Tanrı Norveç’ten sıcağı ve güneşi esirgemişti ama buna karşılık, insanın seyretmeye doyamadığı fiyortları vermişti. Ülkenin kıyı sahillerinde gezinirken kendimi bir tablonun içinde yolculuk ediyor sandım.
Üç günden beri Norveç’in kuzeyindeki Tromso kentindeydim ve üstüme bir halsizlik çökmüştü. 24 saat inatla gökyüzünden ayrılmayan güneş yüzünden zamanı karıştırmış, birkaç saatlik uykularla yetinmek zorunda kalmıştım. Ne gözüme taktığım uyku maskesi ne de iki katlı kalın perde güneş ışığını engelleyebiliyordu. Güneşi tepede gören vücudum da yatağa girmekte direniyordu. Ben bir hafta sonra geri dönecek ve yıldızlı gecelere tekrar kavuşacaktım. İki ay boyunca daha sürekli güneş görmek zorunda olanlar ne yapacaklardı, nasıl dayanacaklardı acaba? Geceli gündüzlü günlerde yaşamanın daha keyifli olduğunu Tromso’da anladım.
Ertesi sabah bir acele bavulumu topladım. Tromso’dan ayrılıp, fiyort fiyort biraz daha kuzeye çıkacak, oradan bineceğim feribotla yine fiyort fiyort ülkenin ortasındaki üçüncü büyük kent Trontheim’a gidecektim... İki tane ringalı sandviç ile bir şişe su alıp otobüse bindim. Manzarayı en iyi göreceğini sandığım pencere kenarındaki koltuğa oturup, hareket saatini beklemeye koyuldum.
Otobüs deniz kıyısına paralel giden yoldan kuzeye doğru ilerlemeye başladı. Biraz sonra Tromso bitti ve çevreye bir yalnızlık görüntüsü çöktü. Pamuk pamuk uçuşan bulutlar yere öylesine yakın duruyorlardı ki, elimi pencereden uzatsam sanki tutabilirdim onları. Dağlardan aşağı küçük şelaleler dökülüyordu. Bu şelaleler zirvede eriyen karları, onca yükseklikten düşe düşe kendileri gibi küçük derelere taşıyor, derelerde bu buz gibi suları fiyortlarda denizle buluşturuyorlardı. Şelalelerin sesini duyamıyordum ama tahmin edebiliyordum. Sessizliği yırtan şırıltılardı onlar.
Fagernes’i geçtikten sonra doğa daha da yalnızlaştı. Otobüs bir tablonun içinde ilerliyordu adeta. Svensby’da karşıya geçmek için küçük bir feribota bindik. Çevreye kuzeyin sessizliği hakimdi. Bir tek, fiyortun yırtılan suyunun hışırtısı duyuluyordu. Beyaz bulut kümeleri mavi gökyüzüne çok yakışmıştı. Dayanıklı küçük tekneleriyle denize açılan balıkçılar, kim bilir hangi balığa olta sallıyorlardı. Hiçbir görüntüyü kaçırmak istemiyordum.
KIYIDAKİ KARAVAN
Feribot, kırmızı damlı evlerin çoğunlukta olduğu Lyngseidet’e yanaştı. Otobüs tekrar kıyı kıyı yoluna devam etti. Tepeleri karlı dağların etekleri ormanlarla süslenmişti. Seçebildiğim kadarı ile kayın, ladin, çam, meşe, dişbudak, karaağaç, akağaç çoğunluktaydı. Hepsinin Kutup’a dönük yüzleri yeşil yosunla boyanmıştı. Denizle kara, Norveç fiyortlarında birbirlerine çok yakışmışlardı. Bu iki güzelin birleşmesi, fiyortlara olağanüstü bir görünüm katmıştı. Fiyortlar kuzeyin soğuk cennetleriydi. Tanrı Norveç’ten güneşi, ışığı ve sıcağı esirgemişti ama bunların karşılığında fiyortları vermişti.
