentti. Ardından Osmalılar, İngiliz, Fransız işgalleri, bağımsız Hatay Devleti ve Türkiye'ye ilhak. Böylesine zengin geçmişe böylesine dağınık ve özensiz bir bugün pek yakışmıyordu.

Her şey bir yana Hatay Arkeoloji Müzesi bir yanaydı. Dünyada eşi benzeri bulunmayan mozaikler bu müzede sergileniyordu. 1934 yılında temeli atılan bu müzedeki mozaikler beni şaşkına çevirdi. O minicik ve renkli taşların binlercesi bir araya getirilip eşsiz birer tablo yaratılmıştı. Tabloda yer alan insanların yüzlerindeki ifade bile ayan beyan belli oluyordu. Mozaik ustaları küçük çekiçlerini, ressamın fırçası gibi ustaca kullanmışlardı.

Harbiye'de Hidro restoranda, mezelerle donanmış masanın başına oturduğumda hálá mozaiklerin etkisindeydim. Kendime gelip önüme konan yemekleri tadmaya başladığımda, damağımın keyiften çatlayacağını düşündüm. Zeytinyağlı ve tereyağlı humus, çökelek salatası, zahter salatası, pişmiş kıymayla birlikte sunulan çiğköfte, nar ekşisi ile tadlandırılmış yeşil salata, oruk (yassı içli köfte), patlıcan salata, sıcak suya batırılıp ılık sunulan yöre peyniri... Bunları birer ikişer tadarken, Hatay'ın ünlü tavuk ızgarasına yer kalmadığını fark ettim. Tavuğu geri çevirdim ama tepsiyle ortaya konan künefeye ‘hayır’ demeyi beceremedim.

BAŞKA BOYUTLARDA

Kültür ve lezzet saldırısından kurtulup tekrar Adana'ya döndüğümüzde kebab yemeğe mecalimiz kalmamıştı. Otelin Türk hamamında yorgunluk atıp, bir sonraki koşturma için uykuya çekildik.

Ertesi günkü turu bundan üç ay önce yapmıştım. Önce Tarsus'ta Aziz Paulus Kilisesi'ne gidildi. Beyaz plastik iskemlelerin yerli yerinde durduğunu görüp üzüldüm. Antik Roma yolunda yine keyifle yürüdüm. Restorasyonu süren eski Tarsus mahallesine bir kez daha hayranlığımı sundum. Serinleme molası verdiğimiz Mersin Hilton otelinde, kendime taze meyve sularıyla ‘doping karışımları’ yaptım. Vaktim olmadığı için ziyaret edemediğim Mersinli aziz dostlarımın kulaklarını çınlatmakla yetindim. Ayaş'taki Kanlıdivane (Kanytelis) denen antik harabelerde, asırlık taşlara bir kez daha dokundum. Ortadaki kutsal obruğun içindeki Bizans mezar anıtı kabartmasına bakıp, bu küçük kent hakkında yeni kurgular yaptım. Kilikia'yı keşfetmek ve anlamak için buraya bir çok kez daha gelmem gerektiğine karar verdim.

Gezi, bu yöreye yapılan tüm geziler gibi ünlü Narlıkuyu Koyu'ndaki öğle yemeği ile sona erdi. Bir önceki gelişimde burada sunulan lezzetlerle tanışmıştım. Onun için sipariş verirken pek bocalamadım: Tavada kalamar, ızgarada İskenderun karidesi, nar ekşili yeşil salata (yanında taze sarmısak), deniz koruğu turşusu ve yiyebildiğin kadar ızgara lağos balığı.

