1 Aralık 2002
Bu kez epey uzaklarda gezindim durdum. Nepal'in başkenti Katmandu'dan dünyayı kuşbakışı seyrettim. Bu haftadan itibaren bu uzun yolculukta başımdan geçenleri, yol anılarımı, gördüklerimi, yediklerimi, içtiklerimi, şaşkınlıklarımı sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Hindistan'a doğru uçuyordum. Ama hedefimde Hindistan yoktu. Yeni Delhi'de bir gün kalıp oradan ‘Dünyanın Damı'na’, Nepal'e geçecektim. İlk durağım Katmandu olacaktı. Gençlik yıllarımın aşk ve barış kenti Katmandu... Davetli olduğum için, Gulf Air'in ‘First Class’ında uçuyordum. Neredeyse iki kişinin sığacağı bu geniş koltuklarla uçmak için, bir servet ödendiğinin farkındaydım. Benim için az bulunur bir fırsattı. Kendi olanaklarımla gitmeye kalksam, ‘Ekonomi Class'ta’, ayaklarımı uzatacak yer bulamamanın sıkıntısı içinde, elimdeki kitabı anlamadan okumaya çalışacaktım. Anlamayacaktım çünkü, aklım iki koltuk arasına sıkışan bacaklarımda olacaktı. Bir de uzun uçuşlar sonucu hareketsizlikten bacak damarlarında oluşan pıhtılarla yaşamlarını kaybeden yolcuları düşünecektim... Kanım pıhtılaşmasın diye ikide bir yerimden kalkacak, koridorda bir aşağı bir yukarı yürüdükten sonra tekrar yerime oturacaktım. Okuduğum sayfayı al baştan yapacaktım. Tüm bunların aynen böyle gerçekleşeceğini biliyordum. Çünkü uzun uçuşlarımda aynı huzursuzluğu o kadar çok yaşamıştım ki...
KATMANDU OTOBÜSÜ
Ama şimdi her şey bambaşkaydı. Geniş bir koltuğu yatar hale getirmiş, ikram edilen nefis kırmızı şarabı yudumlayarak, geçmiş günleri hayal ediyordum...19-20 yaşlarındaydım. Üniversite çıkışı soluğu, Hippi Yener'in Sultanahmet'teki ‘Pudding Shop’un da alıyordum. Niyetim oraya gelen turist kızlardan birini kapmaktı. Ama İngilizcem berbat olduğu için, bu niyetimi bir türlü gerçekleştiremiyordum. İşte Katmandu'nun adını bu gidiş gelişlerde öğrenmiştim. Pudding Shop'un duvarında asılı olan el yazısı bir ilanda, Sultanahmet'ten kalkan Katmandu otobüsüne yolcu arandığını yazıyordu. Çevrede konuşulanlardan duyduğuma göre Katmandu, aşkın, barışın ve esrarın merkeziydi.
Esrarla işim yoktu. Bana işin aşk kısmı cazip gelmişti. Eve döndüğümde haritayı açıp, uzun uzun Katmandu'yu aramıştım. Bulduğumda da uzaklığı karşısında şaşırıp kalmıştım. Kanı fıkır fıkır kaynayan bir genç olmama rağmen, o kadar yolu kat etmeyi göze alamamıştım.
30 yıl sonra, biraz gecikmeli olsa da bir uçağın geniş bir koltuğunda, elimde kırmızı şarap kadehi, Katmandu'ya doğru yol alıyordum. Ama ne ben de hippilik kalmıştı ne de çiçek çiçek boyanmış Katmandu otobüsleri... Geç kalmış bir yolculuk olduğunun farkındaydım.
Uçak Bahreyn'e doğru inişe geçerken ben de gençlik anılarımdan sıyrılıp, şimdiki zamana döndüm. Pilotun anonsundan anladığıma göre kentte 32 derece sıcaklık vardı. Ama beni ilgilendirmiyordu. Transit yolcuydum ve dört saat havaalanında kalacaktım.
MİTOLOJİ VE GERÇEK
Önce bacaklarım açılsın diye havaalanını baştan sona yürüdüm. Daha sonra tempomu düşürüp vitrinleri inceledim. Vitrinler bitince dükkanların içine girip, detay çalışmalarına başladım. Şarap markalarına göz attım, parfümleri kokladım, sonra insanlara baktım: Tenlerde koyu renk hakimdi. Doğdukları günden beri kesmedikleri saçlarını, renkli sarıklarının altında toplayan Sihler çoğunluktaydı.
Sıkılıp ikinci kattaki bara çıktım. Ramazan’da Bahreyn'de içki satılacağını hiç ummuyordum. Kötü bir Portekiz şarabı içtikten sonra, bir Bahreyn Dinarı’nın 3 dolar ettiğini öğrenip, şaşırdım. Karşımdaki dev televizyon ekranında Madonna'yı seyrettim. Onun, orospu rolünü en iyi kıvıran kadın sanatçı olduğuna karar verdim. Yeni Delhi uçağının anonsunu duyduğumda, sıkıntıdan patlayacak bir hale gelmiştim.
Yine ‘First Class’ta uçuyordum. Geniş koltuğumu yatar hale getirip, yanımda getirdiğim Hermann Keyserling'in ‘Bir Filozofun Gezi Günlüğü’ adlı kitabından, Hindistan'la ilgili bölümleri okumaya başladım. Yeni Delhi'de bir gün kalacaktım ve bu süre koca Hindistan'ı anlamaya yetmeyecekti. Onun için Estonya asıllı filozofun gözlemlerine başvuruyordum. Keyserling'in Hindistan ile ilgili saptamalarından bazıları şöyleydi:
‘Hintliler tarih adına hiçbir şey bilmiyorlar ve tarihi gerçeklere ulaşmak için her hangi bir kurumları da yok. Mitoloji ile gerçeklik, onların gözünde aynı şey. Ve böylece efsane, gerçeklik olarak değerlendiriliyor ve gerçeklik de efsaneye dönüşüyor. Bu her zaman büyük bir doğallıkla oluyor...’
‘Hindular kurguyla doğru, rüyayla gerçeklik, hayalle hakikat arasında kesin bir ayırım yapmıyorlar. Bu nedenle de onların saptamalarına güvenmek olanaksız. Bilimleri kesinlikten uzak ve gözlemleri açıklıktan yoksun...’
Hostesin dürtüklemesiyle uyandım. Yere düşen kitabı aldım. Koltuğu düzelttim. Pencereden, yavaş yavaş uyanmakta olan Yeni Delhi'yi seyretmeye başladım. İstanbul'dan akşamüstü yola çıkmıştım. Uzun uçuşlar, bekleyişler ve 3 saat 15 dakika saat farkını da ekleyince sabahı etmiştim. Beni havaalanında birisinin karşılayıp, otele götüreceği söylenmişti. Bavulumu alıp dışarı çıktım. Kalabalıkların arasında adımın yazılı olduğu tabelayı aradım. Ürkek, kılıksız, sakalı uzamış, buruşuk pantolonlu, ayaklarında yırtık sandaletler bulunan birisinin elindeki buruşuk kağıtta, kargacık burgacık harflerle yazılmış adımı gördüm. Selam verip, beklediği adamın ben olduğunu söyledim.
Karşılayıcımın arabası da kendisi gibi dökülüyordu. Yeni Delhi'de önce trafiğe şaşırdım. Yüzlerce motosiklet, motodolmuş, kamyon, otobüsün arasından ilerlemeye çalışıyorduk. Herkes birbirine klakson çalıyordu. Her an birisine çarpabilirdik. Onun için sürekli olarak hayali bir frene basıyordum. Ürkmüş bir vaziyette etrafı seyrederken birden kutsal inekleri gördüm. Her yerdeydiler. Dükkanın önünde, kaldırımın üstünde veya caddenin tam ortasında tasasız ve telaşsız yatıyorlardı. Trafik, insanlar, kalabalıklar, korna sesleri onları pek ilgilendirmiyordu. Kutsallıktan kaynaklanan dokunulmazlıklarının tadını çıkartıyorlardı.
HIZLI ROTA
İngilizce bilmeyen şoförüme işaretlerle beklemesini söyleyip odama çıktım. Bavulumu bıraktım. Elimi yüzümü yıkayıp hemen aşağı indim. Amacım hava kararıncaya kadar mümkün olduğunca çok yer görmekti.
Hindistan'ı iyi bilen bir dostumun çizdiği ‘Hızlı Rota’yı izliyordum. Kentin detaylarına inmek niyetinde değildim. O detayların arasında boğulacağımı biliyordum... Önce Yamuna Irmağı'nın kıyısına indim. Çiçekli bahçelerdeki ulusal önderlerin anıtlarına baktım. Daha sonra Hint üslubu ve İslam motiflerinin karışımı ile süslenmiş Kutb Minare ve Kuvvet'ül İslam camilerine gittim. Ağaçların arasında uçuşan yüzlerce yeşil papağanın çığlığı eşliğinde, erken Peştu üslubunun en güzel örneklerini seyrettim. Sonra Bahai inanışının, açmamış nilüfer çiçeği görünümündeki dev mabedini ziyaret ettim. Gün akşam olurken kendimi bir Hindu tapınağında buldum. Cinsiyetlerini kestiremediğim tanrı heykellerinin karşısında, Hinduizmin ipuçlarını yakalamaya çalıştım.
Koca Hindistan'ın koca kentlerinden biri olan Yeni Delhi'yi kavramak için sarf ettiğim çaba beni epey yormuştu. Tabii ki bir günlük hızlı bir turla bu muazzam kültürü, kenti çözmek, anlamak olanaksızdı. Otele döndüm. Ertesi gün başlayacak Katmandu yolculuğu için erkenden yatağa girdim.
Haftaya bir zamanlar hippilerin cenneti olan Katmandu'nun bugünkü halini anlatmaya çalışacağım.
VİZE 40 DOLAR
Bir çok ülke gibi Hindistan'da Türk ziyaretçilerden vize istiyor. Vize alabilmek için iki adet fotoğraf, pasaportun aslı ve fotokopisi, 40 dolar ücret ve başvuru formunu doldurmak gerekiyor. Konsolosluk çalışanları güler yüzlü ve sorunları çözme gayretinde olan iyi niyetli kişiler. Başvuru haftanın 5 günü 9.30-12.30 arasında kabul ediliyor. Genellikle başvurunun ertesi günü vize veriliyor. Adres: Cumhuriyet Cad. No:18 Elmadağ/İstanbul Tel: (212) 296 2131-32
Hindistan'ın acısı terletiyor
Hindistan'da yediğim yemeklerin lezzetlerinin, gerek Türkiye'de gerekse Amerika'da yediğim Hint yemeklerinin lezzetlerine hiç benzemediğini gördüm. Hint yemekleri, sunuldukları ülkenin damak zevkine göre lezzet değişikliklerine uğratılmışlardı. Örneğin Amerika'da garson, yemeğinizi ne kadar acı istediğinizi genellikle sorar. Hindistan'da ise yemeklerin hemen hemen tümü acı. Bu acı öyle sıradan bir acı da değil. Benim gibi bol acı yemekle övünen birisini bile terletecek düzeyde.