Akşama doğru feribotun kalkacağı Olderdalen’e vardık. 6 katlı koca gemi fiyortları dolaşa dolaşa güneydeki Bergen kentine kadar inecekti. Çantamı yüklenip asansörle en üst kata çıktım. Rüzgar almayan bir kuytu bulup, şezlongu oraya çektim. Bir koşu bara gidip bir duble Aquavit aldım ve geminin rıhtımdan ayrılmasını beklemeye koyuldum. Sırası gelmişken kuzeyin özel içkisi Aquavit’i biraz anlatmam gerek.
Aquavit, patatesten damıtılan alkolle yapılıyor. İçine tat ve renk versin diye, bir takım otlar ve baharatlar konuluyor. En baskın baharat ise bir çeşit kimyon. Alkol derecesi 42 ile 45 arasında değişiyor. Aquavit’in piyasaya sürülmeden önce ekvatoru iki kere geçmesi gerekiyor. ‘Hayat Suyu’ anlamına gelen Aquavit, bir dizi rastlantıyla oluşmuş bir içki. Öyküsü şöyle: 1850 yılında Norveçli bir içki üreticisi, damıttığı Aquavit’i Avustralya’ya götürmeye karar verir. Yanında çalışanlar içkiyi yanlışlıkla, içinde daha önce sherry -alkolle kuvvetlendirilmiş özel kırmızı şarap- saklanmış fıçılara doldururlar. Fıçılar Gymer adlı gemiye yüklenir. Sallantılı ve uzun bir yolculuktan sonra gemi Avustralya’ya varır. Ama içkilerin sahibi karaya ayak basmadan ölür. Kaptan fıçıları ne yapacağını şaşırır. Tekrar gerisin geriye Norveç’e götürüp, içki tüccarının yakınlarına teslim eder. Fıçıların tıpası açıldığında ortaya çıkan içki herkesi şaşırtır. Aquavit, uzun yolculuk sırasında sallana sallana fıçıya sinmiş olan sherryi içine çekmiş ve olgunlaşmıştır. Bu bambaşka bir içkidir artık. O gün bugündür Aquavitler aynı yolu izleyip, sherry fıçılarında ekvatoru iki kere geçerler. Bugün bu yolculuğu Wilhelm Wilhemsen şirketi düzenlemektedir. Şişelerin arka yüzündeki etikette, içkinin ekvatoru geçiş tarihleri ve yolculuk ettiği geminin adı yazılır.
VİKİNG KENTİNDE
Ben bu ‘gezgin içkiyi’ yudumlarken, feribot veda düdüğü çala çala limandan ayrıldı. O gece hep güvertedeydim. Çevreyi seyrediyor, balina görür müyüm diye bakınıyor, yanımızdan geçen gemilere el sallıyor, kutuptan kopup gelen rüzgarı kokluyordum. Sabaha kadar etrafa bakındım durdum. Bir yandan Aquavit diğer yandan fiyortların doyumsuz manzarası... Kolumdaki saat sabahı gösterirken göz kapaklarıma artık hakim olamıyordum. Şezlonga uzanıp, geminin battaniyesine sarıldım ve sızıp kaldım.
Uyandığımda fiyortlar, dantel dantel güzelliklerini sergilemeyi sürdürüyordu. Somonlu bir sandviç ve bir fincan koyu çayla -fincana iki poşet çay attım- ancak kendime gelebildim. Yolculuk 1,5 gün sürdü ve gemi Norveç’in üçüncü büyük kenti Trontheim’ın limanına halat attı.
‘İyi Yaşam Evi’ anlamına gelen Tondheim’de ayaklarıma karasular indi. Orada iki gün kalacaktım ve bu süre içinde kenti tanıma telaşındaydım. Önce Nidelva nehrinin denizle birleştiği yerdeki rengarenk binaları gezdim. Burası eski tersanelerdi. Daha sonra restore edilip restorana, kahveye ve bara dönüştürülmüştü. Aynı şekilde, bu renkli evlerin hemen arkasındaki Bakklandet semtindeki eski işçi evleri de onarılıp bar ve kahve yapılmıştı. 1070 yılında yapımına başlanan Nidaros Katedrali kentin en çok turist çeken bölümüydü. Viking Kralı St. Olav’ın mezarı Katedrale başka bir önem katıyordu.
