Kaz Dağı’nın kokusu

Geçen hafta yolum tanrıların dağı bin pınarlı İda (Kaz) Dağı’na düştü. Aslında oraya bir yemek maratonuna gitmiştim. Bunu fırsat bilip, dağın zirvelerine tırmandım, kokuları koklayıp, sessizliğin tadını çıkardım, Homeros’un torunlarıyla hasret giderdim.

Bahanesi yeme-içme olan gezilere bayılıyorum. Kim bayılmaz ki?.. Ernest Hemingway işi bayılmanın da ötesine götürmüş, olaya aşkı da katıp şöyle demiş: ‘Yemekte aşk olduğunu keşfettim, başka hiçbir yerde kalmamış olsa da. Sindirim sistemim dayandığı sürece bu aşkın peşinden gideceğim...’ Ben de öyle yapıyorum. Bazen bir yemeğin peşine takılıp, dere tepe dümdüz edip gidiyorum. Yemeği ararken ilginç mekanları, coğrafyaları buluyorum. İki güzelliği birden keşfetmenin hazzını doya doya yaşıyorum.

Geçen hafta yine yemek konulu bir geziye gittim. Gittiğim yer bildik bir yerdi. İda (Kaz) Dağları’nda, Güre’nin tepesinde, Edremit Körfezi’ne kuş bakışı bakan Çamlıbel’deki Zeytinbağı idi. Buraya daha önce de gelmiş, adını ‘bir daha gidilecek yerler’ listesinin en başına yazmıştım. Zeytinbağı, Menend-Tuncel Kurtiz ile Erhan Şeker’in işlettiği, zeytin, incir, badem, fıstık, karabiber ağaçlarının ve katır tırnakları, sardunyalar, pembe-mor çiçekler açan anemonların arasına saklanmış, 10 odalı küçük ve şirin bir oteldi.

Menend, Tuncel ve Erhan üçlüsü bence Homeros’un torunlarıydı. Onlar bu bin pınarlı dağa göçmüş, ondan yaşam enerjisi almış, bunun karşılığında da bu dağları tanıtma ve sevdirme görevini üstlenmişlerdi. Özellikle Tuncel Kurtiz, o davudi sesiyle gelene gidene, İda’nın başka dağlara benzemediğini, buranın tanrıların yatağı olduğunu, her ağacın dibinde bir efsanenin saklandığını bıkmadan usanmadan anlatıp duruyordu.

MERAKLISINA YEMEK

Gezinin konusu, yukarıda da söylediğim gibi yemekti ve e-mail aracılığı ile ‘meraklısına’ duyurulmuştu. İstanbul’daki Changa Restoran’ın sahipleri Savaş Ertunç ile Tarık Bayazıt, Erhan Şeker’in de yardımıyla, çağrıya katılanlara -ki büyük bir bölüm yer bulamadı- çok özel yemekler hazırlayacaklardı. Changa, geçen yıl dünyada ilk 50’ye girmeyi başarmış bir restorandı. Mönüsünü Tarık ve Savaş birlikte oluşturuyorlardı. İlginç malzemeleri bulup buluşturuyor, onları tavada, tencerede, fırında yan yana getirip, damakları çatlatacak lezzetler yaratıyorlardı. Erhan Şeker de Zeytinbağı’nın ‘mönücübaşı’sıydı. Daha önceki gelişimde, dağdan bayırdan topladıklarıyla ne lezzetler oluşturabildiğini görmüştüm. Bu üçlünün yapacağı yemekleri düşünmek bile beni çok heyecanlandırmıştı.