Hint yemekleri için, dünyanın en girift yemekleri tanımı kullanmak yanlış olmaz. Her eyaletin ayrı bir mutfağı var. Bu mutfakların karışımı, Hint mutfağını oluşturuyor. Hint mutfağının diğer önemli özelliği de bol baharat kullanılması. Baharat sadece acı biberle sınırlı değil. Biberden sonra en çok kullanılan baharatların başında safran geliyor. Zerdaçal, zencefil, kişniş, kakule, kimyon, karanfil ve karabiber de yemeklerin vazgeçilmez baharatları arasında yer alıyor. Hint mutfağında kırmızı et kullanılmıyor. Onun için tavuk baş köşeyi işgal ediyor. Ayrıca baklagiller de Hint mutfağının gözdeleri. Mercimek, pirinç ve buğday üçlüsüyle yapılan ve ‘Dal’ adı verilen yemek, sofraların en rağbet gören gıdası. Diğer bir vazgeçilmez de, Basmati pirinciyle buharda pişirilen safranlı pilav. Hint mutfağında benim favorim ekmekler. Bizim pideyi andıran, içine sebze ve patates konan ekmekler başlı başına birer lezzet harikası.
Yazının Devamını Oku 3 Kasım 2002
Şimdi adalara gitmenin tam zamanı. Yazlıkçılar döndü. Ada gerçek sahiplerine kaldı. Issız sokaklarda, sararmış yapraklara basarak yürümenin keyfi anlatılacak gibi değil. Hele sahildeki restoranlarda, İstanbul'a karşı yenen lüferin tadına doyum olmuyor. Geçen hafta uzaklardaki ‘Kaçış Adaları’ndan bahsetmiştim. Bu hafta yine adaları yazacağım. Ama bu kez anlatacaklarım, çok uzaklarda olmayan, hatta ‘burnumuzun dibindeki’ adalar olacak. Bazı güzellikler vardır ki, onların pek farkında olmayız. Her an elimizin altında oldukları için göz ardı ederiz. O güzellikler nasıl olsa oradadır ve istenildiğinde ulaşıla bilinir. Onun için bütün çabalar uzaklarda olanlar için harcanır.
Bu hafta ve gelecek hafta anlatacağım adalar hep gözümün önünde durur. Evime giderken onları seyrederim. Sabah yürüyüşlerimde, yüzümü onlara dönüp derin nefes alırım. Akşamları yine onlara bakarak güneşi batırırım. Arada bir onların yakınında, istavritlere çapari sallarım. Bunların hepsini yaparım da yolumu nedense bir türlü oralara düşüremem. Halbuki beni adalara götürecek vapurlar, evime beş dakika uzaklıktaki Bostancı iskelesinden kalkar. Dünyanın en uzak köşelerindeki ıssız adalara övgüler düzerimde, sıra bizim adalara gelince harf cimrisi olur çıkarım.
Reşat Ekrem Koçu'nun ünlü İstanbul Ansiklopedisi'nde Adalar maddesi şöyle başlar: ‘İstanbul'un eşsiz güzellikte bir yazlığıdır. Ecdadımız toprağının renginden dolayı 'Kızıl Adalar' derdi. Avrupalı'lar, tarihi hatıralarla 'Prens Adaları' der, biz ise sadece 'Adalar' deriz. Müverrih Hammer, Bizans manastırlarındaki münzevi keşişlerin hatırasına nispetle 'Evliya Adaları-Iles des Saints', Dethier de aynı izden giderek 'Keşiş Adaları' tabirlerini kullanırlar...’
KANLI BİR GEÇMİŞ
Genellikle dört tanesinden söz edilse de, adalar tam dokuz tanedir ve kuzeyden güneye doğru şöyle sıralanırlar: Kınalı, Burgaz, Kaşık, Heybeli, Büyük, Tavşan, Sedef. Daha açıkta ise Sivriada ile Yassıada yer alır.
Adaların bugününe bakmadan önce geçmişinde dolaşmakta yarar var. Bu cennet mekánların Bizans döneminde iyi bir şöhreti yoktu. Tahtan indirilmiş imparatorlar, prensler, asi kumandanlar, patrikler genellikle bu adalara sürülür, çeşitli işkencelere uğratıldıktan sonra öldürülürdü. Reşat Ekrem Koçu, kanlı geçmişi ve cennete benzer bugünü şöyle tanımlar: ‘Çam ormanları ile örtülmüş tepelere, kır çiçekleriyle bezenmiş vadilere bakınca, bir zamanlar buralarda imparatorların işkenceler, mahrumiyetler altında ve korkunç bir sefalet içinde inleyip mahvolduklarına kimse inanamaz. Adaların bugünkü hali, bir cinayetin kurbanı olmuş bir bahtsızın cesedi üstüne örtülmüş altın nakışlı bir şala benzer...’
Tarih kitaplarına bakılırsa adalar Türkler tarafından, İstanbul kuşatmasının on ikinci Salı günü (17 Nisan 1453), 30 kadırga ve bir o kadar küçük gemi ile gelen donanma komutanı Baltaoğlu Süleyman Bey tarafından fethedilmiştir. XVIII. yüzyıl sonlarına doğru, İstanbul'dan adalara kayıkla gelinirdi. Ada kayıkları Tophane iskelesinden, öğleden sonra dörtte kalkardı. Bu kayıklarla Büyükada'ya yolculuk üç saat sürerdi. İstanbul- adalar arasında ilk vapur seferleri 1846 yılında başladı.
Adaları anlatmaya Kınalı'dan başlayacağım. Vapura bindiğimde yazdan kalma bir gün, kışa karşı son direnişini gösteriyordu. Güneş vardı ama hava ısırıyordu. Arka sahanlığa geçtim. Kenara yaslanıp, bir yandan pervanenin köpürttüğü denize, bir yandan çığlık çığlığa simit isteyen martılara baktım.
Ada yaklaştıkça, İstanbul uzaklaştı. O açıdan bakınca kenttin görünümünden ürktüm. Sahili kaplayan beton yığınının, yeşil tepelere doğru kanserli bir hücre gibi ilerlediğini gördüm. Keyfimi fazla kaçırmamak için yüzümü adalara doğru döndüm. Kınalı, adalar arasında İstanbul'a en yakın olanıydı. Onun için Bizans döneminde, ‘birinci’ anlamına gelen ‘Proti’ adıyla anılmıştı. Kınalı denmesine de, toprağının kırmızıya çalması neden olmuştu.
Vapura bindikten 20 dakika sonra, zirvesi anten ormanına dönmüş olan Kınalı'ya indim. İskeleden çıkıp sola doğru yürümeye başladım. Yaz cıvıltısı yerini güzün sessizliğine terk etmişti. Yazlıkçılar kışlıklarına dönmüş, Kınalı gerçek sahipleriyle başbaşa kalmıştı. Üçgen çatılı ve üçgen minareli meşhur caminin yanından geçtim, mor renkli begonvillerin sarıldığı duvar diplerinden yürüdüm. Çevresi binalarla çevrelenmiş futbol sahasının yanında soluklanırken, adanın yetiştirdiği Eşfak Aykaç, Şükrü Gülesin, Kova Osman (İncili) gibi ünlü futbolcuları saygıyla andım. Afiş ressamı İhap Hulusi'nin de bu adanın çocuğu olduğunu hatırladım.
ADANIN ARKA YÜZÜ
Evleri bitirip adanın arka kısmına geçince, ön yüzdeki özenli görüntünün kaybolduğunu gördüm. Bu bölümü, evlerin gözlerden uzak olan arka balkonlarına benzettim. Kınalı'nın arkası da arka balkonlar gibi dağınık, düzensiz ve çirkindi. Daha sonra Megalo Lakka-Büyük Çukur, Mikro Lakka-Küçük Çukur denen yere geldim. Buradan çıkarılan taşların, İstanbul'un eski ve yeni tarihinde ne kadar önemli bir rol oynadığını bildiğim için biraz durakladım. Bizans surlarının buradan çıkarılan taşlarla yapıldığını not defterime yazıp altını çizdim.
Manastır Koyu'nda, lodosun sürükleyip getirdiği çöp yığının oluşturduğu çirkinliğe üzüldüm. Pis kokunun nereden geldiğini araştırırken, adanın en güzel manzaralı tepesinin, çöplüğe dönüştürüldüğünü dehşetle gördüm. Çöpleri martılara terk edip, ofluya pufluya Manastır Tepesi'ndeki Hristos Manastırı'na doğru tırmandım. Bu manastırın kanlı geçmişinden, birkaç roman yazılabileceğini düşledim.
820 yılında Aya İrini kilisesinde öldürülen Bizans İmparatoru V. Leon buraya gömülmüştü. Ayrıca İmparator IV. Romanos Diogenes, gözleri oyulduktan sonra bu manastıra sürgün edilmişti. İşkencelere dayanamayan imparator son nefesini burada vermişti.
Bu kan revan içindeki geçmişi arkamda bırakıp yoluma devam ettim. Turu tamamlayıp iskeleye vardığımda ter içinde kalmıştım. İskelenin karşısındaki bir kahveye oturup Burgaz'a gidecek vapuru beklemeye başladım.
Kınalıya bir taş atımı uzaklıktaki Burgaz'a vardığımda vakit öğleyi bulmuştu. Önce iskelenin sol tarafına doğru yürümeye başladım. İtfaiyeyi geçip sağa doğru dönünce kendimi, bahçelerin arasından geçen daracık bir yolda buldum. Buralar adanın eski dönemlerini hatırlatıyordu. Burgaz bir zamanlar bağlık, bahçelik, zeytin ağaçlarıyla kaplı ve nüfusunun hemen tamamı Rumlardan oluşan küçük bir balıkçı köyü görünümündeydi.
1950'li yıllardan itibaren, Musevi asıllı iş adamlarının itibar etmesiyle beraber Burgaz'a olan rağbet her geçen gün arttı. Tüm yapılaşma gayretlerine rağmen ada bakir güzelliğini bugüne kadar korumasını bildi.
Burgaz'ı gezmeye başlamadan önce, bir yemek molası verdim. Bir tavsiye üzerine, iskeleden çıkınca sol tarafta kalan Barba'nın meyhanesine gittim. Ben masaya otururken midye dolması, dumanı tüten zeytinyağlı pilaki tepsiden tabaklara yeni boşaltılıyordu. Mutfağa gittim ama ne ısmarlayacağım konusunda karar veremedim. Her şey öylesine lezzetli görünüyordu ki konuyu patron Yani'ye havale ettim.
Yani Lorencu, küçük tabaklarda mezeleri masaya koymaya başladı: Sıcak fasulye pilakisi, uskumru pilakisi, midye dolması, radika, zeytinyağlı kereviz sapı, patlıcan salata ve fava... ‘Yeter Yani, lüfere yer kalmayacak’ demesem daha da gelecekti. Yani anlattı ben yedim. Bir dolunay akşamı, vapura atlayıp gelmeye söz verdim. O zaman bu nefis mezeler eşliğinde, bir-iki kadeh de rakı içebilirdim. Barba'da, rıhtıma bağlanmış balıkçı motorlarını seyrederken çok uzaklarda bir yerlerde olduğumu sandım. Halbuki İstanbul'un burnunun dibindeydim. Bu hissi dört adada da yaşadım.
