Tromso’da güneş hiç batmıyordu. Bir zaman karmaşası içindeydim. Yaşamımda hiç yapmadığım şeyleri yapıyordum: Gece yarısı sığınacak gölgelik bir yer arıyor, yine çoktan uyumam gereken saatte güneşin altında yüzümü yakmaya çalışıyordum. Günün hangi anını yaşadığımı saate bakarak çıkartabiliyordum.
Gece yarısı güneşini görmek için gittiğim Norveç’in kuzeyindeki Tromso kentinde ilk gece, güneşi seyretmekten ancak sabaha karşı uyuyabilmiştim. 3-4 saat deliksiz bir uykudan sonra, yataktan sökülürcesine kalkabildim. Aslında iyice dinlenmem gerektiğini biliyordum. Gece yarısı katılacağım maraton için enerjiye ihtiyacım vardı. Ama dün geceden beri seyrettiğim güneş, penceremden sızıp beni uyandırmış, dışarıya davet etmişti.
Bir acele giyindim. Bir acele dediysem 15-20 dakika sürdü. Çünkü bu bir kış giyinmesiydi. Yün pantolon, yün fanila, üstüne kalın bir gömlek, kışlık botlar... Otelin içi çok sıcak olduğu için polarımı omuzuma attım, çantama da yün beremi ve eldivenlerimi tıkıştırdım. Yaşamımda haziran ayının sonunda hiç böylesine sıkı giyinmemiştim. Kahvaltı salonunda sessiz bir faaliyet vardı. Sadece tabaklara çarpan çatal ve bıçakların sesi duyuluyordu. Çoğu kırmızı yanaklı olan bu insanların bazılarının, akşamki maratonda bana rakip olacaklarını biliyordum.
Norveçlilerin kahvaltıda bol tereyağı sürülmüş birkaç dilim ekmek, kayısı kıvamında yumurta, peynir, domates, salatalık, reçel, ringa balığı turşusu yediklerini öğrenmiştim. Ben de aynı kahvaltıyı yaptım. Sadece ringa turşusunu es geçtim. Oldum olası balıkla sabah kahvaltısını yan yana getiremiyordum. Kahverengi renkli tatlı keçi peynirine ise -Gudbrandsdalsost- bayıldım. Ondan kestiğim kalın dilimleri, Norveçlilerin peksimeti andıran ünlü yassı ekmeğine -Flatbroad- katık ettim. Enerjiye ihtiyacım var bahanesiyle tabağımı iki kere doldurdum. Ardından de koyu bir kahve içince, kendimi maratona hazır hissettim. Oysa daha gece yarısına kadar vaktim vardı.
Dışarıya çıkınca, karşıdaki karlı dağdan kopup gelen soğuk rüzgarla sarmaş dolaş oldum. Günlerden cumartesiydi ve çevrede çıt çıkmıyordu. Sessizlik, soğuk kuzeyin sesiydi sanki. Sadece bir gece önce sesini dinlediğim kuş, bıkmadan usanmadan ötüşünü sürdürüyordu. Tek başınaydı sanki. Çünkü başka kuşlar ona cevap yetiştirmiyordu. Yine mahalle aralarından, tüllü çiçekli pencerelere baka baka kentin merkezine doğru yürüdüm.
KİTAPÇIDA HÜRRİYET
Önce turizm merkezine gidip maraton için kayıt yaptırdım. Maraton üç kategoriye ayrılmıştı: Büyük maraton (42 km), kısa maraton (10 km), mini maraton (4.2 km). Tabii ki ben mini maratona yazıldım. Kuyruktaki rakiplerime bakınca biraz moralim bozuldu. Hepsinin yüzünden kan ve enerji damlıyordu. Maraton için İtalya’dan gelen kadınlı erkekli gurup, şen şakrak kahkahaları, aceleci cümleleri ile kentin sessizliğini bozuyordu. Kaçta, nerede olacağımı öğrendikten sonra Tromso’nun tek caddesi olan Storgata’da aylak aylak dolaşmaya başladım.
Biraz sonra yanımdan bir gurup geçti. Kimi keşiş, kimi rahibe, kimi okul çocuğu, kimi cadı kılığına girmiş yürüyüşçüler, çevreye el sallayarak meydana doğru ilerlediler. Önce bir kitapçıya daldım. Niyetim koleksiyonum için bir Norveç yemekleri kitabı almaktı. Girişteki gazete sergisinde gözüme tanıdık bir isim çarptı: Hürriyet. Dünyanın tepesine yakın küçücük bir kentte Hürriyet’le karşılaşmak, beni hem şaşırttı hem de gururlandırdı. Hürriyet satıldığına göre burada Türkler de yaşıyordu. Bu yargıya varınca nedense heyecanlandım.
Kitapçıdaki kalabalık, Norveç’in kültüre olan düşkünlüğünü sergiliyordu. Nitekim edindiğim bilgilere göre, üçte ikisi yerli yazarlara ait olmak üzere yılda tam 5 bin yeni kitap basılıyordu. Devletin, kamu ve kütüphaneler için yılda 24 milyon kitap satın aldığını öğrenince, bu ülke insanlarını kıskandım. Topraklarının büyük bölümü buzlarla kaplı olan ve nüfusu İstanbul’un yarısını ancak bulan bu ülkenin, Nobel ödüllü Knut Hamson, Henrik İbsen gibi yazarlar, Edvard Grieg gibi besteciler yetiştirmesini de kıskanmaktan kendimi alıkoyamadım.
Güneş, kente ayak bastığım andan beri hep aynı yerde duruyordu. İki günden beri sürekli aydınlığı yaşıyordum. Kentin meydanına doğru ilerledikçe cadde daha da kalabalıklaştı. Biraz ileride yaşlı dört kadının, yaşlı iki çalgıcı eşliğinde söyledikleri şarkıları dinledim. Sonra limandaki kayık yarışını izledim.
