Geçen hafta Pamukkale’de başlayan gezimi Afrodisias’ta sürdürdüm. Aşk Tanrıçası’nın kentinde antik yollarda yürüdüm.
Buldan’da kumaşların sırrını çözmeye çalıştım, nar ağaçlarının süslediği Güney kasabasında hem şarabın hem de nar gibi kızarmış kuzuların tadına baktım.
Yağmurun ninnisiyle uyuduğum Pamukkale Karahayıt’taki otelimde, güneşli bir güne uyandım. Bir gün önce tepeme yapışıp, beni terk etmeyen gri bulutlar, yeni günde insafa gelip biraz aralanmış, güneşe geçit vermişlerdi. Serçeler de cıvıl cıvıl ötüyordu. Yani havada tam bahar görüntüsü ve sesleri vardı. Vakit geçirmeden yola çıkmam gerektiğinin farkındaydım.
Afrodisias’a gidecektim. Roma döneminde bölgenin gözdesi olan Afrodisias kentine. Pamukkale’den oraya gitmek için iki yol vardı. Ben uzununu seçtim. Çünkü zaman benimdi. İstediğim gibi harcayabilirdim. İstersem öldürürdüm bile!.. Tavas’tan kırların arasına sapıp, Menderes Ovası’nın bereketine hayranlığımı suna suna antik kente vardım.
Geziye başlamadan önce meydandaki kahveye oturup, kent hakkındaki bilgilerimi gözden geçirmeye çalıştım: Afrodisias, Aşk Tanrıçası’nın kentiydi. Ama Afrodit burada kimlik değiştirmiş, aşk yerine doğurgan bir ana tanrıça görüntüsüne bürünmüştü. Bizanslı tarihçi Stephanus’a göre, Afrodisias’ın ilk adı Lelegonpolis’ti. Sonraları bu ad Megapolis, Asurluların işgalinden sonra da Kral Ninos’un adına ithafen Ninoi adını almıştı.
Kent esas önemini, Roma’nın Anadolu’daki egemenliği ile birlikte kazanmıştı. İÖ 39-35 yıllarında, İmparator Marcus Antonius kenti vergiden muaf tutmuştu. Bu, Roma’nın ender tanıdığı ayrıcalıklardan biriydi. Bu ayrıcalığın nedenini tarihçiler şöyle açıklıyorlardı: Afrodit Tapınağı yapıldıktan sonra kent, Anadolu’nun eski bereket tanrıçasından ziyade Yunan Aşk Tanrıçası ile özdeşleştirilmeye başlandı. Latince Venüs adı verilen Afrodit’le bu özdeşleşme, Roma’nın Anadolu’daki egemenliği ile birlikte daha da önem kazandı. Çünkü Aşk Tanrıçası, Roma’nın efsanevi kurucusu Aineias’ın annesiydi. Kendilerinin bu Aineias’ın soyundan geldiğine inanan Roma imparatorları, Afrodit ile akraba olduklarını öne sürerlerdi. Bu nedenle de bu kente birçok ayrıcalık tanımışlardı. Hatta ilk Roma İmparatoru Augustus, kent hakkında şunları söylemişti: ‘Tüm Asya’da kendime seçtiğim tek kent Afrodisias’tır.’
ANTİK ÇAĞDA GEZİNTİ
Kenti gezmeye antik tiyatrodan başladım. Yapımı İÖ I. yüzyıla dayanan tiyatronun, Anadolu tiyatroları arasında çok önemli bir yeri vardı. Onun hemen yanında, sahnenin arka bölümündeki, etrafı sütunlarla çevrili pazar yerini kuşbakışı seyrettim. O dönemdeki alışverişin nasıl yapıldığını hayal etmeye çalıştım. Tiyatro’dan sonra, yüzlerce kurbağanın vıraklaması eşliğinde Tiberius Portikos denen, dört tarafı sütunlarla süslenmiş görkemli havuzu geçip, gymnasiumu, agorayı dolaşıp, Hadrian Hamamı’na vardım. Görkemini hálá sergileyen binanın, yosun tutmuş devrik sütunlarından birine oturup, asırlık taşların soğukluğunda soluklandım.
Daha sonra Odeon’un basamaklarında çepeçevre yürüdüm, oradan kentin kalbinin attığı yere, Afrodit Tapınağı’na geçtim. Hayallerimden sıyrılmayı becerince, Filozoflar Evi’nin kıyısından kıvrılıp, gelinciklerin süslediği bir kır patikasından stadyuma doğru ilerledim. Duvarın üstüne tırmanınca, muhteşem eseri tüm heybetiyle karşımda gördüm. 269 metre uzunluğunda, 59 metre genişliğindeki bu yapı, 30 bin seyirci alabiliyordu. O devirde Anadolu kentleri oyunlar düzenleyebilmek için Roma’dan onay almak zorundaydılar ve Afrodisias bu onayı almış ayrıcalıklı bir kentti. Bu nedenle stadyumda şenlikler, yarışmalar düzenlenebiliyordu. (Kaynak: Arkeolog Orhan Atvur- Prof. Dr. Kenan Erim’in yardımcılarından).
Antik çağdaki gezimi Tetrapylon’da bitirdim. Burası gösteri ve şükran alaylarının toplandığı muhteşem bir anıttı. Kendisini bu kazılara adayan, Afrodisias kentinin gün yüzüne çıkmasını sağlayan ve kazı sırasında da ölen Prof. Kenan Erim’in mezarı, bu anıtın hemen yanıbaşındaydı. Yalnız üstünde yabancı dilden herhangi bir açıklama olmadığı için, turistler bu mezarın kime ait olduğunu anlamakta güçlük çekiyorlardı.
ÜNLÜ HEYKELTIRAŞLAR
Sıra müzeye geldi. Burada kazılarda bulunan irili ufaklı heykeller ve diğer eşyalar sergileniyordu. Özellikle heykeller çok etkileyiciydi. Heykel yapımı Afrodisias’ta epey gelişmişti. Bunun nedeni, Bergama Krallığı’ndan kaçıp bu kente sığınan ünlü heykeltıraşlardı. Onların bu kenti tercih etmelerinin en büyük nedeni de, bugün bile hálá çalışan civardaki mermer ocaklarıydı. Afrodisias Heykel Okulu’nda, İÖ I. yüzyıl ile İS VI. yüzyıl arasında önemli miktarda heykel üretilmişti.
Aralıksız üç saatten beri yürüyor ve hayal kuruyordum. Yorulmuştum. Geziye başlamadan önce oturduğum kahveye gidip, gördüklerimi ve hayallerimi hazmetmeye çalıştım. Aklıma bir soru takılmıştı: Kentin kurulmasını sağlayan, birçok önemli eseri kendi parası ile yaptıran, vergiden muaf kalmasını sağlayan kişi Zoilos adlı eski bir köleydi. İmparator Sezar ve Augustos’un azatlı kölesi, bu kadar parayı nereden bulmuştu?.. Veya Roma imparatorlarıyla ilişkisi ne düzeydeydi ki, hem kölelikten kurtulmuş, hem de çuval çuval para ile ülkesine dönmüştü?.. Düşündüm, düşündüm bu sorulara yanıt bulamadım.
Afrodisias gezimi bitirip, Buldan’a doğru direksiyon kırdım. Dandalos Vadisi’ni geçip, Morsynos Ovası’ndan akıp gittim. Karacasu ile Esençay köyü arasında Doyurum adındaki restorana gözüm takıldı. İştah açıcı ve temiz bir görünümü vardı. Ama midemin isyanına kulak asmadan yola devam edip Buldan’a vardım. Buldan bölgenin tekstil başkenti idi. ‘Buldan Bezi’nin şöhreti bütün Türkiye’ye hatta Avrupa’ya bile yayılmıştı. İtalya’nın büyük dekorasyon firmaları ev tekstilinin büyük bir bölümünü burada yaptırıyorlardı.
TAHİNLİ BULDAN PİDESİ
Önce dükkanların sıra sıra dizildiği 14 Mayıs Caddesi’nde bir aşağı bir yukarı yürüdüm. Kumaşlara dokundum, Buldan’ın ünlü havlularını okşadım. Sonra beni tanıyan okurum Ufuk Bilgi’nin dükkanına girip, bir çay içimi sürede el tezgahında kumaşın nasıl dokunduğunu izledim. Ufuk Bilgi, bir Buldan hayranıydı. O ve arkadaşları, tekstil işini daha da ilerilere götürmek için birçok proje üretiyorlardı. Projeleri sadece tekstille sınırlı değildi. Buldan’ın eski binalarını kurtarmak için de kolları sıvamışlardı. Bu konuları ‘Buldan Yemek Festivali’ dönüşünde daha etraflıca anlatacağım.
Midemin isyanına daha fazla karşı koyamayınca, caddenin başlangıcındaki pidecide soluğu aldım. Ne yiyeceğimi düşünürken yan masadaki bir başka okurum imdadıma yetişip, tahinli pide ısmarlamamı önerdi. Öyle yaptım. Sıcak pidenin üstüne toz şeker koydurmadım. Gerçekten lezzetliydi ama bitirmekte zorlandım. Yemekten sonra arabama binip, kıvrıla kıvrıla giden bir yoldan Buldan’ın yaslandığı dağın zirvesine tırmandım. Süleymanlı Köyü’nün yanındaki krater gölünün kıyısındaki çimenlere uzanıp, sessizliğin ve güneşin tadını çıkardım. Sonra bir telaş Pamukkale’ye doğru gaza bastım. Niyetim bir gün önce yağmur yüzünden çekemediğim fotoğrafları çekmekti.
Hierapolis’e vardığımda güneş ışıklarını yumuşatmıştı. Kalıntıların taşları, sütunları akşam güneşiyle oksit sarıya boyanmışlardı. Servilerin gölgeleri bir servi boyundan daha da uzamıştı. Güneş karşı dağın tepesine gelip, batışa hazırlanınca ben de Menderes Ovası’nı gören bir duvarın üstüne oturdum. Bir süre sonra travertenlerin üstündeki küçük havuzcukların suları menekşeye boyandı, ovanın üstüne pus çöktü, uzaklarda ışıklar ateşböceği gibi göz kırpmaya başladı. Düşlediğim an gelmişti. Çantamdan mataramı çıkartıp, içindeki malt eşliğinde karanlık çökünceye kadar bu büyülü anın tadına baktım.
KASABADAKİ ŞARAPHANE
Ertesi gün Şarap Dostları Derneği üyeleriyle buluşup, Pamukkale Şarapçılığın Güney kasabasındaki tesislere gittim. Bu küçük ölçekli şarabevi modern aletlerle donatılmıştı. Yani Fransa’daki en gelişmiş şaraphanede ne varsa burada da aynıları mevcuttu. Kardeşleri adına şirketi yöneten Yasin Tokat, kaliteli şarap üretmek için yaptıklarını anlattı. Kasabanın yakınında aldıkları 100 dönüm bağda dünyanın en kaliteli üzümlerini yetiştireceklerini, bu bağın ortasına da Fransa’da olduğu gibi ‘Pamukkale Şatosu’nu kuracaklarını açıkladı. Sonra daha piyasaya vermedikleri birbirinden lezzetli şarapları tattırdı.
Anadolu’nun ‘kuş uçmaz kervan geçmez’ bir yöresinde, yaklaşık 30 yıldan beri şarap üretmek için gayret sarf eden Yasin ailesini kutladım. Çünkü şaraba uzak, şarap kültüründen habersiz, şarabın haram bilindiği bir ülkede bu işin ne kadar zor olduğunun farkındaydım.
Fabrika gezisinden sonra Şelale’de, cenneti andıran bir mekánda hazırlanan öğle yemeğine geçtik. Biz oraya vardığımızda, ateşin üstünde dönüp duran iki kuzu nar gibi kızarmıştı. İki köylü kadın bir köşede kapama yapıyordu. Kapama bir çeşit gözlemeydi. Büyükçe açılan yufkanın yarısına ıspanak, taze soğan karışımı döşeniyor, bunun üstü yufkanın diğer yarısı ile örtülüp sacın üstünde pişiriliyordu. Ben önce kapamanın önünde kuyruğa girdim. Sonra tabağımı kuzu etiyle doldurup masadaki yerimi aldım. Denizli’nin ‘Yanık Yoğurdu’ meşhurdur. Sütün altı tutturulduktan sonra mayalanıp yoğurt yapılır. Yerken burnunuza ve damağınıza is kokusu gelir. Ben bu yoğurda bayılırım. Önüme bir tabak alıp, kaşık kaşık yoğurda doydum. Bir de Yasin Tokat’ın bizim için yaptırdığı taze keçi peyniri vardı. Onu da domatesle birlikte ekmek arası yapıp bir güzel yedim. Tüm bunlara bir de şarap eklenince, Şelale’deki kır yemeği adeta bir şölene dönüştü. Lezzetten adeta damağım çatladı.
Üç günlük tarih, yemek ve şarap kaçamağı bahar ve yaz gezileri için iyi bir başlangıç olmuştu. Kırmızı Katır’ımla İstanbul’a dönerken yüreğimin bir sevinç yumağına dönüştüğünü hissettim.