GÜVENLİ LİMAN
Yemekten sonra İskelenin tam karşısındaki kahvede bir kahve içtim. Buranın eskiden Antigone Oteli olduğunu biliyordum. Daha sonra adı Burgaz Palas olan otel, 1942 yılında kapandı ve ada o tarihten itibaren otelsiz kaldı.
Bir faytona bindim. Yaşlı sürücüye bir adres vermedim, sadece ‘adayı dolaşalım’ dedim. Yaz yorgunu atlar, Cennet Yolu'nun yokuşlarına sardılar.
Tarihin sayfalarında komşuları kadar yer alamayan Burgaz'ın adı ilk çağlarda, ‘Güvenli Liman’ anlamına gelen ‘Panormos’tu. Ortaçağlarda ise ‘Antigoneia’ olarak anılmaya başladı. İstanbul Ansiklopedisi'nde ise bu günkü adının bir zamanlar Hristos Tepesi'nde bulunan kaleden geldiği belirtiliyordu. Piri Reis ‘Kitab-ı Bahriye’sinde bu adadan ‘Burgazlu‘ diye bahsediyordu.
İlk duraklamayı Kalpazankaya'da yaptık. Söylentilere göre İstanbul'da ilk sahte para burada yapıldığı için, kayalığa bu isim takılmıştı.
Dönüş yolunda faytondan yarı yolda indim. Niyetim Çayır sokaktaki Sait Faik'in evini ziyaret etmekti. Ünlü yazarın babası kereste tüccarı Faik Bey bu köşkü, 1937 yılında Dr. Spanudis'ten satın almıştı. Sait Faik yaz aylarını, hatta kışları bile bu köşkte geçirmeye başlamıştı. Eserlerinin çoğunu bu köşkteki odasında yazmıştı. Odaları gezerken onun hikayelerini anımsamaya çalıştım. Bir tanesinde köşkteki yaşamını şöyle anlatıyordu:
‘Babadan kalma ev, anamın sayesinde gürül gürül işliyordu. Artık bütün günümü ve gecemi burada geçirecektim. Kaybettiğim her şeyi; insanlığı, cesareti, sıhhati, iyiliği, dostluğu, alın terini, sessizliği yeniden bulacak, belki yeniden bir adam olmasam bile bir temiz hayatın içinde hayran, meyus ve mahcup ölümü bekleyecektim. Biliyordum ki insanlar beni sevmeyeceklerdi. Balığa çıkacak olsam, 'koca evi barkı var, ne bok yemeye balığa çıkar? Deli midir nedir? Pay da almaz. Bereket ki anası var, yoksa satar savar sürünür' diyeceklerdi. Hiçbir zaman yeniden damla damla, dakikaları duya duya, sıkıla patlaya, rüzgarı, denizi, ağı seve seve, ölümü beklediğimi bilmeyeceklerdi...’
Sait Faik'e hüzünlü bir sevgi bırakıp, Hristos Tepesi'ne tırmandım. Manastır kapalıydı ama manzara muhteşemdi. Bilmediğim diyarları seyrediyormuş gibi uzun uzun bakındım. Sonra aheste adımlarla dönüş vapuruna doğru yola koyuldum. Adaları yakından tanıyınca, öykülerini öğrenince onlara olan sevgim daha da arttı. Bu hafta adalar gezisi burada bitti. Haftaya sırada Heybeli ve Büyükada var.
Rüya gibi gezi
Kendisini Uzak Doğu'nun, özellikle de Nepal'in tanıtımına adamış olan Prof. Dr. Günseli Malkoç'tan geçenlerde bir elektronik posta aldım. Prof. Malkoç, Nepal Fahri Konsolosu Behiç Önel ve Seneca turizm şirketiyle birlikte Hindistan, Butan ve Nepal'e düzenlediği gezinin programını yollamıştı. 23 Kasım ile 6 Aralık tarihleri arasında gerçekleştirilecek gezinin rotasına bakılırsa, gerçekten rüya gibi bir gezi olacağı belli oluyordu. Gezi programının Hindistan bölümünde Yeni Delhi, Agra Kalesi, Tac Mahal, Bhaktapur gibi Enesco'nun dünya kültür mirası seçtiği yerler yer alıyordu. Gezinin diğer etaplarında ise nefes yogası, Himalaya'larda güneşi batırma, Budist törenlerine katılma gibi etkinlikler yer alıyordu. Elime geçen ilk fırsatta bu geziye katılmaya söz verdim. Sizlere de öneririm. Yılbaşında ve Kurban Bayramı'nda da tekrar edilecek bu geziyle ilgilenenler Prof. Dr. Günseli Malkoç'a telefon edip daha fazla bilgi edinebilirler. (216) 345 2607, 449 4335
Yazının Devamını Oku 27 Ekim 2002
Ben hep Robinson misali, ıssız bir adada kaybolmak isterim. Ruhum ne zaman sıkılsa düş yolculuklarına çıkar, uzaklardaki küçük adalara sığınırım. Dünya edebiyatındaki ada konulu eserleri hiç kaçırmam. Bu kitapları okurken kendimi hep kahramanın yerine koyarım. Bugünlerde, kaçıp gitmek, kalabalıklardan uzaklaşmak, kaybolmak isteği sık sık kapımı çalar oldu. Bir yanda bitmek tükenmek bilmeyen ekonomik kriz, bir yanda gelecek hafta yapılacak seçim için meydanlarda haykırılan ipe sapa gelmez vaatler fırtınası, diğer yanda Bush'un savaş inadı... Tüm bunların medyaya yansımasıyla oluşan karamsar bir ortam... Çevremde bir sürü gülmeyen yüz... Tüm bunları duymayacağım, görmeyeceğim bir yerlere kaçmak istiyorum.
Kaçmak denince aklıma hemen Alaska'da, Susitma Nehri'ni aşıp gittiğim, ormanın içindeki kulübe gelir. Orada gazetesiz, televizyonsuz, telefonsuz ve radyosuz geçirdiğim beş günü hiç unutamam. Başım sıkılıp ruhum daraldığında bir de ıssız küçük adayı düşlerim. Karayip Denizi'ndeki ‘St. George's Cave’ adlı adada kaybolduğum günleri özlerim.
Uzak denizlerde, dünyanın kaygısından uzakta, iş-güç-para tasalarından soyunmuş olarak, mavi denizin dört bir yandan kucakladığı, yeşil örtülere bürünmüş, günlük güneşlik ıssız bir adada kaybolmak hayalini kurmayan var mıdır acaba? Ben bu düşten hiç kurtulamam. Kurtulmak da istemem. Bu düş, sakinleştirici bir ilaç gibi etki yapar. İçimdeki tüm sıkıntıları alır götürür. Yaşamdan ne zaman bunalsam, hemen düşlerimdeki adaların sessizliğine sığınırım.
Mutluluk özlemi, serüven düşkünlüğü, gerçeklerden kaçma... Neden ne olursa olsun ada kavramı, insan oğlunun düşlerindeki yerini her zaman almıştır. Edebiyat dünyasının en rağbet gören eserlerinde, mutlaka bir ada teması vardır. Örneğin Robinson Crusoe'nun adası, Guliver'in gezilerindeki adalar, Define Adası, Doktor Moreau'nun Adası... Tüm bunlar ve diğer adalar kaçışların, maceraların ve nefes kesen yolculukların değişmez simgesi olmuşlardır.
Gözlerden uzaklardaki erişilmez adalar, ayrıca ilk çağlardan beri ütopya yazarlarının en favori mekánları arasında yer almıştır. Bu hayal adalar anlatılırken, bazen işin ucunun kaçtığı bile olmuş, olmayan adaların var olduğuna inanılmıştır. Bunun en güzel örneği, İrlandalı din adamı St. Brendan'ın yolculuklarını anlatan eserde görülür. St. Brendan, yeryüzü cennetini bulmak için yollara düşer. Denizlerde tam yedi yıl dolaştıktan sonra aradığı adayı bulur. Koyu ve yoğun bir karanlık, bu adayı bir duvar gibi sarmalayıp gözlerden gizlemiştir. O karanlık aşılınca, sürekli gündüzün hüküm sürdüğü ada görüntüye girer. Bu adanın yerlerinde değerli taşlar, ovalarında sürekli meyve veren ağaçlar, yaz kış eşsiz güzellikte açan çiçekler vardır.
St. Brendan'ın bu düş adası, yüz yıllar boyu haritalarda gösterilmiş, gerçek adalarla karıştırılmıştır. O dönemde bu cennet adayı bulabilmek için, Avrupa'dan koca deniz filoları sefere çıkarılmıştır. Kristof Kolomb bile gezi günlüğünde, bu düşsel adanın coğrafi yerinden gerçekmiş gibi söz etmiştir.
TOPLUMDAN KAÇIŞ
Benim düşlerimde ‘Kaçış Adaları’ baş rolü oynar. Onun için, kahramanı ıssız bir ada olan tüm anlatıları, bir solukta okur bitiririm. Robinson Crusoe'yu hangi yaş dönemimde olursam olayım, döner döner bıkmadan yeniden okurum. Hep Robinson olmayı düşlerim ama, bir türlü beceremem ya da cesaret edemem. Robinson olamadan öleceğimi bile bile, bu düşü kurmaktan asla vazgeçmem. D.H. Lawrence'ın ‘Adaları Seven Adam’ adlı uzun öyküsü de favorilerim arasındadır. Bu öykünün kahramanı da benim gibi (belki de sizin gibi) herkesten uzaklaşmak, yalnız kendisinin olan bir adaya sığınmak ister. Bu öykü, insanın toplumdan kaçış özlemini dile getiren en güzel örneklerden biridir.
Ada tutkunu diğer bir yazar da Lawrence Durrel'dir. Avrupa kültürünün karmaşasından bunalan yazar, soluğu Akdeniz adalarında alır ve burada kendisiyle başbaşa kalır. Ada denince Sait Faik'i anmadan edemem. Onun adası ıssız ve uzaklarda değildir. İnsanlar vardır. Bunlar Sait Faik'in insanlarıdır. Yazar İstanbul'un burnunun dibinde, bu insanların arasında kaybolur gider. Sait Faik ‘Haritada Bir Nokta’ adlı öyküsünde ada tutkusunu şöyle anlatır:
‘Çocukluğumdan beri haritaya ne zaman baksam, gözüm hemen bir ada arar; vilayet, şehir, havali isimlerinden hemen mavi sahile kayar... Haritada ada görmeyeyim. İçimdeki dostluklar, sevgiler, bir karıncalanmadır başlayıverir. Hemen gözlerimin içine bakan bir köpek, hemen az konuşan, hareketleri ağır, elleri çabuk, abalar giymiş bir balıkçı, yırtık bir muşamba kokusuyla beraber küpeşte tahtaları kararmış, boyası atmış ağır ve kaba bir sandal, sandalın peşini bırakmayan bir kuş, ağ, balık, pul, sahilde harikulade çocuklar, namuslu kulübeler, kırlangıç ve dülger balığı haşlaması, kereviz kokusu, buğusu tüten kara bir tencere, ufukları dar sisli bir deniz...’