KUTUP IŞIKLARI
Tromso’ya, kimi ‘Kutuplara Açılan Kapı’ kimi de ‘Kuzeyin Parisi’ diyordu. Kentte her 21 Haziran’da, Gece Yarısı Güneşi’ni selamlamak için çeşitli etkinlikler düzenleniyor, Norveç’in ve dünyanın dört bir yanından gelenler, hep tepede duran güneşin altında, bitmek bilmeyen günün keyfini çıkartıyorlardı.
Deniz kıyısındaki bir kahveye girdim. Isıtıcıya yakın bir masaya oturdum. Soğuk bir bira ısmarladım. Biraz sonra yan iskemleye genç bir kadın oturdu. O da bira istedi. Söze ilk o başladı:
-Maraton için mi geldiniz?..
Tipimde hiç maratoncu havası yoktu ama soru hoşuma gitmişti. Demek ki fiziğim yerli yerindeydi!..
-Nereden anladınız?
-Bu aylarda yabancılar hep maraton için gelir de!..
Bir anda tüm havam boşalıverdi!.. Maratondan başlayıp Tromso’daki yaşamı konuşmaya başladık. Ona göre kış ve karanlık günler geçmek bilmiyordu. Sürekli gece dayanılır gibi değildi. Bir tek ilginç olan, kuzeyden yansıyan kutup ışıklarıydı. Uzun çubuklar halindeki rengarenk ışıklar gökyüzünü süslüyordu. Bunları görmeye gelen yabancılar en fazla iki gün dayanabiliyor, sonra hemen kaçıyorlardı. Karanlık günlerin tek dostu sert Aquavit’ti. Bu içki sayesinde kasvetli karanlık, biraz daha çekilir hale geliyordu. Birleşmiş Milletler tarafından dört yıldan beri ‘Dünyanın yaşanacak en iyi ülkesi’ seçilen Norveç’in kuzeyinde yaşayanlar, onca paraya ve refaha rağmen mutsuz, karamsar, intihara meyilli ve alkol batağındaydı. Bunun tek nedeni kışın yüzünü bir türlü göstermeyen güneşti.
Genç kadından izin isteyip kahveden ayrıldım. Akşama kadar aylak aylak dolaşıp, otele döndüm. Bir süre dinlendikten sonra, eşofmanımı giyip maratonun başlangıç noktasına gittim. Her ülkeden, her yaştan insan sabırsız bir halde ısınma hareketleri yapıyordu. Ben de onlara uydum, durduğum yerde çeşitli hareketler yaparak kaslarımı gevşettim.
MARATONDAN KAÇIŞ
Kuru sıkı tabanca tam gece yarısında patladı. İlk metrelerde gurubun önünde koşuyordum. İlk dönemeçten itibaren diğer koşucular beni geçmeye başladı. İlk 500 metreyi gösteren tabelanın önünden geçerken, en sondaki birkaç kişiden biri olduğumu gördüm. Birinci kilometreye yaklaşırken soluk soluğa kalmıştım. Yaşamımda ilk kez gece yarısı koşuyordum. Bu saatlerde genellikle rahat yatağında uyumaya alışmış olan vücudum, bu işkenceye tepki göstermeye başlamıştı. 1500’üncü metrede çaktırmadan maratonu terk ettim. Etmeseydim, bir körük gibi inip kalkan ciğerlerim beni terk edecekti. Önde öylesine çok koşucu vardı ki, benim yokluğumun kimse farkına varmaz diye düşündüm.
Bir bahçe duvarına oturup, nefesimin normale dönmesini bekledim. Sonra arka sokaklardan gerisin geriye deniz kıyısına döndüm. Skarven adlı kahvede gölgelik bir yer bakındım. Kolumdaki saat 01.30’u gösteriyordu. Yani gece yarısını geçeli çok olmuştu ve ben yine yaşamımda bir ilke daha imza atıp, gece yarısı sığınacak bir gölgelik arıyordum. İki günden beri sürekli gündüzü yaşamama rağmen, hala bazı şeylere alışamamıştım. Saat kaçı gösterirse göstersin, ben güneşin pırıl pırıl parladığı bir ana gece yarısı diyemiyordum.
Kalabalıkları yarıp bara yaklaştım. Karnım acıkmıştı. Sütlü bir kahve ile gözlemeye benzeyen bir puding aldım. Tadı elmalı turtayı andırıyordu. Garson yediğim tatlının, ‘First milk porridge -ilk süt lapası’ olduğunu söyledi. Koyunun doğum yapmasının ardından sağılan ilk sütten yapılıyormuş. Tadı damağımda kaldı.
Sessiz kuzeyin gürültülü kahvesinde zamanın akışına kendimi terk ettim. Saat sabaha karşı 04.00 olmuştu ama hiç uykum gelmemişti. Zaten ertesi gün pazar olduğu için kimsenin eve gitmeye niyeti yoktu. Kahvenin deniz kıyısındaki bahçesine geçtim. Birkaç kişi şezlonglara uzanmış güneşleniyordu. Ben de kendimi bir şezlonga atıp yüzümü yakmaya çalıştım. Bir ara içim geçmiş. Gözlerimi açtığımda saatin 05.00’i gösterdiğini gördüm. Gidip yatmam lazımdı. Batmayan güneş enerjimi iyiden iyiye tüketmişti. Sürüklenerek otelime gittim. Odamda perdeleri iyice çektim. Uyku maskesini takıp, eşofmanla yatağın üstüne devrildim.
Haftaya maceranın sonu: Cennet fiyortlar, Aquavit’in öyküsü, Viking kenti Trontheim...