Burada da güneş batmadığı için, iki günüm adeta dört gün olmuştu. Bazen meydanda bir kahvede etrafı seyredip, kent hakkında daha fazla ipucu yakamaya çalışıyordum. Bu çabamda başarılı da oluyordum. Örneğin, önümden geçen üç kadından birinin hamile olması, bana karanlık gecelerin ülke nüfusuna katkısı hakkında yeterli bilgiyi veriyordu.
Trontheim’da pizza ve burger kültürünün oldukça yaygın olduğunu da gözledim. Hemen her ülkenin yemeklerini sunan restoranlara rastlamak mümkündü ama, pizza ve burger satan yerlerin kapısında her zaman kuyruk vardı. Garibime bir de kollu kumar makineleri gitti. Alışveriş merkezlerinde, restoranlarda, havaalanında, otobüs terminalinde yani hemen her yerde, bu ‘tek kollu canavarlara’ rastlamak mümkündü. Hele kucağındaki küçük çocuğa, makinenin kolunu çektirmeye çalışan anneyi görmek beni iyiden iyiye hayrete düşürdü.
BALİNA BONFİLESİ
Buraya kadar anlattıklarım gördüklerimle ilgiliydi. Yazıyı noktalamadan önce biraz da yediklerimden bahsetmek istiyorum. Norveçlilerin kahvaltıda bol tereyağı sürülmüş ekmek, yumurta, peynir, domates, salatalık ve ringa balığı turşusu yediğini daha önce yazmıştım. Öğle yemeklerini ise çoğunlukla bir sandviç ile veya üstüne karides, sardalye, yumurta konmuş bir iki dilim ekmekle geçiştiriyorlardı. Esas gıdayı ise saat 16.00 ile 18.00 arası yedikleri akşam yemeğinde alıyorlardı. Günün tek sıcak yemeğinde et, balık veya makarna yiyorlardı. Sofrada mutlaka haşlanmış patates, sebzeler ve salata bulunuyordu.
Ben Norveç’te değişik tatların peşinde koştum. Örneğin balina bonfilesini çok sevdim. Koyu kırmızı rengi ve ciğere benzeyen bir dokusu olan bu özel eti, güzel bir şarabın yanına çok yakıştırdım. Rengeyiği pastırmasının, fok balığı bonfilesinin de tadına bakmayı ihmal etmedim. Ama gezi boyunca benim favorim, kuzeyin soğuk sularında tutulmuş vahşi somon balığı idi. Onun kırmızı etinin ızgarasına doyamadım. Bir de ‘Kral Yengeç’ in uzun bacaklarının... Norveç’te haşlanmış karides çekirdek gibi yeniyordu. Ben kolesterol korkusundan fazla rağbet etmedim ama, gözüm arkada kaldı. Norveç’in çingenepalamutu büyüklüğündeki yağlı uskumrularına da haksızlık etmemem gerek. Soğuk denizin prensesinin tadı, bu satırları yazarken bile hálá damağımda dolaşıp duruyordu.
Fiyatlara gelince; Norveç birçok ülke vatandaşı, özellikle bizim için çok pahalıydı. Yediğiniz, içtiğiniz, aldığınız her şeyin üstünde en az yüzde yirmi oranında KDV vardı. Ayrıca lokantalar da yanına yaklaşılacak gibi değildi. Bir kişi 70-80 Euro’dan aşağı çıkamıyordu. Aslında bu fiyatlar Norveçliler için pek fazla değildi. Çünkü onlar, Avrupa’nın en çok kazanan insanlarıydı. Fiyatlar onların kazancına göre ayarlandığı için, bizlere çok pahalı geliyordu.
Gittim, gördüm, şaşırdım ve döndüm. Sıra şimdi hiç aydınlanmayan gecelerde, kutup ışıklarını görmeye geldi. Onun için kışı bekliyorum. Gece yarısı güneşinin aydınlattığı cennet fiyortları size de öneririm.