MACERALI YOLCULUK
Uzaktaki adaya gitme düşümü, bir gezi sırasında kısa süreliğine de olsa gerçekleştirmiştim. Orta Amerika'da yağmur ormanlarında dolaşırken, birden ‘hiçbir şey yapmama’ arzusuna kapılmıştım. Bu arzuya kapıldığımda, dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan Belize'deydim. Caddelerinden lağım akan bu küçük ülkede, öylesine kötü insan manzaraları görmüştüm ki, kaçıp gitmek, hiçbir şey görmemek, duymamak istemiştim. Başını kuma gömen devekuşu misali, gerçeklerden uzaklaşınca onların yok olacağı duygusuna kapılmıştım.
Beraber geldiğim gurupla vedalaşıp, onlardan ayrıldım. Birlikte gideceğimiz mercan adasına ben onlardan önce gitmek istemiştim. Akşamüstü adaya giden teknelerden birine bindim. Kaptan 45 dakika içinde adada olacağımızı söyledi. Hareket ettikten bir süre sonra hava karardı. Kara görünmez oldu. Uzaklardan çakan şimşekler, yaklaşmakta olan bir fırtınayı haber veriyordu.
Zifiri karanlıkta göz gözü görmüyordu. 15-20 dakika gittikten sonra, teknenin altından bir gürültü geldi. Kaptanın ettiği küfürlere bakılırsa başımız belaya girmişti. Tekne olduğu yerde çakılıp kalmıştı. Ne öne ne arkaya gidebiliyordu.
Bizimle beraber yola çıkan motorun yardımları da fayda etmedi. Telsiz anonslarına da yanıt veren olmadı. Bu arada şiddetlenen rüzgar, uzaklardaki fırtınanın yaklaşmakta olduğunu müjdeliyordu. Olacakları kabullenmekten başka çarem yoktu. Oturduğum yerden, içimde bir korku, etrafı seyretmeye başladım.
Yardım geldiğinde saat sabahın 04.00'ünü gösteriyordu. Gelen tekneye binip, adaya doğru yola çıktık. Kendimi yatağa attığımda, güneş Karayip Denizi'nden yükselmeye başlamıştı. Adayı görme telaşından fazla uyuyamadım. Odamdan çıktığımda, parlak bir ışık gözlerimi kamaştırdı. İlk an bir şey göremedim. Ama sıcağın insafsız olduğunu, vücudumun her noktasında hissettim.
Işığa alıştıkça bir cennetin ortasında olduğumu gördüm: Yüksek Hindistan cevizi ağaçları, mavinin tüm tonlarıyla boyanmış bir deniz, film platosunu andıran sokaklar, her biri ayrı renge boyanmış tahta evler, doğal kameriyeler oluşturan tropikal ağaçlar, kumun içine bile kol atmış yemyeşil çimenler, hindistan cevizi ağaçlarının köklerini okşamak için sabırsızlanan sedef dalgalar... Ben bu kadarını düşlememiştim. Veya düşlerimde bunca güzelliği yan yana getirmeyi becerememiştim. Yaşam savaşlarından yorulmuş ruhlar için biçilmiş bir mekándı.
Kaldığım tesisin bahçesinde, gölgelik bir yerde kendime bir hamak ayarladım. Bundan sonraki günlerimin büyük bir bölümü, bu hamakta kitap okuyarak geçecekti. Kitap okumaktan sıkıldığımda, kendimi genellikle denize atıyor, yeşil maviliğin derinliklerine doğru kulaç atmaya çalışıyordum. Su çok ılıktı. Serinletme işlevini yerine getirmiyordu. Onun için doya doya yüzemiyordum. Bazen adanın başıboş sokaklarında dolaşıyordum. Ada öylesine küçüktü ki, yarım saat sonra tur bitiyordu. Bu yürüyüşler sırasında hoşuma en çok, ağaçtan yeni koparılmış hindistan cevizinin suyunu içmek gidiyordu. Ağaçların tepesine bir maymun çevikliğinde tırmanan çocuklar, kopardıkları meyvelerin baş kısmını keskin bir bıçakla kesip ikram ediyorlardı.
SUDAN ÇIKAN GECE
Akşam olup gün batmaya yüz tutunca, bardaki yerimi alıyordum. Küba göçmeni barmenin yaptığı rengarenk kokteyllerle, o sihirli anın keyfini çıkarıyordum. Alev alev güneşin, lacivert sonsuzluğa dalması şairane görüntüler oluşturuyordu. Kapanan gün perdesinin aralıklarından sızan sarı, turuncu ışıklara dalıp gidiyordum. Sudan çıkan gece beni kucaklıyor, adını daha önce duymadığım uzak adalardaki yabancı koylara götürüyordu. Anlayacağınız akşam yemeğine kadar romantizmin doruklarında dolaşıp duruyordum.
Geceyi genellikle iskelenin üstünde karşılıyordum. Bazen denizin üstüne düşen fildişi aydınlığı seyrederken, dalgaların ninnisine kanıp uykuya dalıyordum. Nemli bir ıslaklığın ürpertisiyle uyandığımda, adanın tüm ışıklarını sönmüş buluyordum. Denizin ayarttığı tüm adalılar, günahlarına sarılıp uyumuş oluyorlardı.
‘St. Georges's Cave’ adasında, 3 gün yalnızlığın ve başıboşluğun tadını doya doya çıkardım. Bu süre içinde papağan mavisi gökyüzünün altında, ben dünyayı unuttum dünya da beni. Şimdilerde bu küçük adaya sık sık düş yolculuğu yapıyorum. Dünyanın somurtkan yüzüne ancak, o zaman tahammül edebiliyorum.
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2002
Datça'dan sonra Göcek'in cennet koylarında ve dağ başında yazdan kalma kırıntıları topladım. Yeşilin maviyle kucaklaşmasını, güneş batarken dağların renkten renge girmesini seyrettim ve bir süreliğine yavaşlattığım yaşamın gazına tekrar bastım. Sanki Orhan Veli şu dizeleriyle beni anlatmaya çalışmış: ‘‘Gün olur başım alır giderim,/ Denizden yeni çıkan ağların kokusunda./ Şu ada senin, bu ada benim/ Yelkovan kuşlarının peşi sıra...’
Yanımda bir çanta kitapla çıktığım ‘Güz Tatili’nin ikinci bölümünde önce, Datça Yarımadası civarındaki lezzet duraklarından bahsedeceğim. Sanırım öncelikle yol üstünde hemen hemen her yerde yapılan gözlemeden işe başlamak lazım. Sizi bilmem ama ben iflah olmaz bir hamurcuyum. Bu yüzden de bütün rejim girişimlerim başarısızlıkla sonuçlanır. Gözleme yazan tabelalar bile ağzımın sulanmasına neden olur. Bu sefer dayanamadım, Selimiye yolu üstündeki bir gözlemecinin önünde durdum.
Bildiğim kadarı ile gözlemenin pek fazla bir pişirme özelliği yoktur. Burada önemli olan içine konan malzemedir. Ben genellikle peynir ve ot karışımını tercih ederim. Yağı da yufka kızardıktan sonra sürdürürüm. Yani yağın saçın üstünde yanmasına izin vermem. Yol üstündeki gözlemeci, işini bilen cinstendi. Bir tane pırasa-patates karışımlı yedim. İkincisini yememek için kendimi epey zorladım.
Diğer lezzet durağım, Selimiye'deki Sardunya oldu. Burası denize omuz vermiş bir restorandı. Masalar muz ağaçlarının gölgesine sığınmıştı. Önündeki iskeleye bağlanmış yabancı bandıralı yatlar, düş yolculuklarına neden oluyordu. Bildik ama lezzetli mezeler, denizden çıkanlarla sarılmış Çin böreği, mevsiminde gelenlere kabak çiçeği dolması, tartılırken teraziden zıplayan taze balık, tüm bunlara ek olarak bir de lacivert deniz... Bütün bunlar insanı, yeme ve içme konusunda yeterince tahrik ediyordu. Sardunya'nın adresini, gelecek yıllar için defterime not ettim.
MANZARA PEŞİNDE
Bir başka lezzet duraklamasını da, Bozburun'a giderken, Orhaniye'de Martı Marina'nın hemen bitişiğindeki Zuhal Restoran'da yaptım. Burası geçmiş yıllardan bildiğim bir adresti. Onun için tereddüt etmedim. Denizi, tekneleri, martıları seyrederek önce güneşi batırdım. Ardından deniz mahsulleri güveci, sübyeler ve taze meyvalardan yapılmış mis kokulu dondurmayla hasret giderdim. Zuhal hanımın yeri, oralara gidilmişken uğramadan geçilmeyecek bir mekándı.
Bir başka adreste Bozburun Söğüt köyünde idi. Restoran ‘Manzara’ adını gerçekten de hak etmişti. Serin bir rüzgar eşliğinde karşıda adalar, uzaklardan geçen tekneler, yakamozların oynaştığı çivit mavisi bir deniz, karşı tepelerde, parlak, sıcak bir ışıltının altında uyuyan sarı tarlalar... Bu muhteşem görüntülere sahip olan Manzara, mütevazı bir restorandı. Bu aile işletmesinin başrolünde evin hanımı Bircan Darali vardı. Bircan hanım beşinci sınıftaki oğlu, şoförlükten fırsat buldukça yardıma gelen kocası, annesi, babası ve kardeşi ile birlikte, manzaraya dalıp gitmiş sessiz müşterilere taze balık ve meze yetiştirmeye çalışıyorlardı. Manzara öylesine güzeldi ki, kimsede ‘şerefe’ diyecek hal bile kalmıyordu.
Bende de kalmadı. Tepenin eteklerindeki Cumhuriyet mahallesine bakarken, Ege ile karışan Akdeniz beni içine aldı. Aklıma İspanyolların Nobel ödüllü ozanı Juan Ramon Jimenez'i getirdi. Onun metinlerini ne zaman okusam, kendimi hep Akdeniz'in kıyısında bulurum. İşte ‘Platero ve Ben’den bir paragraf. Bakalım sizi de Akdeniz'e sürükleyebilecek mi:
‘Öğlenleri güneşin en sıcak saatlerinde bütün kasaba çam kokar, sıcak ekmek kokar. Bütün kasaba ağzını açar. Kocaman bir somunu yiyen kocaman bir ağız gibi. Her şeyin içine işler ekmek: Zeytinyağının, soğuk domates çorbasının, peynirle üzümün; kızarmış bir ekmek kabuğunun öpücüğü andıran tadı, şaraba, ete, domuz pastırmasına siner. Bu tat yalnız başına da umut gibi bir şeydir ya da bir düşle gelir...’
Datça Yarımadası'nda beş gün oyalandıktan sonra, tatilimin ikinci bölümünü geçireceğim mekána doğru direksiyonu kırdım. Göcek'i geçtikten hemen sonra, Gökceovacık yazan tabeladan saptım. 20 dakika süren bir tırmanışın ardından, Zeytinlik mahallesindeki ‘Montenegro’ya vardım. Burası eşimin bir dergide görüp, adresini kaydettiği ilginç bir tatil mekánıydı. İşadamı Selim Karadağ, İstanbul'daki yoğun tempodan sıkılınca, yanına eşi Sina'yı alıp soluğu burada almıştı. Sonra mimar arkadaşı Halis Yıldırım ile birlikte, kolları sıvayıp dağın tepesine, biri kendisine diğeri ziyaretçilere olmak üzere iki tane ev yaptırmıştı. Yöre mimarisine uygun, yöre taşlarından yapılan evlerin güzelliği anlatılacak gibi değildi.
