Gece yarısı güneşini görebilmek için Norveç’in en kuzeyindeki Tromso kentine gittim. Gördüklerim karşısında gerçekten şaşırdım kaldım.
Hayatımda ilk kez gece yarısı gökyüzünde güneşin pırıl pırıl parladığına şahit oldum. İki ay boyunca güneşin hiç batmadığı bu kentte sürekli aydınlıktan sıkıldım, gecenin karanlığını özledim.
Gidiyordum ve çok heyecanlıydım. 30 küsur yıldan beri yollarda olmam bile heyecanımı dizginleyemiyordu. Dünyanın dört bir yanını gezmiş, korkmuş, macera yaşamış, mutlu olmuş, hayran kalmış, bir gezginin yaşayabileceği tüm heyecanları tatmıştım. Bütün bilmişliğime rağmen bu yolculuk beni yine de heyecanlandırıyordu.
Yolculuğum ‘Dünyanın Damına’ doğruydu. Norveç’in en kuzeyindeki Tromso kentinde, ‘Gece Yarısı Güneşi Maratonu’na katılacaktım. Yani yaşamımda bir kez daha Kutup Dairesi’ni geçecektim. Dünyanın bu en son boylamını ilk kez Alaska’da aşmıştım. ‘Kuzey Kutup Dairesi buradan geçiyor’ yazılı tabelanın önünde poz vermiş, bu hayali çizginin üstünde zıplamış, koşuşturmuş, ayağımla onu silmeye çalışmıştım. Tüm bunları yaparken beni görecek olan birinin mutlaka ‘ bu adam deli’ diyeceğinden emindim. Ama bu çizginin insanların çok uzağından, kimsesiz topraklardan geçtiğini biliyordum. Onun için saçma sapan hareketleri yapmaktan çekinmiyordum. O görünmeyen çizgiyi neden bu kadar önemsediğimi şimdi hatırlamıyorum. Kim bilir belki de, dünyada çok az kişinin bu çizgiyi geçtiğini bilmek beni gururlandırmıştı.
Bir kez daha dünyanın tepesindeki bu çizgiyi geçip, 400 kilometre daha kuzeye gidecektim. Gittiğim yerden bir taş atımı ötesi Kutuplardı... Gece yarısı güneşinin aydınlattığı parkurda koşmak, dünyada kaç kişiye nasip olurdu ki!.. İşte bu düşünce, bu sayının azlığıydı beni heyecanlandıran...
Aslında gece yarısı aydınlığını daha önce Alaska’da görmüştüm. Batar gibi yapan güneş, dağların zirvesinde biraz oyalandıktan sonra tekrar yükselmeye başlamıştı. İşte o sırada gökyüzü ebruli bir loşluğa bürünmüş, birkaç saat sonra ise güneş yeniden gökyüzünü pırıl pırıl aydınlatmıştı. İki ay boyunca gökyüzü hiç kararmıyordu. Aydınlık geceler beni çok şaşırtmıştı... O gezimde, olmayan geceyi seyretmek için günlerce uykusuz kalmıştım.
KISKANDIRAN MEKTUP
Bir keresinde de, İngiltere’nin en kuzeyindeki Orkney adasında aydınlık gecelere rastlamıştım. Limanın kıyısındaki bir duvara oturmuş, menekşelenmiş suları yarıp giden ördekleri, sabaha kadar sessiz sedasız izlemiştim. O günlerde de gece hiç kararmamıştı. Ama bu kez gece yarısı aydınlığını değil, gece yarısı bile gökyüzünde parıldayan güneşi görecektim. Güneşin parladığı gece yarılarında hiç yaşamamıştım.