Viking Turizim ve Hilton Oteli’nin daveti sayesinde kültür, tarih ve lezzet dolu bir hafta sonu geçirdim. Fırsat ve olanak buldukça bu tür turlara sizlerin de katılmasını öneriyorum. Yeni yeni başlayan kültür gezilerinin (öncüsü Fest Turizm) insanı başka boyutlara taşıdığına inanıyorum.
Yazının Devamını Oku

Afrika’nın boynuzunda

19 Ocak 2002
Kar yolları kapayınca not defterim yardımıma koştu. Sararmış sayfalardan geçmiş bir yolculuk çıkardım. Şu günlerde Amerika'nın ‘Terör Savaşı'nda’ hedefler arasında adı sayılan Somali'ye gidişimi, orada başıma gelenleri tüm detayları ile bir kez daha yaşadım. Somali... Dünyanın bir köşesinde, unutulmuş, yoksulluk sınırının altında yer alan bir ülke. Bugünlerde adı yine duyulur oldu. Amerika'nın başlattığı ‘Terör Savaşı’nda, hedeflerden biri olarak anılmaya başlandı. Dünya basınında Somali ile ilgili çıkan haberler, beni eski yıllara fırlattı. Oraya yaptığım maceralı yolculuğu hatırlattı. Not defterime yazdıklarımı okudukça, bu zorlu gezi bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti.

İstanbul'dan Afrika'daki açlara, Kızılay'ın yiyecek yardımını götüren şilepte geçirdiğim onca gün aklıma geldi. Nedense herşeyi en ufak detayına kadar hatırladım. İstanbul'dan kalkıp, Ege'yi, Akdeniz'i geride bırakmış, Süveyş Kanalı'ndan geçip Kızıldeniz'e açılmıştık. Köpekbalıkları ile oynaşmış, kitap okumaya çalışmış, kıçta kurduğum çilingir sofrasında, yakamozlara bakarak romantik anlar yaşamış, fırtınalarda allak bullak olmuş, sonunda Babülmendep Boğazı'nı aşıp, Hint Denizi'nin kucağına atılmıştık.

Dün gibi hatırlıyorum. Sıcak bir ağustos günüydü ve deniz çarşaf gibiydi. Kaptanköşkünde uzaklardaki Somali kıyılarını seyrediyordum. Bir ara Süvari'nin ve kaptanların ellerine birer dürbün alıp, dört bir yanı taradıklarını gördüm. ‘Hayrola’ diye sordum. Meğer yanaşacağımız Berbera limanını arıyorlarmış. Liman haritada belirtilen yerde görünmüyormuş. Ben de bir dürbün kapıp, arama işine dahil oldum. Bir süre sonra birinci kaptan beklenen müjdeyi verdi: ‘Liman göründü!..’

HER ÖĞÜNDE BALIK

Malzemeler boşalana kadar gemide kalacak, sonra bavulumu toplayıp ayrılacaktım. Bekleme süresi düşündüğümden de uzun sürdü. Çünkü hiçbir aletin bulunmadığı limanda, boşaltma işlemi insan gücüyle yapılıyordu. Yiyecek çuvallarını yüklenen hamallar, neredeyse her yarım saatte bir mola veriyorlardı. Böylesine ağır-aksak çalışmaları işime geliyordu. Çünkü gemiden ayrılınca, günlerce temiz bir yatağa ve yemeğe hasret kalacağımı biliyordum.

Akşamları çoğunlukla geminin kıçında balık tutuyordum. Deniz öylesine bereketliydi ki oltayı hiç boş çekmiyordum. İğneye çeşit çeşit balık takılıyordu. Yenenleri mutfağa gönderiyor, tanımadıklarımı tekrar denize salıyordum. Balığın kızartması, buğulaması, ızgarası, köftesi, salatası yapılıyor, her öğün masamızdan eksik olmuyordu. Bir de bizim tutamadığımız büyük balıklar vardı. Onları da yerli balıkçılardan sabun, süt karşılığı alıp, buzluğa atıyorduk.

Balık tutmaktan sıkıldığım akşamlar, kasabanın barına gidiyordum. Bar, iki su bidonunun arasına konmuş bir kütükten ibaretti. Genellikle bira içiyordum. Arada bir de yerli malı romu denediğim oluyordu. Portakal konsantresiyle tadlandırmaya çalıştığım rom öylesine sertti ki, ikinci kadehte başım dönmeye başlıyordu. Başım belaya girmesin diye, etrafta dolaşan, kahpeliklerini bakışlarına yerleştirmiş dünya güzeli kızlara bakamıyordum. Belki de masum bir dans isteğime tepki göstermezlerdi. Aslında öylesine davetkar, tahrik eden göz süzüşleri vardı ki... Ama nedense korkumu yenemiyordum. O sert rom bile cesaret vermeye yetmiyordu.