Yolculuklarda feribota tıkılıp kalmayı sevmiyorum. Onun için bildiğim yollardan gitmeyi tercih ettim: Bursa, Balıkesir, Havran, Edremit üzerinden Çamlıbel. Yaz gelmekte nazlanınca, baharın yeşili dereyi tepeyi süslemeyi sürdürüyordu. Hatta katır tırnakları bile yamaçlardan hala sarı sarı el sallıyorlardı. Tarlaların ortasındaki yalnız ağaçlar ve hayvanların peşinde dalgın dalgın yürüyen çobanlar görüntüye girip çıkıyorlardı. Her seferinde, durup çobanlarla konuşmayı arzularım. Ama bugüne kadar bunu gerçekleştiremedim. Onları çok merak ederim. Bütün gün sessiz soluksuz ne düşünürler, iç konuşmalarında ne anlatırlar?..

Tatil dönemlerinde epey yoğun olan yolda bu sefer trafik pek yoktu. Bir çırpıda kilometreler tükendi... Havran’dan geçerken burnuma yoğun bir zeytinyağı kokusu doluverdi. Yanımda taze bir ekmek olsa, havadaki zeytinyağına banıp yiyebilirdim neredeyse. Koku öylesine tahrik ediciydi.

BİR KÖY MÜZESİ

Edremit’i, Güre’yi geçip kıvrıla kıvrıla giden bir yoldan tepeye çıktım. Zeytinbağı bıraktığım gibi duruyordu. Bir tek, gölgesine sığındığım badem ağacı görünürlerde yoktu. Sonradan onun geçtiğimiz kışın öfkesine kurban gittiğini öğrendim. Üzüldüm. Önce Erhan, sonra Menend, en sonra da Tuncel Kurtiz’le sarmaş dolaş olup, zeytin ağacının altında beni bekleyen iskemlede, denizi seyrederek soluklandım. Dağın pınarlarından gelen suyu kana kana içip susuzluğumu giderdim. Yolda tüm oyalanmama rağmen erken gelmiştim. Henüz kimse sökün etmemişti. Yemek vaktine daha çok vardı. Elimi yüzümü yıkayıp, tekrar ‘kırmızı katıra’ atladım, zamanı öldürmek için çevre turuna çıktım.

Önce Tahtakuşlar Köyü’ne sapıp, yol üstündeki ‘Etnografya Müzesi’ne uğradım. Burası Türkiye’de ilk kez -belki de dünyada da- bir köylü ailesinin kurduğu özel bir köy müzesiydi. Kurucusu emekli köy öğretmeni ve gazeteci Alibey Kudar’dı. Müzede konar-göçerlerin Orta Asya’dan günümüze kadarki yaşam biçimleri sergileniyordu. Neler yoktu ki: Para keseleri, çocukların eski oyuncakları, kirmenler, kolyeler, nazarlıklar, yazmalar, çarıklar, çoraplar, takı ve para koleksiyonları, gelin başlığı, düğün çalgıları, geleneksel mutfak eşyaları, halılar, kilimler, elbiseler, çadırlar... Müzede bir de ‘Selim Turan Sanat Galerisi’ vardı. Bu müzeye daha önce de geldiğim için bu kez içeri girmedim, kapının önündeki gölgelikte, Alibey Kudar’la sohbet etmekle yetindim. Veda ederken de Kaz Dağı’nın her derde deva kekiğinden birkaç paket almayı ihmal etmedim. Eğer yolunuz Edremit, Akçay, Altınoluk civarına düşerse bu köy müzesini gezmenizi öneririm.

Sonra kıyı kıyı, telaşsız-acelesiz Assos istikametine doğru yol aldım. Çevrede hummalı bir yaz hazırlığı vardı. Oteller, pansiyonlar, marketler, yazlıklar yaz konukları için kendilerine çeki düzen veriyorlardı. En fazla bir ay sonra buralar kim bilir ne hale dönecekti. Kalabalıkların, arabaların, sonuna kadar açılmış müzik setlerinin gürültüsü birbirine karışıp göğe doğru yükselecek, İda’nın huzur dolu sessizliğinin üstünü yağlı bir is gibi örtecekti.