DAĞ BAŞINDAKİ LÜKS
Dağ başındaki böylesine özenli bir yapıya, hiçbir yerde rastlamamıştım. Ben oraya vardığımda Selim bey bir iş için yurt dışına gitmişti. Onun için tanışıp, tebriklerimi sunamadım. İşinin ehli olduğu evlerin her noktasından belli olan mimar Halis bey de, ben oradayken bir kazada vefat etti. Onu da görüp, elini sıkma fırsatını bulamadım.
Evlerden birinden Selim bey ve eşi oturuyordu. Biraz ilerideki ev ise isteyenlere istedikleri süre için kiralanıyordu. Evin içinde her türlü konfor düşünülmüştü. İsterseniz yemeği kendiniz hazırlıyordunuz. Mutfakta gerekli bütün alet edevat mevcuttu. Dışarıdaki sabit barbekünün yanına, pilli hava üfleyicisi konmuş, duvara bir demet kekik bile asılmıştı. Yani hiçbir detay gözardı edilmemişti. Boncuk mavisi küçük havuzu, bir yatak kadar rahat şezlongu, büyük minderli Amerikan barı ile evler, bir dekorasyon dergisinden fırlamış gibiydi. Ufka doğru uzanıp giden dağlar da dekoru tamamlıyordu.
Çantaları bırakıp bir koşu Göcek'e gidip, akşam için nevale toparladık. Güneşin batışını kaçırmamak için, vakit geçirmeden tekrar Montenegro'ya döndük. Şarapları doldurup, terastaki yerimizi aldık. Bir eşek uzun uzun anırdı. Bir koyun meledi. Yüzlerce kuş, ardı arkası kesilmeyen sesleriyle ormanları bir cümbüşe çevirdi. Sini gibi dupduru olan güneş, dağların arkasına çekilmeye başladı. Gökyüzü önce altın, sonra gümüş, sonra lapis ve yakuta dönüştü. Dağlar kat kat oldu. Detaylar silindi. İki uçak, turkuvaza boyanan gökyüzünün üstüne beyaz çizgiler çizdi. Bir yandan gün çekildi, bir yandan gece geldi. Önce yıldızlar göründü, sonra gümüş ışıklar saçarak koskoca bir ay gökyüzüne asıldı kaldı. Orhan Veli sanki tüm bunları görmüşçesine şu mısraları fısıldadı: ‘Deli eder insanı bu dünya/Bu gece, bu yıldızlar, bu koku...’ Bu sihirli görüntüler yüzünden yemeği unuttuk. Orada kaldığım iki gece bu güzellikleri doya doya seyrettim ama doyamadım.
Ertesi gün koyları gezebilmek için Göcek'e indim. Karadan ulaşılması zor olduğundan uzun yıllar bakir kalan kasaba, yolların yapılması ile birlikte yapılaşmaya da kucak açmıştı. Çevre tepelerde ‘tripleks’ villalar, mantar gibi boy göstermeye başlamıştı. Kasaba hala eski özelliklerini koruyordu. Dükkanlar, restoranlar liman çevresinde yoğunlaşmıştı. Limana bağlanan tekneler, gereksinmelerini buralardan karşılıyorlardı.
CENNET GÖCEK
Sezon sonu olduğu için oldukça makul bir fiyata küçük bir tekne kiralayıp koylara doğru açıldım. Genç kaptanın adı Muhammet'ti. Yazları turistleri gezdiriyor, kışları ise balıkçılık yapıyordu. Muhammet civa gibi bir kaptandı. Yöre denizini en iyi kendisinin bildiğini öne sürüyordu. Bir de teknesinin hızıyla övünüyordu.
Önce adalar zincirinin başındaki Göcek Adası'nın çarşaf koylarından birinde durduk. Denize girdiğimde maviye boyandığımı sandım. Çamların denize vuran gölgelerinde yüzdüm. Tekneye çıkınca Muhammet'i olta sallarken buldum. Akyaların önünden kaçak küçük balıklara çırpma yapıyordu. Ben de ona özendim ama, ikimiz bir olup bir tavalık bile balık yakalayamadık.
Sonra Yassıca Adası'na yanaştık. Deniz burada da öylesine tahrik ediciydi ki, mayomun kurumasına fırsat vermeden tekrar sulara atılıverdim. Ardından Zeytinli Adası, hemen onun arkasında Domuz Adası derken vakit öğleye vardı. Tersane Adasında motoru kıçtan kara yapıp, sahildeki derme çatma lokantaya oturduk. Adanın bekçisinin işlettiği bu çardak altında, bekçinin eşinin mayaladığı taze yoğurdu, yine onun yaptığı keçi peynirini, çoluk çocuk hep beraber kırdıkları yeşil zeytinleri, kıpkırmızı bahçe domatesleriyle yapılmış çoban salatasını, yine kendilerinin üretimi olan sıcak ekmeğe katık ederek, lezzetli bir öğle yemeği yedik. Yemekten sonra teknenin gölgeliğinin altına uzanıp, kendimi rüzgarın okşamalarına bıraktım. Yattığım yerden, laciverdin mora karışıp çivit mavisine dönüştüğü suları seyrettim.
TATİLE ELVEDA
Rotayı Muhammet'e bıraktım. Beni süt liman koylara götürmesini söyledim. Önce Sıralıbük'e ardından Bedri Rahmi Koyu'na uğradık. Bedri Rahmi, 1973 yılında Azra Erhat ve Sabahattin Eyuboğlu ile birlikte çıktığı Mavi Yolculuk’ta bu koyda demirlemiş ve bir çeşmenin yanındaki bir taşa bir balık figürü yapmıştı. Daha önceleri Taşyaka olan koyun adı sonra Bedri Rahmi Koyu olarak anılmaya başlamıştı. Kille Koyu'nda kendimi denize bırakıp, öğle sersemliğini üstümden attım. Oradan Boynuzbükü, Akbükü derken, denize gire çıka vakti akşam ettim. Göcek Limanı'nda Muhammet'le vedalaşırken ona, kışın balık tutmaya geleceğimi söyledim. Dönüş yolu için arabaya bindiğimde, uzaklarda bir yerde pembe bulutların ‘iplik iplik yağmura’ dönüştüğünü gördüm. Tatil bitmişti artık. Bir süreliğine frenine bastığım yaşam, yine tam gaz sürüp gidecekti. Sonbaharın son günlerinin doyumsuz renklerini seyrede seyrede İstanbul'a döndüm.
Yazının Devamını Oku 13 Ekim 2002
Herkesin evine dönmesini fırsat bilip tatile çıktım. Güneydeki ıslak koyları dolaştım. Bol bol kitap okudum. Gördüklerimi, yediklerimi ve okuduklarımı iki hafta boyunca sizinle paylaşıp, biraz soluk almanıza yardımcı olacağım. Önceki yazılarımdan birinde tatilde evde oturup, boş boş bulutlara baktığımı, bahçeyle uğraştığımı, kargaların fıskiye altında yıkanmalarını seyrettiğimi, bir takım tamirat işlerine girişip, duvarları delik deşik ettiğimi yazmıştım. Aslında normal günlerde yapmadığım bu işleri yaparak, tatilde yaşamın frenine basmaya çalışıyordum. Yaşamın akışını biraz yavaşlatarak, çevremde olup biteni gözlemek istiyordum. Bu yıl yine öyle yaptım. Yaşamı yavaşlattım ama, evde oturup bulutlara bakmadım. Yine yollara düştüm. Ama bu kez pek telaşa kapılmadan ‘kürekleri aheste çektim’. Niyetim, okulların açılmasıyla birlikte sessizleşen güney sahillerinde gönlümce dolaşmaktı. Bu bir tatil gezisi olacağı için, fotoğraf çekme, not alma, dağda bayırda koşturma telaşı olmayacaktı.
Gittim, gezdim, yedim ve okudum. Yaptığım bu eylemlerin hepsi de o kadar keyif verdi ki, bunları sizinle paylaşmadan edemedim. Tatil notlarımın, bu güz koşturmalarında sizlere bir soluk aralığı olmasını dilerim.
AKHİSAR'IN KÖFTESİ
Yol üstünde yeme-içme işine Akhisar'da başladım. Hep övgüsünü duyduğum ama bir türlü tadına bakamadığım Akhisar Köftesi'yle bu sefer tanıştım. Kırmızı et yasağını göz ardı edip, gerçekten de her türlü övgüye layık olan bu köfteden bir porsiyon yedim. Hekim arkadaşım Tuğrul Okay'ın tembihleri kulaklarımda çınlamasaydı, bir porsiyon daha rahatlıkla yiyebilirdim. Köftenin tadı damağımda kaldı.
İlk durağım Kuşadası oldu. Her zaman yaptığım gibi, güneşi Kısmet Oteli'nin nefis manzaralı barında batırdım. Oturduğum yerden çevreyi şöyle kolaçan edince, yapılaşmanın dolu dizgin sürdüğünü gördüm. Karşı tepelerde artık bir karış bile boş yer kalmamıştı. Allahtan güneş ortalıktan çekildi de bu çirkinlikleri uzun uzun seyretmek zorunda kalmadım. Burum buram Bodrum mandalinası kokan cin toniğimi yudumlayarak marinada oynaşan yakamozları seyrettim.
Akşam yemeğini yiyeceğim ‘Tarihi Çınar Altı’ lokantasına giderken, gelecek yıl Kuşadası yerine Tire'de soluklanmanın daha iyi olacağına karar verdim. Hem Kaplan Köyü'nde Lütfü ile Hürmüz'ün lokantasında, Küçük Menderes Ovası’nı kuşbakışı seyrederek nefis ot yemekleri yiyebilirdim hem de Tire'nin renkli sokaklarının keyfini çıkartırdım.
Tarihi Çınar Altı ‘yol üstü’ lezzet duraklarımın en favorilerinden birisiydi. Kısmet Oteli'nin hemen yanı başında yer alan bu lokantada, denizi kuşbakışı seyrederek yemek yemenin keyfini çok az yerde yaşıyordum. Her zamanki gibi çeşitli yöre otlarıyla yapılmış mezeleri, sızma zeytinyağının içinde adeta yüzen ahtapot bacaklarını, kalamar dolmasını, en sonunda da taze deniz levreğini tadını çıkarta çıkarta yedim.
Ertesi gün soluğu Marmaris-Datça arasında yer alan Bördübed mevkiindeki ‘Golden Key’ adlı küçük tatil köyünde aldım. Bu köyden daha önce bahsetmiştim. Ormanın içinde küçük bir derenin kıyısında kurulmuş olan bu tesis, tam cinime göre bir yerdi. Kuş sesinden, birbirini kovalayan ördeklerin bağırtılarından, nefesleri bir türlü kesilmeyen ağustos böceklerinin cızırtısından başka ses duyulmuyordu. Burada kaldığım sürede bol bol kitap okumayı aklıma koymuştum. Yanıma (biraz da abartarak) yeteri kadar kitap almıştım. Vakit geçirmeden soluğu tesisin plajının bulunduğu yarımadada aldım. Bir çam ağacının altına uzanıp, satırların arasına daldım. Sıcaktan bunaldıkça da kendimi Gökova Körfezi'nin lacivert sularına bırakıp uzun uzun yüzdüm.