AÇLARIN KAMPINDA

Boşaltma işlemi bir hafta sonra bitti ve bana da yol göründü. Bir süre Etiyopya sınırındaki kamplarda açlarla birlikte yaşayacaktım. Sonra Afrika'nın içlerine doğru yelken açacaktım. Konvoyun hareketini beklerken, kasabanın tek lokantasına girdim. Lokanta dediğim yer, bir kaç kırık dökük masa-iskemlesi bulunan izbe bir mekándı. Makarna ısmarladım. Zaten pek fazla seçenek de yoktu. Gözüme önce garsonun tırnakları takıldı. Bir santim uzunluğundaki tırnakların içi simsiyah kirle doluydu. Ardından içine makarna konmuş tabağa baktım. Kenarlarında bir önceki yemeğin yağları donup kalmıştı. Fazla dayanamadım. Dışarı fırladım ve kaldırıma kustum. Bir taşın üstünde kendime gelmeye çalışırken, garsonun tabakları nasıl yıkadığını gördüm: Yemek artıklarını belindeki pis bir bezle çöp tenekesine sıyırıyor, sonra tabağı içi su dolu bidona daldırıp çıkartıyor ve aynı pis bezle kuruluyordu.

Bu manzara Somali'de kaldığım 25 gün boyunca hiç gözümün önünden gitmedi. Nerede olursa olsun yemeğe oturduğum zaman, Berbera'daki garsonu hatırlıyor ve masayı hemen terk ediyordum. Bu yüzden gezi süresince tam 10 kilo zayıfladım.

ÖLÜM KOL GEZİYOR

Kampta bir köşeye kurulmuş çadırların içinde, Kızılay'ın görevlileri ile birlikte kalıyordum. Gördüğüm herşeyden utanıyordum. Bir deri bir kemik kalmış çocukların, gözlerinin içine giren sinekleri bile kovamayacak kadar halsiz olan insanların yüzlerine bakamıyordum. Kendimi bütün bu olayların suçlusu gibi hissediyordum. Paslı teneke üstünde kızarttıkları gözlemeleri ikram ettiklerinde geri çeviremiyordum. İğrenme duyumu bir kenara koymuştum. Onları üzmektense her türlü hastalığa yakalanmayı göze alıyordum. Bu kadar cesur olmamın nedeni onların çaresizliğiydi. Onlar benim yemekten çekindiğim şeyleri yiyerek hayatta kalabiliyorlardı.

Hergün birkaç kişi ölüyordu. Çadırın içinde, yolun ortasında öyle kıvrılıp kalıyorlardı. Ve yüzlercesi de yattıkları yerde ölümü bekliyorlardı. Kampın havası sürekli ölüm kokuyordu. Bu kabus gibi ortamda beş gün yaşadım. Yiyecek dağıtımı bittikten sonra tekrar Barbera Limanı'na döndüm. Rıhtımda gemiye el salladıktan sonra, Somali'de tek başına kaldım. Gemiciler sırt çantamı konserve ve peynirle doldurmuşlardı. Onlar bitinceye kadar karnımı doyurabilirdim ama, ondan sonra ne yapacağımı bilemiyordum.

Gemi gözden kaybolunca Berbera'nın, bir kulübeden ibaret havaalanına gittim. Oradan başkent Mogadişu'ya uçacaktım. Asfaltı bozulmuş pisti görünce biraz korktum. Uçak toz duman içinde indi. Yolcular uçaktan inip bekleşmeye başladı. Bir görevli uçağın bagajından bavulları dışarıya fırlattı. Piste düşenler bavuldan çok, sarıp sarmalanmış naylon çuvallardı. Bagajını kapan, pisti geçip çıkışa doğru yöneliyordu.