ZEUS’UN KAYASI

Amacım Yeşilköy’e kadar gidip, Öngen Oteli’nde Mehmet Öngen’e bir ‘merhaba’ demekti. Geçen yıl bu cennet mekanda birkaç gün kalmış, politikadan edebiyata tatlı sohbetler etmiştim. Ama yolun yarısında kararımı değiştirip, Küçükkuyu’nun girişinde, Zeus Sunağı’nı gösteren tabeladan saptım.

Kızılçamların yaydıkları çıra kokusunu içime çeke çeke zirveye vardım.

Sunağa, ormanın içinden geçen bir patikadan ulaşılıyordu. Arabayı park edip, başımın üstünde dolaşıp duran birkaç kara sinek eşliğinde yürüyüşe başladım. Arada bir durup, gökyüzünü saran kekik, adaçayı karışımı kokuyu, ciğerlerimin en küçük baloncuklarına kadar gönderdim. Aslında bu sunağı daha önce görmüştüm. Amacım ormanın sessizliğini dinleyip, kuş bakışı Edremit Körfezi’ni seyretmekti. Schliemann ile Alman arkeolog Judeich’in ‘İda Zeus’u Sunağı’ adını verdikleri dev kayanın üstüne tırmanıp, ormanı kanserli hücre gibi kemiren yazlıklara öfke oklarımı fırlattım. Hiçbir arkeolojik kanıt olmamasına rağmen Schliemann, Zeus’un İda Dağı’nın Gargaros zirvesinde, bu kayanın üstüne oturup, buradan yüzlerce kilometre uzaktaki Troia Ovası’ndaki savaşı seyrettiğine inanıyordu. Ayrıca Poseidon bu kayanın üstünde Zeus’u lafa tutmuş, Hera ile uyku tanrısı Hypnos’da gizlice Troialılara yardım için savaş alanına gitmişlerdi.

Koca kayanın bir köşesine yaslanıp, İda’nın efsanelerini düşündüm. Acaba dünya üstünde bu kadar çok efsaneye kaynaklık etmiş başka bir dağ var mıydı? Tanrıların tanrısı Zeus bu dağlarda doğmuştu. Annesi Rhea, doğar doğmaz tüm çocuklarını yiyen babası Kronos’tan korumak için Zeus’u, İda’daki perilere emanet etmişti. Zeus ünlü Troia savaşını buradan izlemeyi tercih etmişti. Troia’nın bilge kralı Priamos, kahinlerin sözüne uyarak oğlu Paris’i, kurda kuşa yem olsun diye İda dağına bırakmıştı. Paris’i burada dişi bir ayı bulup beslemişti. Paris yaşamının en güzel yıllarını, İda’nın su perisi sevgilisi Oinone ile sevişerek geçirmişti. Paris ayrıca İda’da düzenlenen dünyanın ilk güzellik yarışmasını, Aphrodite’nin lehine sonuçlandırmıştı. Aşk ve güzellik tanrıçası Aphrodite, çoban Ankhises’e bu dağlarda sevdalanmış ve ondan Aineisas adlı bir çocuğu olmuştu. Bu dağlarda doğan Aineisas daha sonra Roma kentini kurmuştu.

Her zaman olduğu gibi antik çağın enfes anlatılarına dalıp gitmiş, zamanın geçtiğini unutmuştum. Bir acele dağdan inip, tekrar Zeytinbağı’nın yolunu tuttum. Ben oraya vardığımda herkesi manzaraya karşı yerini almış, sessiz soluksuz içkisini yudumlarken buldum. Ben de hemen bir iskemle çektim. Tuncel Kurtiz fona, Enrico Rava’nın trompetinden çıkan melodileri yerleştirmişti. Bir yandan efsaneler, bir yandan notalar, öbür yandan kızıllar saça saça batan güneş... Akşamın sihrine kapılıp, bir başka boyuta geçtim.

Yemekler haftaya kaldı. Hem de ne yemekler!.. Lezzet fırtınasını haftaya anlatmaya çalışacağım.
Yazarın Tüm Yazıları