Alman yazar Winfried Löschburg'un ‘Seyahatin Kültür Tarihi’ ilk okuduğum kitap oldu. Bu kitaptan oldukça ilginç bilgiler edindim. Örneğin XVIII. yüzyıl başına kadar gezginlerin günlük seyir hızı, ortalama 25 ila 60 kilometre arasında değişiyordu. O devirde yolculuk demek, çoğunlukla uzun bir yürüyüş anlamına geliyordu.
Kitapta yüzyılın ortasındaki yolculuklar şöyle anlatılıyordu: ‘İnsanlar yolculuğa çıkmadan önce işlerini düzene koyup, vasiyetnamelerini yazıyorlardı. Avrupa'yı boydan boya geçip, Sibirya'ya varmak isteyenler böyle bir yolculuğa bir yıl ayırmak zorundaydılar. Fransa'dan yola çıkan bir gemi, Ümit Burnu'nu geçerek yaklaşık 650 günde Çin'e varırken, Peru'ya gidiş-geliş üç dört yıldan fazla sürüyordu. Koca karınlı ahşap gemiler bazen limanda haftalarca uygun rüzgarın çıkmasını bekliyorlardı. Bir deniz yolculuğundan daha belirsiz bir şey yoktu. Amerika'ya doğru yola çıkan her on yolcudan biri, hedefine hiçbir zaman ulaşamıyordu...’
İLK TREN HATTI
‘Seyahatin Kültür Tarihi’nden öğrendiğime göre gezi rehberi diye nitelendirilecek ilk kitap İngiltere'de yayımlanmıştı.1836 yılında Londralı yayıncı John Murray'ın yazdığı ‘Red Book’ adlı bu kitapta Hollanda, Belçika ve Ren bölgesinin gezilip görülecek yerleri anlatılıyordu. Kitaptan öğrendiğime göre bugün kullandığımız türden bavullar, 1870 yılları civarında demiryolu trafiğinin yaygınlaşmasıyla birlikte ortaya çıktı. İlk tren hattı İngiltere'de 25 Eylül 1825 tarihinde, Stockton-Darlington arasında hizmete açıldı. Tren seferleri Amerika'da 1829'da, Fransa'da 1831'de, Belçika ve Almanya'da 1835'te, Avusturya ve Rusya'da 1837'de, Hollanda ve İtalya'da 1839'da başladı. Ülkeler arası ilk tren seferi ise 1843 tarihinde, Belçika ile Almanya arasında yapıldı.
Max von Weber, tren seferleri başlamadan önceki yolculukları şöyle anlatıyordu: ‘Babalarımızın posta arabasına binerken giydiği o kocaman, gri mantoları, kukuleta ve kürk başlıkları, ağır çizmeleri ve kalın gri yün çorapları kim hatırlamaz ki?.. Yolculuğa çıkan insanlar en kötü giysilerini giyer, böylece arabada kirlenip, buruşmasına aldırmazlardı. Evde hazırlanan sandviçlerin ve piponun konabilmesi için ceplerin yeterince geniş olması gerekiyordu. Tahtadan yapılmış demir kasnaklı bavullar çok ağırdı. Kadınlar, başlarında kukuleta, ayaklarında keçe ayakabı ve üstlerinde pamuklu kaba paltolarla kendilerini bile bile çirkinleştirip, yolculuk tehlikelerinden korunmaya çalışırlardı...’
Yine kitaptan öğrendiğime göre ilk turistik turu, marangoz ve gezici vaiz olan İngiliz Thomas Cook düzenledi. İlk dünya turunu ise 1878 tarihinde Berlinli Carl ve Louis Stangen kardeşler pazarladı. Yedi kişinin katıldığı bu tur sekiz ay sürdü.
Tahmin edeceğiniz gibi kitap öylesine ilginç bilgilerle doluydu ki, bir solukta bitirdim. Yüzyılın başındaki yolculukların zorluklarını okudukça, o devirlerde gezgin olmadığıma dua ettim. Çünkü o gezilere her babayiğit dayanamazdı. Kitapta o dönemin gezginlerinde aranan özellikler şöyle sıralanıyordu: ‘Seyyahın vücudu güçlü ve sağlıklı olmalıdır. Bütün yolculuklara dayanabilmeli, duruma göre arabalı ya da arabasız gece gündüz yol alabilmeli, önüne ne konursa yiyip içebilmelidir. En ufak zorluktan yılacak kadar dayanıksız ve narin olan kimseler evlerinde otursunlar daha iyi...’
İkinci gün okumaya başladığım kitap da keşiflerle ilgiliydi. Joachim G. Leithauser adlı Alman yazar ‘Ufkun Ötesindeki Dünyalar’ adlı kitabında dünyanın keşfediliş öyküsünü anlatıyordu. Bu kitapta da ilginç bilgiler vardı. Örneğin Kristof Kolomb'un Amerika'yı keşif yolculuğu sırasında kullandığı gemilerin boyutunu öğrenince hayrete düştüm. O zamanlar gemilerin büyüklüğü ‘Tun’ ile ifade ediliyordu. Tun, büyük şarap fıçılarına verilen isimdi. Güvertenin altına sıralanan tun miktarı, geminin büyüklüğünü gösteriyordu. Kolomb'un sefere çıktığı gemilerin en büyüğü 50 tun kadardı. Yani ünlü kaşif 50 fıçı büyüklüğündeki gemilerle okyanusları aşmıştı.
Kitapta anlatılanlara göre, o devir teknelerinde mutfak ve aşçı bulunmuyordu. Yemek pişirmek için kullanılan tek yol, güvertenin bir köşesinde, zemine kum serilerek yakılan ateşti. Günde bir kez sıcak yemek verilir, gemiciler bütün yemekler için tek bir tahta çanak kullanır ve elleriyle yerlerdi. Yiyecek çeşitleri ise çoğunlukla iyi pişmemiş, tuzlanmış et ve peksimet ile bezelye, mercimek ve balıktı. Tuvalet ihtiyacı ise küpeşteden sarkıtılan bir iskemleye oturarak herkesin alaylı bakışları arasında yapılırdı.
‘Ufkun Ötesindeki Dünyalar’ adlı kitap aynı zamanda, İspanyolların Güney Amerika'da yaptıkları katliamı tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriyordu. İspanyol komutanlar, birkaç avuç altın uğruna milyonlarca yerliyi öldürmüşlerdi. Bunların içinde elini en çok yerli kanına bulaştıran Hernan Cortes oldu. İspanyol komutan bugünkü Meksiko kentini alabilmek için, 100 bin Aztek'i gözünü kırpmadan öldürmüştü. Kanlı komutan notlarında şöyle diyordu: ‘Dünyanın bu en güzel şehrini yakıp yıkmaktan nasıl vazgeçeceğimizi bilemiyordum... Sonunda her binanın yerle bir edilmesini planladım. Bir bina tamamen yıkılmadan ilerlemek yoktu. Tek bir duvar ayakta kalmamalıydı...’
Pasifik Okyanusu'nun ne anlama geldiğini de bu kitaptan öğrendim. Portekizli denizci Fernao de Macellan, okyanusu ilk gördüğünde hava öylesine durgun, öylesine çarşaf gibiydi ki, buraya ‘Sükunet Denizi’ anlamına gelen ‘El Mare Pacifico’ adını verdi.
GÜN BATIMI
Yukarıda anlattıklarımdan anlaşılacağı gibi, beş gün boyunca kitaplardan kafamı pek kaldırmadım. Sıcaktan bunaldıkça, denize atlayıp uzun uzun yüzdüm. Böylesine monoton bir yaşamı ne kadar özlediğimi fark ettim. Son gün tepelere çıkıp, Gökova'da güneşin batışını seyrettim. Datça Yarımadası'nın dağlarında o saatlerde tüm detaylar kayboluyordu. Birbirlerinden ton farklarıyla ayrılıyorlardı. Koyu duman, kararmış gümüş, siyahı bolca gri... Bir de eteklerine duman oturuyordu. Bulunduğum tepenin sahilini döven dalgalar, kıyıda bembeyaz köpüğe dönüşüyordu.
Güneş Datça'nın ucunda kaybolmaya yüz tutunca, arabanın disk çalarına Bizet'nin ‘İnci Avcıları’nı koydum. Nadir'in aryasını dinlerken, güneşin denizin üstündeki turuncu yansımasına bakıp düş yolculuklarına çıktım. Tabii ki bu güzel anı mataramdaki malt viski ile tatlandırmayı ihmal etmedim.
Gezinin birinci bölümü bol okumalı geçti. İkinci bölümde ise yöredeki lezzet duraklarını, Göcek'in cennet koylarını keşfetmeye çalıştım. Onların hikayesi de haftaya kaldı.
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2002
Geçen hafta önce öldüğünü sonra yaşadığını öğrendiğim Türk mutfağının en büyük şefi Necip Ertürk beni yıllar öncesine götürdü. Cazın başkentini bu yemek ustası sayesinde tanımış, onun sayesinde cazın keyfine varmıştım. Geçen hafta Hürriyet Pazar Eki'nde, Tuğrul Şavkay'ın yazısının başlığını okuyunca, hem çok üzüldüm hem de yıllar öncesine gittim. Başlık acı bir haberi veriyordu: 'Necip Usta ABD'de ölmüş'. Siz Necip Usta'yı tanır mısınız?.. O 1950'li yılların büyük yemek ustasıydı. Şavkay'ın dediği gibi, 'Türkiye'nin geçen yüzyıl yetiştirdiği tartışmasız en büyük şefti.' Yarım sayfaya yayılmış olan yazıyı hemen okumaya başladım. Haber beni yıllar öncesine götürdü. Uzak bir diyarda onunla birlikte, kısa sürede olsa güzel günler geçirmiştim.
Aradan birkaç gün geçti, bu ölümün bana anımsattıklarını yazmaya karar vermiştim ki, sayfanın sorumlusu Sanlı Ergin telefon edip, ölüm haberinin bir yanlış anlamadan kaynaklandığını, Necip Usta'nın yaşadığını müjdeledi. Bu habere ne kadar sevindiğimi anlatamam.
Necip Ertürk ile Türkiye'de hiç karşılaşmadım. Türkiye'de karşılaşmadığım Necip Usta'yla, Amerika'da New Orleans kentinde tanıştım. İşte bu haftaki yazıda, onunla birlikte yaşadığım kısa kent macerasını anlatmaya çalışacağım.
ZORLU GÜNLER
Amerika'daki yaşamımın zorlu geçeceği, daha ilk günlerden belli olmuştu. Sıcak eyalet Florida'da, ne yapsam iş bulamıyordum. Bulduklarım ise benim beceremediğim işlerdi. Örneğin bir pastaneye pasta ustası olarak girmiş, kısa sürede foyam ortaya çıktığı için kovulmuştum. Arada sırada kendimi bahçıvan diye yutturuyor, çimen biçip, yaprakları temizliyordum. Ama öylesine az para alıyordum ki yorulduğuma değmiyordu. Bu arada yanımda getirdiğim kısıtlı para, yavaş yavaş suyunu çekiyordu.