UÇAKTAKİ DOST

Uçak tamamen boşalınca, bu sefer bekleyenler binmeye başladı. Kan ter içinde uçağa girip, ilk bulduğum yere oturdum. Uçağın içi anlatılır gibi değildi. Bir film sahnesi gibiydi. Sahiplerinin ellerinden kurtulan tavuklar, koltukların arasında uçuşuyor, onları yakalamak isteyen sahipleri de koridorda koşuşturup duruyordu. Tavuklar yakalanıp bağlandıktan sonra, uçak bir toz bulutunun arasında havalandı.

Şaşkınlığımı henüz üstümden atamamıştım ki, yanımda oturan yolcunun kırık İngilizcesi ile bana hitap ettiğini duydum. Adının Cuma olduğunu söylüyordu. Bir çok petrol şirketinde çalışmıştı. Hatta bir seferinde İstanbul'a bile gelmişti. Şimdi başkente, ailesinin yanına dönüyordu. Biraz kendime gelince çok detaya inmeden, ben de kendi öykümü anlattım ve dost olduk. İyi ki de olmuşuz. Çünkü Mogadişu'yu onun sayesinde daha yakından tanıma fırsatını buldum.

Yer bittiği için dünyanın en fakir ülkesinin başkenti Mogadişu'daki maceralar haftaya kaldı.

Açların kampı Etiyopya sınırına dayanan çölün üstüne kurulmuştu. Etrafı tel örgülerle çevrili bu kampta binlerce insan kıyasıya bir yaşam mücadelesi veriyordu.

Annesinin memesinde süt bulabilen çocuklar oldukça şanslıydı. Anneler de memeleri süt yapsın diye sabahtan akşama kadar yiyecek peşinde koşturup duruyorlardı.

Kamptaki kulübeler kelimenin tam anlamıyla derme çatmaydı. Ağaç dallarından yapılmış iğreti iskeletin üstü ya çamurla ya da çuvalparçaları ile kaplanıyordu.

Kamptaki Müslümanlar, etrafı taşlarla çevrili olan açıkhava camisinde ibadetlerini yerine getirmeye çalışıyorlardı. İbadet dışında taşları aşıp içeri girenlere tepki gösteriliyordu.
Yazının Devamını Oku

30 Çin lokantalı kent

6 Ocak 2002
Eğer Hong Kong'ta Uzakdoğu'yu görmek istiyorsanız arka sokaklara dalmanız gerekiyor. Bu sokaklarda yılan restoranlarından seks gücünü arttıran malzemeleri satan dükkánlara kadar binbir ilginç görüntü ile karşılaşmak mümkün. Uzakdoğu'nun doğulu olmayan kent-devleti Hong Kong'da, kalabalıklara her geçen gün biraz daha alıştım. Yürürken daha az kişiye çarpar oldum. Daha az ‘sorry’ dedim. Her yönüyle bir Batı kenti olan Hong Kong'un doğulu yüzüne rastlayabilmek için, gökdelen ormanından çıkıp, şansımı arka sokaklarda denedim. Çok yoruldum ama, yüksek binaların gölgesine saklanmış ilginç manzaralar yakaladım.

Kurutulmuş yiyecek satan dükkánların bulunduğu Shanghai Caddesi oldukça ilgimi çekti. Burada Uzakdoğu'nun hafif mide kaldıran kokusunu soluma fırsatını buldum. Sıra sıra dizili dükkánlarda her türlü canlının kurusunun satıldığına şahit oldum. Kurutulmuş gıdaların başında deniz mahsülleri geliyordu. Örneğin balık kılçığı, balık derisi, balık yüzgeci, deniz yıldızı, deniz atı, deniz anası, midye, yosun ve adını bilemediğim yüzlerce deniz ürünü, ya ipe dizilmiş olarak, ya çuvalların içinde satışa sunulmuştu.

Etlerini dükkánlarının önüne gerdikleri ipler üstünde sergileyen kasaplarda da, hayvanın her parçasını bulmak mümkündü. Paça, işkembe çorbası, bumbar gibi sakatat bizde de yendiği için, tezgáha dizilmiş parçaları bir Batılı kadar yadırgamadım. Tek garibime giden, kümes hayvanlarının tütsülenmiş ayakları oldu. Ben tatmaya fırsat bulamadım ama, bunları yiyenler lezzetini anlata anlata bitiremiyorlardı.

Ara sokaklarda kurulan sebze pazarında da değişik görüntüler vardı. Burada bildik sebzelerin yanı sıra, ilk defa gördüklerim de oldu. Rehberim her nekadar bu sebzelerin Çince ve İngilizce adlarını söylediyse de, ben Türkçe karşılıklarını bulamadım. Tezgáhlarda satılanlara bakıp, Çinlilerin toprak altında ve üstünde yetişen herşeyi yediklerine hükmettim.

SEKSİ HONG KONG

Bu kokulu ve renkli sokaklarda, Pekin Ördeği satan küçük dükkánlar da ilginç görüntüler sergiliyordu. Vitrine dizilmiş ve nar gibi kızarmış ördekler, bizdeki ‘kelle’ misali satılıyordu. Yani ister yarım ister tam ördek alabiliyordunuz. Siparişinizi alan satıcı, elindeki büyük satırla ördeği tüm kemiklerinden ayırıyor, bu parçaları bir plastik kutunun içine yerleştirip size sunuyordu. Satıcıyı seyrederken, ‘ekmek arası Pekin Ördeği'nin’ burada iyi bir kazanç kapısı olacağına karar verdim.

Yılan eti satan lokanta da dikkat çeken mekánların başında geliyordu. Rehberim böyle bir yere götüreceğini söylediğinde, ‘böylelikle yılan etinin de tadına bakarım’ diyerek sevinmiştim. Ama kapının önündeki leğeni görünce, bu fikrimi hemen değiştirdim. Leğenin içindeki yılandan arda kalan organların görüntüsü, midemi altüst etmeye yetti. Lokantanın girişindeki kafeslerde, büyüklü küçüklü yüzlerce yılan, kıvrım kıvrım dolanıp duruyorlardı. Bir başka kafeste ise dev kertenkeleler, kendilerini seçecek müşteriyi bekliyorlardı.

Bu sokaklarda dolaşırken, Hong Kongluların sekse düşkün olduklarına şahit oldum. Çünkü bir sokak tamamen seks gücünü artırıcı yiyeceklere ayrılmıştı. Dükkánların içindeki kalabalıklara bakılırsa, bu dükkánların satışları oldukça iyiydi.

EMEKLİ KUŞÇULAR

Vitrinlerde sergilenen seks gücünü artıran gıdaların başında, köpek balığı yüzgeci yeralıyordu. Hemen her dükkán vitrinini çeşitli büyüklükteki yüzgeçlerle süslemişti. Onu takip eden gıdaları şöyle sıralamak mümkündü: Denizatı, ayı penisi, geyik bacağı kemiği, çeşitli boynuzlar, her derde deva olan ginseng kökü ve ne olduklarını öğrenemediğim onlarca madde.

Rehberim ‘Kuş Pazarı’na gidelim deyince önce ‘vakit kaybı’ diye düşündüm. Çünkü orayı, İstanbul'da Mısır Çarşısı'ndaki kuş pazarının benzeri zannettim. Gittiğim de ise öyle olmadığını gördüm. Kuş Pazarı'ndaki ağaç dallarına, birer küçük kafes asılıydı. Her kafesin altında da yaşlıca bir Çinli duruyordu. Burada kuş beslemek, emeklilerin en baş uğraşıydı. Sabahın erken saatinde kafesini kapıp pazara gelen emekliler, birbirlerine kuşlarının ötüşlerini dinletiyorlardı. Kuşları onlar için övünç kaynağı idi. Bütün gün kuş üzerine konuşuyor, akşam oluncada kafeslerini yüklenip, bir sonraki gün buluşmak üzere evlerine dönüyorlardı. Kuş serenadları arasında geçen emeklilik yıllarının keyifli olabileceğini düşündüm. İleriki yaşlarımda böyle bir hobi edinmeye karar verdim. Daha sonra Tung Choi Caddesi'ndeki ‘Ladies Market’e gittim. Burada tam bir Mahmut Paşa görüntüsü ile karşılaştım. Market uzunca bir cadde üstünde kurulmuştu ve yüzlerce tezgáh arasında, binlerce insan gidip geliyordu.