Washington Post Gazetesi’nden DeNeen L.Brown’ın yazdığı mektubu okuyunca, nasıl kıskandığımı dün gibi hatırlıyorum. Brown, benim çok gitmek istediğim bir yere, Kanada’nın kuzeyindeki Nunavut bölgesinde Eskimoların arasına gitmiş, oradaki gece yarısı güneşini yazmıştı. Beni kıskandıran mektupta şunlar yazıyordu:
‘Dünyanın bir ucundayım. Gece yarısı olmasına rağmen gökyüzü hálá aydınlık. Oysa şimdiye kadar çoktan uyumuş olmalıydım. Nafile... Hava kararmadığı için uykum gelmek bilmiyor. Ufkun gökyüzüyle kesiştiği bu noktada, belki de yeryüzünde hiçbir insanın olamayacağı kadar yakınım Kuzey Kutbu’na. Bulunduğum yer Kanada’nın Nunavut bölgesinde, Resolute adlı küçük bir köy. Burası dünyanın en uç noktası kabul ediliyor. Arazi, çorak ve ıssız. Çocuklar ve hatta köyden çıkmamış olan büyükler şimdiye kadar yarım metreden daha uzun bir ağaç görmemişler. Halk burada yaşamanın ayda yaşamaktan farklı olmadığını söylüyor. Yaz güneşi bir kez yüzünü gösterince 6 ay boyunca bir daha gitmek bilmiyor. Burası dünyanın bir ucu. Öyle bir yer ki, kuzeye doğru birkaç adım atsanız, sanki kayıp, dünyanın altına düşeceksiniz. Böyle bir duyguya kapılıyor insan. Yazın sıcaklık 10 dereceye kadar yükselirken, kışın eksi 25-30 dereceye kadar düşebiliyor.
Pencerelerdeki kalın perdeler bile gece aydınlığının odaya girmesini engelleyemiyor. Çünkü bu dönemde ışığın sözü geçiyor. Yorgun vücutlar gecenin karanlığını özlese de, karanlık kendini göstermemekte kararlı. 1 Mayıs’ta başlayan aydınlık, hakimiyetini 11 Ağustos’ta karanlığa terk ediyor. Bu bölgede zaman diye bir kavram yok. İnsan kendi zamanını kendisi ayarlıyor. Acıkınca yemek yiyor, uykusu gelince yatıyor, canı isteyince sevişiyor. Çocukların gece yarısı sokaklarda oynamasına kimse karışmıyor.
Karanlık dönemde birçok kişinin vücudunun kimyası bozuluyor, metabolizma dengesini yitiriyor. Aydınlık günler daha dayanılır gibi. Bu günlerde de uyku sorunu devreye giriyor. İşte kanıtı; Pencereden bakıyorum, saat gece yarısını çoktan geçmiş: 02.00. Bir çift banka oturmuş gökyüzündeki kuşları seyrediyor, gençler basketbol oynuyor, küçük bir kız üç tekerlekli bisikleti ile ilerlemeye çalışıyor, iki bebek evlerinin önünde yarı çıplak oynaşıyor...’
KIŞLIKLAR BAVULA
İşte yıllardan beri beklediğim an gelmiş, gece yarısı güneşinin parladığı yerlere gitmek bana da nasip olmuştu. Bir heyecan bavulumu hazırlamaya koyuldum. Kışlıklar çoktan üst dolaplara kalkmıştı. Kazakları, yünlüleri, kışlık gömlekleri yeniden gün yüzüne çıkardım. Polarımı, trençkotumu, yün çoraplarımı güç bela bavula tıkıştırdım. Sıcak bir haziran sabahı gittiğim havaalanında, herkesin yan gözle beni süzdüğünü fark ettim. Ayağımda kışlık botlar, omzumda kışlık bir kazak, üstümde kalın bir pantolon ile yarı soyunuk insanların arasından hemen sıyrılıyordum.
Yolum aktarmalar yüzünden epey uzamıştı. İstanbul, Kopenhag, Oslo, Tromso. Üst baş aramaları artık iyice bıktırmaya başlamıştı. Ayakkabı, kemer, gözlük, cüzdan, içinden maden geçen her şeyin çıkarılması gerekiyordu. Benim sırt çantam da bir belaydı. İçinde objektifler ve fotoğraf makineleri olduğu için mutlaka didik didik aranıyordu. Çıkarttıklarımı tekrar takmaktan ve her seferinde çantamı yeniden doldurmaktan yorgun düşmüştüm adeta.
Tromso’ya vardığımda saat 20.00 olmuştu. Denizin kıyısındaki küçük havaalanında, birkaç görevli dışında kimsecikler yoktu. Para bozdurabilmek için sağa sola koşuşturdum. Gayretlerim nafileydi. Küçük bir dükkan haricinde her yer kapanmıştı. Ağzından kerpetenle laf alabildiğim görevli, dükkanda para bozdurabileceğimi söyledi. Ben de bir kutu çiklet alıp, 100 doları bozdurdum (1 dolar= 8.91 Norveç kronu). Dışarı çıktığımda yüzüme kuru bir soğuk çarptı. Gökyüzünde güneşin pırıl pırıl parlamasına rağmen ayaz iliklerime işliyordu. Kalacağım Scandic Otel havaalanının hemen arkasındaydı. Elimde bavulum olmasa 10 dakikada yürürdüm. Bu kadar kısa mesafe için taksiye 25 dolar ödemek zorunda kalmak içimi acıttı. Böylelikle Norveç’te taksilerin çok pahalı olduğunu öğrenmiş oldum. DENİZDEN GELEN PETROL
Odamın penceresi 4 camlı ve yaklaşık 10 cm. kalınlığındaydı. Bu, kışın ne kadar acımasız olduğunun ilk işaretiydi. Perdeler ise iki kalın kattan oluşuyordu. Bu da gece yarısı güneşi için alınmış bir önlemdi. Pencereyi açıp, soğuk kutup havasının içeri girmesine izin verdim. Uzaklarda karlı dağlar ve kara bir deniz görünüyordu. Kesik kesik öten bir kuşun sesinden başka hiçbir ses duyulmuyordu. Garip bir sessizlik vardı. Birden kendimi çok uzaklarda, yapayalnız, kaybolmuş hissettim. Saat 21.30 olmuştu ama güneş hálá tepede inatla ışıldıyordu.
Kazağımın üstüne polarımı giyip, sessiz sokakların arasından kent merkezine doğru yürüdüm. İki-üç katlı ahşap evler rengarenk boyanmıştı. Sanırım karanlık, gri kış günlerinin kasvetini kırmak için renklerden medet ummuşlardı. Hakim renk vişne çürüğü idi. Pencereler, tüller ve çiçeklerle süslenmişti. Bu arka sokaklar bile ülkenin zenginliği hakkında ipuçlarını sergiliyordu. 4.513.000 kişinin yaşadığı (Haziran 2001 sayımı) ülke, sadece Kutup denizinden çıkan petrolden yılda 33 milyar dolar kazanıyordu. Kişi başına düşen milli gelir 30 bin doları buluyordu. Buna karşılık dünyada en yüksek vergiyi Norveçliler ödüyordu. Refah toplumu olmak yaşam süresini de etkilemişti. Ülkede erkeklerin yaş ortalaması 76’yı, kadınların ise 81.5’i buluyordu. Ayrıca Norveç dünyanın en tenha köşelerinden biriydi. Burada kilometre kareye sadece 11.7 kişi düşüyordu.
Kentin merkezine vardığımda yolların neden boş olduğunu anladım. Neredeyse bütün şehir barlara doluşmuştu. İçerde yer kalmamış, ellerinde kadehlerle insanlar kapı önlerine taşmıştı. Denizin kıyısındaki bir barda, kalabalıkları yarıp bir Aquavit aldım. Daha sonra terasa konmuş ısıtıcının altında, bir yandan çevredekileri, bir yandan karşıdaki karlı dağı seyretmeye daldım. Bir ara saate baktığımda, vaktin gece yarısını çoktan geçtiğini gördüm. Hayatımda ilk defa böylesine aydınlık bir gece yarısı yaşıyordum. Güneş pırıl pırıl parlamayı sürdürüyor, çocuklar koşuşturuyor, insanlar duvarlara oturmuş içkilerini yudumluyor, kimileri de rıhtımda balık tutmaya çalışıyordu. Gördüklerim bir gece manzarasından daha çok, öğleden sonra görüntülerine benziyordu. Şaşırdım kaldım.
Otele döndüğümde saat 02.00 olmuştu. Pencerenin önüne oturup, güneşi izlemeyi sürdürdüm. Saat 05.00’e doğru gücüm tükendi. Güneş hálá parıldıyordu. Kalın perdeleri çektim ama ışığın içeri girmesini önleyemedim. Ama öylesine yorulmuştum ki, gece yarısı güneşi bile sızıp kalmama engel olamadı.