Para azaldıkça telaşım da artıyordu. Kimseyi tanımıyordum. Bir ara aynaların üstüne yaptığım 'Noel Baba' boyamalarıyla, pazar yerlerinde şansımı denedim. Ama kazandığımla tezgah kirasını bile ödeyemedim. Florida'da da ekmek olmadığını anlayınca, başka kentlerde şansımı denemeye karar verdim. New Orleans'ta bir arkadaşım vardı. Ona telefon ettim. Gönülsüzce 'gel' dedi.
Otobüsten inince, bir fırının içine düştüğümü sandım. Dışarıda alev alev bir sıcak vardı. Beni karşılamaya gelen arkadaşımın külüstür arabasının içi de dayanılacak gibi değildi. Terden sırılsıklam olmuştum. Araba kadar bakımsız olan evde, vantilatörün karşısına oturup serinlemeye çalıştım. İlk gecem sıcak ve sivrisinekler yüzünden uykusuz geçti.
Arkadaşım birkaç gün sonra bana limanda iş buldu. Missisipi kıyısındaki bu limanda, cehennem gibi sıcakta akşama kadar pas pas yapıyor, camları siliyor, çöpleri atıyordum. Akşam paydos vaktin gelince kolumu kıpırtadacak halim kalmıyordu. Onun için New Orleans'ın baştan çıkartan gecelerine karışamıyordum. Hoş yorulmasam bile bu gecelerin tadını çıkartacak param yoktu. Kaçak işçi olduğum için en alt kademeden ücret alıyordum. O da karnımı doyurmama yetiyordu.
Akşamları arkadaşımın evinde kendime mütevazı bir yemek hazırlıyor, yanında içtiğim 'köpek öldüren' cinsinden ucuz bir şarapla, sıkıntılarımı unutmaya çalışıyordum. New Orleans'ın barlarından yükselen dumanlı caz tınılarını henüz duyamamıştım.
SİHİRLİ CÜMLE
Birbirine benzeyen günler akıp gidiyordu. Hem Amerika'ya hem New Orleans'a geldiğim için bin pişman olmuştum. Bir akşam arkadaşım, 'Hilton otelinin başaşçısı bir Türk'müş' dedi ve bu sihirli cümle ile birlikte kara günler bir süreliğine sona erdi.
Hikaye şöyle gelişti: Limandaki işimin öğle tatilinde, soluğu biraz ilerideki Hilton Oteli'nde aldım. Sordum soruşturdum, aşçıbaşının Necip Ertürk olduğunu öğrendim. Haber salıp, görüşmek istediğimi söyledim. Kısa bir süre sonra kendimi, şık bir büroda Necip Usta'nın karşısında oturur buldum.
Önce Hilton'un mutfağını anlatmam gerekiyor. Mutfak üç katlıydı. Tam 350 personel çalışıyordu. Hepsinin başı olan Necip Ertürk'ün her katta bir ofisi, her ofiste bir güzel sekreteri vardı. Necip Usta haftalık mönüyü hazırlıyor, alışverişi düzenliyor, arada bir ocakların arasında dolaşıp, pişen yemeklerin, mezelerin, tatlıların tadına bakıyordu.
PARLAK GELECEK
Necip Usta ile çabuk kaynaştık. O, mutfakta yamak olarak işe başlamamı istiyordu. Beni aşçı olarak yetiştirecek, daha sonra da Teksas Dallas'ta açacağı lokantasının başına geçirecekti. Usta bana öylesine parlak bir gelecek çizmişti ki, Hilton'dan çıkarken sevinçten adeta uçuyordum. O andan itibaren limandaki işe gitmedim. Akşam soluğu Bourbon Caddesi'nde aldım. Birbiri ardına yuvarladığım cin tonikler ve caz müziği eşliğinde bir güzel sarhoş oldum.
Ertesi gün Hilton'un mutfağında yamak olarak işe başladım. Necip Usta beni zenci bir aşçıya emanet edip, ortalıktan çekildi. Akşama kadar ne kadar patates, soğan, havuç soyup doğradığımı, bulaşık makinesini kaç kere boşalttığımı hatırlamıyordum. İşin pek özelliği yoktu. Çok yorulmuyordum. En önemlisi mutfak soğuktu ve lezzetli birkaç kap yemekle karnımı doyurmuştum. Paydos vaktine doğru Necip Usta göründü. 'Gidiyoruz' dedi ve önüme düştü. Başında aşçı şapkası, üstünde beyaz önlüğü vardı. Biraz sonra kendimi New Orleans'ın kalbinin attığı French Quarter'ın dar sokaklarında buldum. 19. yüzyıldan kalma süslü binaların süslediği bu sokaklarda, yaşamın 24 saat kesintisiz sürdüğünü biliyordum. Kapısında Pat O'Briens yazılı olan bardan içeri girdik. Bahçede bir masaya oturduk. Usta, iki tane Hurricanes ısmarladı. Bu, uzun bardaklarda gelen ve oldukça sert olan özel bir kokteyldi. Necip Usta anlattı ben dinledim. Ben sordum o yanıtladı.
ÜNİVERSİTEDE HOCA
Oradan bir restorana geçtik. Creole mutfağının bol baharatlı yemeklerinden ısmarladık. Ben en çok Jambalaya denen tavuklu pilav ile ördek etiyle pişirilmiş Gumbo çorbasını sevdim. Necip Usta yemekler konusunda hiçbir yorum yapmadı. Yemek sırasında öğrendiklerim yüzünden, Necip Ertürk'e olan hayranlığım biraz daha arttı. Usta, ilkokul mezunu olduğu halde, Tulane Üniversitesi'nde haftada iki gün ders veriyordu. Eve geldiğimde iyiden iyi sarhoş olmuştum. Uykuya dalmadan önce geleceğim hakkında biraz düşünmek istedim ama, fırıl fırıl dönen başım yüzünden beceremedim.
Bir yandan yamaklık yapıyor, bir yandan da New Orleans'ın keyfini çıkartıyordum. Çoğunlukla Necip Usta ile birlikte oluyordum. Necip Usta'nın cazla arası pek iyi değildi. Onun için o eve gittikten sonra ben caz seanslarına başlıyordum. En sevdiğim mekan da Preservation Hall'dü. Orada Memphis Blues dinlemeye bayılıyordum. Bu müzik bende afyon etkisi yapıyor, her tarafımı uyuşturuyor, gerçeklerden kaçmamı sağlıyordu. Bir başka barda ise dünyanın en ünlü klarnetçisi Pete Fountain'in çaldığı Dixieland caza tempo tutuyordum.
MİSSİSİPİ GEMİLERİ
Her geçen gün kenti daha iyi öğreniyordum. Garden bölgesindeki evlerde yaşama düşleri kuruyor, Louis Amstrong meydanında cazın ilahının heykelinin altına oturup, cazın içindeki acıyı duymaya çalışıyordum. Arada bir Jackson meydanında falcı kadınlara geleceğimi soruyordum. Hep iyi şeyler söylüyorlardı.
Hafta sonlarında Missisipi üstünde sefer yapan arkadan çarklı vapurlara binip, nehir boyu geziniyordum. Püfür püfür esen rüzgarın serinliğiyle sarmalanınca aklıma, Missisipi'yi dünyaya tanıtan Mark Twain geliyordu. Ünlü yazar bir kitabında bu rüzgarı şöyle anlatmıştı: 'Bunaltıcı New Orleans öğleden sonrasında en serinletici şey, arkadan çarklı gemiyle Missisipi'de dolaşmaktır...' Ve Pazar günleri gemi turundan sonra mutlaka, 138 yıllık ünlü Cafe du Monde'ye gidiyor ve üstü pudra şekerli bir donat yiyordum.
Günler geçtikçe sıkılmaya başladım. Mutfaktaki iş tat vermez olmuştu. Türkiye özlemi de dayanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Bir akşam üstü bir bar iskemlesinde Necip Usta'ya her şeyi anlatıp, ayrılmak istediğimi söyledim. Koca şef kadehini benim geleceğim için kaldırdı. Ertesi gün aşçılardan oluşan bir kalabalığın ortasında, sarmaş dolaş olup ayrıldık. Giderken ben ağlıyordum. Onun da gözlerinin dolduğunu hissettim.
Daha sonra ki yıllarda iki kez daha bu kente gittim. Ama Necip Usta'yı bulamadım. Başka bir Hilton'a transfer olduğunu öğrendim. Onunla gittiğim yerlere uğrayıp, onun anısına kadeh kaldırmakla yetindim. Şimdi ona uzun ömürler diliyorum.
Yazının Devamını Oku 22 Eylül 2002
Geçen hafta ilan yoğunluğu nedeniyle tamamlayama-dığım Almanya yolculuğumun son bölümünü anlatacağım. Bu bölümde bir şantiye görünümündeki duvarsız Berlin var. Sabah erkenden Münih havaalanına gittim. Berlin uçağının kalkış anına kadar (yaklaşık 3 saat) havaalanının inşa halindeki yeni bölümlerini gezdim. Öylesine geniş alanları, park yerlerini, alışveriş mekánlarını, gidiş-geliş salonlarını görünce şaşırdım. Bana eşlik eden Lufthansa görevlilerine, böylesine büyük bir alanın neden başkent Berlin'e değil de Münih'e yapıldığını eleştirel bir üslupla sordum. Onun verdiği teknik ve uzun yanıtı dinlemek zorunda kalınca, sorduğuma bin pişman oldum. Böylesine muhteşem bir hava alanının, Berlin yerine Münih'e yapılmasının, beni neden endişelendirdiğine pek anlam veremedim.
Berlin'e ilk kez bundan yaklaşık 20 yıl önce gelmiştim. O zamanlar kent ‘Utanç Duvarı’ ile ikiye bölünmüştü. Duvarın arkasındaki yaşamı hep merak etmiştim. Bu gidişimde ise duvar artık yoktu.
Berlin Türk işçilerinin olduğu kadar, Türk yazar-çizer takımının da gözde kentlerinden biri olmuştu. Şimdilerde veya yüzyılın başında yazılmış olsun, hangi gezi kitabını karıştırsam karşıma, Berlin'le ilgili gezi notu çıkıyordu. Örneğin İsmail Habib Sevük, 1935 yılında yazdığı ‘Tuna'dan Batıya’ adlı kitabında, Berlin hakkında şu bilgileri veriyordu: ‘Otobüslerle şehir treni bir günde bir milyon bilet kesmektedir. Bu bizim İstanbul'un bir yıllık tramvay kımıldanışına denk olsa gerek. Berlin'de yarım milyon ev köpeği var. Her birinden 60 mark kadar vergi kesiliyor. Bunun tutarı bizim İstanbul belediye bütçesinin topunu geçmektedir.’
Atilla Dorsay ise kısa bir süre önce yayınladığı ‘Yaşam ve Ölüm Kentleri’ adlı kitabında Berlin hakkında şöyle yazıyordu: ‘Berlin neresinden bakarsanız şaşırtıcı, ilginç, büyüleyici bir kent. Bu kentte insan 10-15 gün geçirince bir şeyler yazmak, duygularını, izlenimlerini kağıda dökmek gereğini hissediyor.’