FALCILIK İYİ MESLEK

Bu tezgáhlarda aranan herşeyi bulmak mümkündü. En çok rağbet görenler de, ünlü markaların asıllarından ayırt edilemeyen taklitleriydi. Rehberimin söylediğine göre, burada istenilen fiyatın yarısına inilinceye kadar pazarlık yapmak gerekiyordu.

Geceleri ise Temple Caddesi'nde, ‘Night Market’ adı altında bir başka pazar kuruluyordu. Burada da çok ucuza bir çok şeyi almak mümkündü. Tezgáhlar arasında dolaşırken, bir duvarın dibine sıralanmış falcılar dikkatimi çekti. 50-60 falcı küçük masalarının başında, müşterilerin ellerine bakıp onlara gelecekten haberler veriyorlardı. Gördüğüm kadarı ile burada falcılık para eden bir meslekti. Çünkü bütün masalar dolmuş, hatta bazılarının önünde kuyruklar bile oluşmuştu.

Satranç oynayanlar, değişik makyajları ile ortalıkta dolaşanlar, şarkı söyleyen emekli sanatçılar, ‘Night Market’e renk katıyordu. Küçük lokantaları, değişik insan tipleri, çığırtkanları, kalabalığı ile burası kentin en renkli bölümlerinden biriydi.

Hong Konglular gırtlağına düşkün insanlara benziyordu. Çünkü kentte irili ufaklı tam 30 bin restoran vardı ve hepsi dolup taşıyordu. Ayrıca önünde kuyruklar oluşan Mc Donald'lar ve pizzacılar, bu sayıya dahil değildi. Bence Çin mutfağının bunca zengin çeşit sunmasının nedenleri arasında, yoksulluk yüzünden her şeyin yenmesi ve denizin sunduğu yüzlerce olanak yatıyordu. Bir de dinsel yasaklamaların olmaması da önemli rol oynuyordu.

Hong Kong gezisi sırasında oldukça iyi lokantalarda yemek yeme olanağı buldum. Özellikle Kanton mutfağının en lezzetli örneklerini tattım. Örneğin Hong Kong Adası'nda, Wellington Caddesi'ndeki Yung Kee adlı restoranda yediğim ördeğin tadını hálá unutamadım. Eğer Hong Kong'a yolunuz düşerse, 1942'den beri Pekin Ördeği kızartan bu ünlü lokantaya mutlaka gitmenizi öneririm. Ayrıca Kowloon'da, Hillwood Caddesindeki Tai Woo adındaki deniz mahsulleri lokantasın da, denizin derinliklerindeki garip yaratıkların tadına baktım. Ve ‘denizden babam çıksa yerim’ deyişinin tam Çinlilere göre olduğuna karar verdim.

Uzakdoğu'daki bu Batılı kente yaptığım yolculuğu anlatan yazımı, bir kaç rakamla bitirmek istiyorum. Hong Kong'a gelen turist sayısı 1957 yılında 50 bin iken, bu sayı 2000 yılında tam 13 milyon olmuş. Bu turistlerin bıraktıkları para ise 9 milyar doları bulmuş. 2001 yılında ise gelen turist sayısı 11 milyon, giren para miktarı ise 6 milyar dolar civarında.

Hong Kong'u kıskandım. Tarih, coğrafya, kültür fakiri olan bu kent bu kadar para kazanırken, dünyanın en önemli kenti İstanbul'u dünyaya açamamız, onu yeteri kadar tanıtamamış olmamız yüreğimi sızlattı.
Yazının Devamını Oku