Yazar Nedim Gürsel ‘Seyir Defteri’ adlı kitabında Berlin'den şöyle bahsediyordu: ‘Berlin, sayısız gece kulüplerinde, loş barlarda bölünmüş cinselliklerini yaşayabilen insanların kenti...’
BÜYÜK ŞANTİYE
Vaktim yoktu. Parlamento binasının camlı kubbesinden dört bir yana bakmakla yetindim. Duvar yıkıldıktan sonra başlayan inşaat faaliyeti hala sürüyordu. Dev vinçler kente koca bir şantiye görünümü katmıştı.
Spree Nehri üstünde yaptığım hızlı tekne turunda, kentle ilgili ipuçları, geçmiş yıllarımdan bildik görüntüler yakalamaya çalışıyordum. Benimkisi boşa bir gayretti. Kent baştan aşağı değişmişti ve değişim sürüyordu. Berlin Venedik gibi kanallar ve köprüler kentiydi. Nehrin üstünde tam 1662 tane köprü vardı ki, bu konuda Venedik bile yanına yaklaşamazdı.
Tekneden indikten sonra bindiğim araba, caddelere, sokaklara daldı. Rehber de zamansızlığın farkındaydı. Her şeyi anlatabilmek için acele ediyordu: ‘Burası Unter Den Linden-Kestaneler altı Bulvarı. Eni 100 metreye yakındır. Brandenburg Kapısı'nda 17 Haziran caddesiyle buluşur. XVIII. Yüzyılın tanınmış mimarı Friedrich Schinkel'in elinden çıkma binalarla süslü bu cadde, sosyalist bürokratların tüm çabalarına rağmen güzelliğinden bir şey kaybetmemiştir. Burada, ‘Schinkel'in hangi binası daha güzel?’ oyununu oynamak vazgeçilmez bir adettir. Şurası Kaiser Wilhelm Anıtsal Kilisesidir. Savaşta bombalara hedef olmuştur. Metro 1896 yılında kazılmaya başlanmıştır. Dikilitaşın üstündeki Zafer Tanrıçası heykeli som altındandır...’
Bir süre sonra rehberin söylediklerini duymaz oldum. Bunların hepsi kitaplarda
bulabileceğim bilgilerdi. Ben Berlin'i kendisinden öğrenmek istiyordum. Ruhunu görmek niyetindeydim. Ama her büyük kent gibi Berlin de, kendini öyle kolay kolay ele vermek niyetinde değildi.
DUVARIN İZLERİ
Bir zamanlar Doğu ile Batı Berlin arasında önemli bir geçiş kapısı olan Check Point Charlie'de, bir kaldırım kahvesine oturdum. Caddedeki izlere bakılırsa şu an tam duvarın dibindeydim. Güvenlik kulübesi ve önündeki kum torbaları eskisi gibi duruyordu. Onların önünde fotoğraf çektirenleri seyrettim. Sık sık duyduğum Türkçe konuşmalara şaşırmadım. Burada 300 bin kadar Türk'ün yaşadığını, bazı semtlerinin Türkiye'den daha çok Türkiye'ye benzediğini biliyordum.
Lufthansa'nın simülasyon merkezine giderken not defterimin bir köşesine, ‘Berlin'e bir kaz kez daha gelmek gerek. Berlin'e günler lazım, saatler yetmiyor...’ diye not düştüm.
Simülasyon merkezinde, pilotların eğitildiği kokpite girip, koca bir yolcu uçağını uçurmayı denedim. Burada uçağın uçması dışında her şey gerçeğe uygundu. Sesler, sallantılar, dönüşler, ibreler, düğmeler. İlk inişimde uçağı pistten çıkartıp, tarlaya sapladım. Gerçekmişçesine korkuya kapılıp, ter döktüm. İkinci inişimde yine pistten çıktım. Korkularımı yendikten sonra, koltukta oturduğum 20 dakika boyunca çocuklar gibi ‘pilotçuluk’ oynadım.
Almanya gezisi bu oyunla bitti. Öylesine hızlı bir gezi oldu ki, aklımda görüntü kırıntıları kaldı. Onları da sizlerle paylaştım.
Yazının Devamını Oku 15 Eylül 2002
Almanya'yı kelimenin tam anlamıyla koştura koştura geziyordum. Koca Hamburg ve Bremen'i 3 güne sığdırmış, oradan kan ter içinde Münih'e geçmiştim. Gezinin bu etabı da dört gün sürecek ve bu süre içinde Almanya'nın en büyük iki kenti Münih ve Berlin'i gezip görecektim.
Kuzeyli Hamburg'tan koşup geldiğim güneyli Münih'te, hava pırıl pırıl güneşli ve sıcaktı. 48 kilometre uzaklıktaki Alp Dağları'ndan kopup gelen dondurucu rüzgarlar, henüz esmeye başlamamıştı. Bavulumu bagaja koyup, arabanın arkasına kuruldum. Rehberin anlattıklarını dinleyerek, kentin ilk görüntülerini seyretmeye başladım.
Kentin adı, ‘Keşişlerin Yurdu’ anlamına geliyordu. Çünkü Münih, 1157 tarihinde keşişler için bir pazaryeri olarak kurulmuştu. Kentin görkemli tarihinde bir de kara nokta vardı. Adolf Hitler Nazi partisinin başına bu kentte geçmişti. Bu olayın gerçekleştiği bina şimdi, müzik akademisi olarak hizmet veriyordu. Rehberin üstünkörü anlatımından ve şoförün binanın önünde arabayı hızlandırmasından, bu konunun üstünde fazla durmak istemediklerini anladım.
‘Zafer Kapısı’ndan geçip eski şehre girdik. Savaşta yüzde 60'ı yıkılan kentin, yeniden inşa edildiğine inanmakta zorlandım. Çünkü yıkılan binalar aynen yeniden yapılmıştı. Rehberin uyarıları olmasa hangi binanın yeni, hangi binanın asırlık olduğunu anlayamayacaktım. Binaların çoğunun ‘ithal mimari’ ile yapılmış olması dikkatimi çekti. Genellikle İtalya'daki ünlü binalar kopya edilmişti. Arada bir Fransa'dan da esintilere rastlanıyordu.
BAVYERA'NIN TATLARI
Eski şehirde en çok ilgimi Viktualien Market çekti. Yan yana sıralanmış küçücük dükkanlarda, Bavyera'nın tüm lezzetlerini tatmak mümkündü. Sosisler, peynirler, pastalar, ekmekler, tezgahlara tüm tahrik edici görüntüleriyle dizilmişlerdi. Münih kentinin boğazına düşkün olduğu, her halinden belli oluyordu. Öğrendiğime göre kentte, ‘Michelin Yıldızı’ taşıyan tam 23 tane restoran vardı. Bu yıldızın hangi mekánlara ne şartlarla verildiğini iyi bilenlerden olduğum için, Münih'e olan hayranlığım bir kat daha arttı.
Ben oradayken Münih, Ekim ayında yapılacak olan ünlü ‘Bira Festivali’ne hazırlanıyordu. Festivalin yapılacağı koca alana dev çadırlar kuruluyordu. Rehber, festivale 7 milyon ziyaretçinin beklendiğini, 16 gün boyunca gece gündüz durmadan bira içileceğini, bu festival sırasında satışa sunulan biraların alkol oranlarının, normalden fazla olduğunu, festivalin bittiği gece bu özel biraların da hemen satıştan kaldırıldığını anlattı.
Yemeye, içmeye bu kadar düşkün olan kentte, sanatın da yeri baş köşedeydi. Onlarca özel galerinin yanı sıra, devletin kurduğu üç tane çok büyük modern sanat galerisi bulunuyordu. Sanat galerileri pazar günleri ücretsiz geziliyordu.
Yollarda gezerken sık sık Türkçe kelimeler duyuyordum. Yan yana sıralanmış Türkçe isimli kuyumcuları, manavları, dönercileri, pastaneleri, dükkanları görünce kendimi bir an Türkiye'de sanıyor ve rehberimle Türkçe konuşmaya çalışıyordum. Münih'in, Türk nüfusun en yoğun yerlerden biri olduğunu bildiğim halde, yine de şaşırmaktan geri kalmıyordum. Onların buradaki varlığı karşısında, adlandıramadığım bir keyif duyuyordum.
Akşam yemeğini Hofbraühaus denen Münih'e özgü bir mekánda yedim. Spor salonu büyüklüğündeki mekánda öylesine bir gürültü vardı ki, garsonlara sipariş vermekte zorlandım. Aslında karmaşık bir şey ısmarlamadım. Bütün Almanlar gibi, patates püresi ve sirkede haşlanmış lahana eşliğinde yenen meşhur sosisten istedim. Yemek boyunca, iki elinde on bardak taşıyan garsonları hayretle izledim. Çünkü her bir bardak, bir litre bira ile doluydu ve onlar bunları taşımakta hiç zorlanmıyorlardı.
Otele geldiğimde vakit gece yarısına gelmişti. Bavulumu açmaya teşebbüs bile etmedim. Eşyalarımı buruşmaları konusunda özgür bırakıp, yatağın üstüne külçe gibi uzandım.
GÖLDEKİ ADALAR
Ertesi gün sabahın köründe başlayan programda, ‘Bavyera'nın Denizi’ diye bilinen Chiemsee Gölü'ne gidileceği yazılıydı. Arabanın arka koltuğuna oturup, siyah güneş gözlüklerimi taktım. Rehberin anlattıklarını dinlermiş gibi yapıp, bir saat süren yol boyunca yarım kalan uykumu tamamladım.
Chiemsee kentinin istasyonundan 100 yıllık bir trene binip, göl kıyısına gittim. Göl üstünde sefer yapan 1926 yapımı bir vapurla, önce Herreninsel Adası'na (Erkekler Adası) geçtim. Rehberim adanın, bir zamanlar Piskoposluk merkezi olduğunu, Benedikten Manastırındaki rahipler nedeniyle buraya Erkekler Adası adı verildiğini anlattı. Fransa'daki ünlü Versailles Sarayı'na öykünerek yapılmış olan Bavyera Kraliyet Şatosu'nu ve ucu bucağı görülmeyen bahçeleri gezdim. Bahçenin tam ortasındayken başlayan sağanak yağmur beni gafil avladı. Saklanacak bir saçak altı bulamadığım için, iliklerime kadar ıslandım. Onun için de bu adadan çok iyi anılarla ayrılmadım.
Gölün üstündeki ikinci adanın adı Fraueninsel idi (Kadınlar Adası). Bir zamanlar burada bulunan Benedikten rahibe manastırı nedeniyle, bu adada sadece kadınlar yaşamıştı. Birkaç kulaç ötedeki erkekler adası ile kadınlar adası arasında neler olup bittiğini, gizli kapaklı kalmış maceraları düşlemeye çalıştım. Şimdi her iki cinse de açık olan adanın, çiçeklerle süslenmiş evlerine hayran kaldım. Öğle yemeğinde, tahta çubuklara geçirilip, ateşin kenarına sıralanarak pişirilen göl balıklarının tadına baktım. Gölün üstündeki Krautinsel (Ot Adası) adlı üçüncü adaya ise uğramadan dönüş yoluna geçtim.
İlan yoğunluğundan Almanya turunu bu hafta tamamlayamadım. Bu nedenle Berlin kısmını haftaya bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku