2 Ekim 2005
Bu sefer bağbozumunu bahane ederek yola düştüm. Hedefimde Bozcaada vardı. Adaya ilk defa gidiyorsanız Bozcaada’ya giden yolu kolay kolay bitiremezseniz. Çünkü yol üstündeki sapaklar dümdüz ilerlemenizi engeller. Sizi alır tarihin çeşitli dönemlerine götürür. Bu yıl bağbozumu için Bozcaada’yı gözüme kestirmiştim. Bu mevsimde ada bağlarının daha romantik görüntüler sunacağını düşünmüştüm nedense. Aslında aklımın bir yerinde de, Saros’taki muhteşem Sarafin bağları vardı. Eylülün bir sabahında, güneş yüzünü göstermeden yola çıktım. Silivri-Tekirdağ arasındaki yazlıkların çoğu kapılarını kilitleyip, tatille vedalaşmışlardı bile. Daha 15 gün önce tampon tampona gidilen yollar boşalmış, sürücüleri tahrik eden yarış pistine dönüşmüştü. Kepenkleri, perdeleri kapalı yazlık siteleri, köfte kokusu sinmiş Tekirdağ’ı hızla geçip, Trakya’nın sararmış, bozarmış tarlalarının arasından Bozcaada’ya doğru akıp gittim. Giderken de yol yalnızlığından olacak aklımı ‘boz’ kelimesine taktım.
Sözlüklere bakarsanız, ‘boz’un karşısında yazanlar pek iç açıcı şeyler değildir. Genellikle üstünde ot bitmeyen topraklar diye tarif edilir. Rengi kahverenginin tonlarıdır. Görüntü yoksulluğu çağrıştırır. Göz alabildiğine uzanan sessiz bozkırlar, bana Orta Asya’yı anımsatır. O zaman içime bir dinginlik, bir huzur dolar. Rüzgarın sesinde, kokusunda bile yalnızlık ve hüzün vardır. Bozkırları düşününce aklıma başı boş atlar, işlemeli çadırlar, nereden estiği belli olmayan rüzgarlar, gündüzün sıcağı, gecenin soğuğu, rüzgarda sürüklenen diken topları gelir. Onun için boz rengi, boz dağı, bozkırı, boz ayıyı, bozarmış yaprakları ve bozkırın müziği bozlağı çok severim.
Boz düşüncelerle uğraşırken önüme Gelibolu tabelası çıktı. Ani bir kararla direksiyonu kırıp, adını duydukça hep sardalye balığını hatırladığım Gelibolu’ya saptım. Sardalye çağrışımı, buranın ünlü sardalye konservelerinden kaynaklanıyordu sanırım. Özellikle ‘Kız Marka’ konserve denince aklıma gelen ilk şey Gelibolu kelimesi oluyordu.
TARİH VE BEREKET
Arabalı vapuru beklemeden, balıkçı motorundan bozma tekne ile karşı yakadaki Lapseki’ye geçtim. Tatilciler elini eteğini çektiği için yol tenhaydı. Çanakkale’nin çevresinden dolaşıp, çam ormanlarının arasından, çam kokan havayı soluya soluya yoluma devam ettim. Aslında bu rota öyle kolay kolay bitecek gibi değildir. İkide bir önünüze çıkan sapaklar dümdüz ilerlemenizi engeller. Sizi alır, tarihin bir başka bölümüne götürür. Örneğin İntepe’ye saparsanız, içinde Anadolu’nun ilk ulusal kahramanı Hektor’un mezarının bulunduğu öne sürülen tümülüsü görebilirsiniz. Homeros, İlyada Destanı’nda bu tümülüsün oluşturulmasını şöyle anlatır: ‘Kemikleri alıp koydular bir altın kupaya/ erguvan rengi yumuşak örtülerle sardılar kutuyu/ sarar sarmaz indirdiler derin bir çukura/ ekli kocaman taşlarla ördüler üstünü/ sonra bir mezar tümseği yapmaya başladılar/ bir mezar toprağı olunca toprak kabara kabara/ gerisin döndü hepsi şehre/ toplanıp bir güzel kutladılar çok ünlü şöleni...’
İntepe’ye sapmadan yola devam ettiğinizde ise bu kez önünüze Troya sapağı çıkar. Burada da dünya alemin bildiği Troya kentinin harabeleri vardır. Hisarlık tepeciğinden tüm bereketli ova görünür, insanı heyecanlandırır. Antik kenti ilk bulan arkeologlardan Heinrich Schliemann, güncesine bu tepecik hakkında şunları yazmıştır: ‘Burası Homeros’un İlion hakkındaki tasvirlerine tamamen uyuyor. Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim, insan Troya ovasına adım atar atmaz Hisarlık’taki güzel tepenin manzarasına tutuluveriyor. Tepe doğa tarafından büyük bir şehri taşımak üzere tasarlanmış... Bölgede onunla kıyaslanabilecek başka bir yer yok.’
Eğer benim gibi bu sapaklardan daha önce sapmışsanız, yolunuza gönül rahatlığı ile devam edebilirsiniz. Eğer sapmamışsanız, ‘gelmişken görmeden gitmeyeyim’ ve ‘ya vapuru kaçırırsam?..’ ikilemi arasında sıkışıp kalırsınız. Aslında bu sapaklar bir sonraki vapura kalmaya değer görüntüler sunar. Benden söylemesi.
PEYNİRCİ EZİNE
Hedefe doğru ilerlemeyi sürdürüyordum. Çevredeki sararmış tarlalardan fışkıran bereket, toplanmış, paraya çevrilmiş bir soluk arası verilmişti. İnek ve koyun sürüleri hasattan arta kalanları süte ve ete dönüştürme çabasına girişmişti.
Troya ülkesi Troas’ın ana kenti peynirci Ezine’ye geldiğimde vakit öğleyi bulmuştu. Ezine’de Türkiye’nin en lezzetli beyaz peynirlerinin üretildiğini bilirsiniz sanırım. Buradan hiç elim boş geçmem. Arabanın bagajına mutlaka bir iki kutu, koyun-keçi karışımı, sadece keçi veya koyun-inek sütünden yapılmış beyaz peynirden atarım. Bu kez alışverişi dönüşe bıraktım.
İskeleye gidebilmek için Geyikli’ye giden yola saptım. Bu yol Alexandreia Troas harabelerinin bulunduğu alanın içinden geçer. Buradaki kalıntılar yüz yıllardan beri bir taş ocağı gibi kullanıldığı için, birkaç lahit dışında görülecek bir şey bulamazsınız. Aslında burası Helenistik çağda, bölgenin en kalabalık ve en zengin kentlerinden biriydi. Ege ile Anadolu arasındaki ticaret bu kentte şekillenirdi. İ.S 48 ve 53 yıllarında Aziz Paulus, Hıristiyan cemaatini ziyaret için bu kente gelmişti. Büyük Constantinus bir ara Bizans İmparatorluğu’nun başkentini buraya kaydırmayı düşünmüş ama, nedense daha sonra fikrini değiştirip Byzantion’u seçmişti.
Geçmişi böylesine görkemli olan harabelerin arasından geçip, önce Odunluk İskelesi’ne sonra Geyikli’deki yeni iskeleye gittim. Vapurun kalkmasına daha iki saat vardı ve karnım acıkmıştı. Arabayı bir hızla Dalyan köyüne sürdüm. Osman’ın yeri, bıraktığım gibi duruyordu. Ege’yi ve Bozcaada’yı gören rüzgarlı bir masaya oturdum. Osman’a sardalyeleri temizlemeden mangala koymasını, yanına da bol çoban salatası yapmasını istedim. Sardalye öylesine lezzetli pişmişti ki, yanında içtiğim bir bardak kötü şarap bile damağıma sıvazlanan tadı bozamadı.
Vapura arabadan çok yaya yolcu bindi. Yolcuların arasında darbukalı, klarnetli, kemanlı bir müzisyen grubu da vardı. Ya düğünde ya da bağbozumu şenliklerinde çalacaklardı anlaşılan. Onların kıvrak müzikleri sayesinde, 35 dakikalık yolculuğun nasıl geçtiğini anlamadım. Limana yaklaşırken bu ayda Bozcaada’nın iyice bozardığını fark ettim. Güneş, poyrazın serinliğine saklanıp, fark ettirmeden adayı yakıp kavurmuş, Anadolu’ya bakan yüzünü kahverengiye boyamıştı. Aslında bu aldatıcı bir görüntüydü.
ALDATICI GÖRÜNTÜLER
Adanın tutkunlarından biri olan Prof. Dr. Haluk Şahin, ‘Bozcaada Kitabı’nda bu aldatmayı şöyle anlatmıştı: ‘Fettan Ege adalarının belki de hiçbiri, arşipelin hemen ağzında bulunan Bozcaada kadar aldatıcı olamaz. Dört farklı yerden baktığınızda dört farklı görüntüyle karşılaşırsınız. Anadolu’dan bakıyorsanız görünüme egemen olan boz, alçak, çıplak tepeler bu adada yaşam olup olmadığı sorusunu akla getirebilir. (Bu tepelerin açık çağla yeşili kesildiği ilkbahar ayları hariç.) Batıdan, yani açık deniz tarafından bakıyorsanız beyaz yarları, kıvrımlı koyları ve arkasındaki çamlıklarla Ege’nin en güzel adasına geldiğinizi düşünebilirsiniz. Kuzeyden yani Çanakkale Boğazı yönünden bakıyorsanız, üç mevsim yemyeşil bağlarla adeta Provence’dasınız ve bu görünümle boz kelimesi arasındaki bağlantıyı merak edersiniz. Güneyden bakıyorsanız, sarp kayalıklar ve küçük koylar, Bodrum yarımadasına geldiğiniz sanrısını yaratabilir...’
Vapur yanaştığında iskelede pek karşılayan yoktu. Halbuki bu vapurun gidiş gelişleri, özellikle yaz aylarında bir ritüele dönüşürdü. Sevinçle kucaklaşmalar, hüzünle el sallamalar, müşteri peşindeki pansiyoncular, otelciler, lokantacılar... Adanın yarısı vapur saatlerinde çevre kahvelere doluşur, geleni gideni seyrederdi. Onun için adanın saklısı gizlisi yoktu. Kim geldi, kim gitti herkes her şeyi bilirdi.
Bozcaada nasıl anlatılmalı? Ansiklopedilerdeki gibi anlatmaya kalkarsam şu kuru cümlelerle yetinmek sorunda kalabilirim: ‘Ege Denizi’nin kuzeydoğusunda, Çanakkale Boğazı’nın güneybatısında bir ada. Yüzölçümü 36 kilometrekare. Türkiye’nin üçüncü büyük adası. Türkiye’nin köyü olmayan tek ilçesi. Adanın eski adı Tenedos. Pers, Helen, Roma, Bizans ve Venedik egemenliklerinde yaşayan ada 1328 yılında Türklerle tanıştı. 1455 yılında Osmanlı İmparatorluğu’na katıldı. 1912 yılında Yunanistan’ın eline geçti. 1923’te ise Lozan Antlaşması’yla Türkiye’ye verildi. Halkı bağcılık, şarapçılık, turizm ve balıkçılıkla uğraşır. Sofralık Çavuş üzümü çok meşhurdur.’
Ege’nin bu yaşlı adasını, ruhundan, öykülerinden, insanlarından, dramlardan, rüzgarından, bağbozumundan, şarabından soyutlarsanız bu anlatım yeterli olabilir. Böyle de anlatılabilir ama Bozcaada tam olarak anlaşılmaz. Sisin örttüğü net olmayan bir görüntü gibi kalır denizin ortalık yerinde.
Adaya vardık ama sayfayı da tükettik. Onun için Bozcaada’nın dünü ve bugünü haftaya kaldı.
Yazının Devamını Oku 18 Eylül 2005
Geçen hafta sular altında kalan New Orleans’a ağıt yakmıştım, bu hafta da New Orleans’la aynı kaderi paylaşacak olan Hasankeyf’e saygılarımı sunuyorum. Biri doğanın öfkesine kurban gitti, diğeri ise insanoğlunun inadına, bilinçsizliğine kurban gidecek. Hasankeyf bir süre sonra Ilısu Barajı’nın suları altında tüm geçmişiyle birlikte yok olup gidecek.
Yolculuklar ve yollar bir türlü bitmek bilmiyor!.. Bitmesin de zaten. Arada bir yakındığıma bakmayın, yorgunluğumu atar atmaz yeni bir yorgunluğun peşine düşüyorum. Atlas Degisi’nin Fest Turizm şirketiyle birlikte düzenlediği ‘Hasankeyf’e Sadakat’ trenini kaçırmanın üzüntüsünü yaşarken, aynı yöreye bir başka davet geldi. Garanti Bankası, ‘Anadolu Sohbetleri’ için bu ay Mardin’i seçmişti ve Mardin’e Hasankeyf üzerinden gidilecekti... Daveti ikiletmeden hemen ‘evet’ dedim. Bu Hasankeyf’e ilk, Mardin’e beşinci gidişim olacaktı.
Diyarbakır-Batman arasında önce pamuk tarlaları göründü. Sonra toprak tüm bitkilerden soyunup, kızardı, bozardı, kurudu. Anızları yakılmış buğday tarlaları, boz topraklara kara lekeler sürdü. Kıvrıla kıvrıla giden asfalt yol, bazen kayalık dağlara tırmandı, bazen de vadilerdeki suya hasret kalmış derelerin yanına indi. İnsiz cinsiz bir yoldu. Sonra eşek benzeri petrol pompaları göründü. Bunları görenler heyecanlanıp yanlarında oturanları dürtükledi. Bir o tepede, bir bu tepede, önüne konmuş saman balyasından ot seçen hayvan başı gibi inip çıkan pompaların, yerin dibinden çekip çıkardığı petrolün miktarı bir acele hesaplandı. Rakamlar alt alta yazılınca, otobüsteki bilcümle ekonomistin dudağı, küçümser bir ifade ile aşağı doğru kıvrıldı.
Ben ise yamaçlara oyulmuş ‘mağara evlere’ takıldım kaldım. Yeşilırmak’ın kıyısından yükselen kayalardaki terk edilmiş mağara apartmanları hayalimde onardım, düzelttim, birer lüks otel haline getirdim. İsveç’in ‘Buz Oteli’ benzerini Batman’da ‘Mağara Otele’ çevirdim. Hayal projemi beğendim ama buraya kimin, ne için geleceğine bir kılıf bulamadım.
KÜÇÜK REHBERLER
Yol Dicle’nin koluna girip, Hasankeyf’e ulaştı. Veya tarihte söylendiği gibi Hesna de Kepha’ya, Hısn Keyfa’ya, Cepha’ya, Kastron Piskephas’a... Bundan böyle kasabaya başka isim gerekmiyordu. Nasıl olsa son ismiyle sonsuza kadar yok olup gidecekti. Fotoğraflarda yer alan köprü geçildi, artık turistleri kanıksamış kasabalılara el sallandı ve vadideki yolun sonuna gelindi. Bundan sonrası tabana kuvvet olacaktı.
Bana iki çocuk rehber düştü. Tıpkı Van’da, Harran’da, Kapadokya’da, Mardin’de olduğu gibi tüm tarihi ezbere bilen küçük rehberlerdi bunlar. Hava sıcaktı ve tepedeki kaleye tırmanan yol nefesimi kesiyordu. Kaygan yuvarlak taşlarla kaplanmış antik yoldan oflaya puflaya tepeyi buldum. Zirvede asırlık bir taşın üstüne oturup, terimi kuruturken manzarayı da kuşbakışı toparladım: Karşıda bulutların gölge düşürdüğü boz bir dağ, eteklerinde yarısı yeşil yarısı sarı bir ova, yatağında henüz coşmamış Dicle Nehri, Zeynel Bey kümbeti, 1409 yılında yapılmış El Rızk Camii’nin tek başına kalmış minaresi, kervanları ırmağın karşı kıyısına geçiren ortaçağın görkemli Artuklu Köprüsü’nün bugüne miras kalmış kemerleri, suyun altında kalacak olan evler.
Hasankeyf için anlatılacak çok şey var ama sayfada o kadar yer yok. Bilinen şu ki, şimdi bir köşeye itilmiş bu kasaba bir zamanlar bir türlü paylaşılamamış. Roma’nın olmuş, Bizans’ın olmuş, sonra Artuklu, Eyyubi ve Akkoyunlu sahip çıkmış, yaşatmış, yüceltmiş. Türkiye Cumhuriyeti ise onu bitirmeyi aklına koymuş. Ilısu Barajı’na su tutturup, Hasankeyf’i listeden düşürmeye niyetlenmiş. Tıpkı Halfeti’yi, Zeugma’yı, Allinoi’yi ve diğerlerini olduğu gibi...
İKİ MİDYAT
Hasankeyf’te masal uzundu ama program yoğun olduğu için gitmek gerekti. Önce müze gibi kasaba Midyat yolumuzu kesip beni çok eskilere götürdü. Yıllar önce gittiğimde biri Müslüman, diğeri Süryani olmak üzere iki Midyat vardı. Meyhaneler Süryani tarafında idi. Müslümanlardan içmek isteyenler öte yana geçerlerdi. Kardeş kardeşe bir kasabaydı. Şimdi de öyleydi ama artık Süryani nüfus eskisi gibi kalabalık değildi. Çanları dört bir yanı saran kiliseler cemaat bulmakta zorlanıyordu. İki üç katlı, eyvanlı taş evler ise eskinin görkemini bugünün konuklarına anlata anlata bitiremiyorlardı.
Mor Gabriel Kilisesi’ni ziyaret edip, Mardin’e vardığımızda hava kararmış, şehir dağın zirvesinde, güzel bir kadının boynunu süsleyen pırıltılı bir kolyeye dönüşmüştü. Bu manzarayı görünce, karanlığın ne kadar güçlü bir sihirbaz olduğunu bir kez daha anladım; 60 mumluk ampulleri elmasa, Mezopotamya ovasını denize çevirebiliyordu.
Ertesi sabah çiğ sarı bir ışıkta Mardin’i bir kez daha gördüm. İlki 30 yıl önce olmak üzere beşinci gelişimdi. Dünya alem tarafından korunan bu güzelim kentin taş evlerinin, nasıl olup da her gelişimde biraz daha görünmez olduğuna şaşıp kalıyordum. Yetkililer yeni binaların dış cephelerini Mardin taşı ile kaplayarak çözüm üretmeye çalışıyorlardı. Benim de aklıma tüm yeni binaları yıkmak, dağın eteklerinde kurulmaya başlayan yeni şehre taşımak geliyordu. Bunu söylesem, ‘sivri akıllı’ damgasını yer miydim acaba?
ADININ ÖYKÜSÜ
Mardin’de değişmeyen şeyler de vardı. Asırlardan beri olduğu gibi. Örneğin adının öyküsü hiç değişmemişti:
Plinus’a göre kent adını, Nusaybin civarında yaşayan Mardani adlı Arap kabilesinden almıştı. Ortaçağ’ın ünlü yazarı Procopius kenti, bir kale-kent olarak Margdis diye anıyordu. Daha sonraki dönem Bizans yazarlarına göre, kentin adı Mardes’ti. Diğer kaynaklara göre Persler Marde, Ermeniler Mardi, Araplar Maridin demişlerdi. Bir başka kaynakta da kentin adı, Süryani dilinde kaleler kenti demek olan Marde’den geldiği yazıyordu.
Bütün anıt binalar da bıraktığım gibi duruyorlardı. Örneğin taş ustalarının tüm hünerlerini sergiledikleri Zinciriye Medresesi, kalenin eteğinde kente kuşbakışı bakıyordu. Düz damlarda boğucu yaz gecelerinde karyola işlevini gören ‘taht’lar da yerlerinden oynamamıştı. Dağın bitimindeki sararmış yukarı Mezopotamya da eskisi gibi Suriye’ye doğru uzanıp gidiyordu.
Anılarımı tazeledikten sonra, iki yanı yüksek duvarlarla çevrilmiş, güneşsiz, dar ve baharat kokulu daracık sokaklarda, amaçsız ve adressiz yürümeye başladım. Abbara denen geçitlerle birbirine bağlanan sokaklarda, bugün değil de geçmiş yaşanıyordu sanki. Küçücük dükkanlarında ter döken ustaların ürettikleri eşyalar, büyük kentlerde çoktan kullanımdan kalkmıştı. Örneğin semerler, keçeler, bakır kovalar, çeyizlere konacak oymalı dolaplar... Her köşeyi dönünce değişik bir görüntü karşıma çıkıyordu: Sakatat satan dükkanlar, baharatçılar, kuruyemişçiler, kalaycılar, eskiciler. Sedirlere bağdaş kurmuş olan esnaf müşteri bekliyordu. Hem koku hem havada uçuşan Arapça sözcükler yüzünden, zaman zaman bir Arap kentinin sokaklarında dolaştığımı sanıyordum.
EŞEKLER VE HAMALLAR
Beni en çok şaşırtanlar da, arkalarındaki yüklü sepeti, alınlarına bağlı bir kuşakla taşıyan hamallar oldu. Mardin’de hiçbir sokağa araba girmediği için, bu sırt hamalları çok rağbetteydi. Kentteki her türlü taşıma işini bu hamallar gerçekleştiriyordu. Kentin vazgeçilmez simalarına nedense, ‘senatör’ lakabı yakıştırılmıştı. Öğrendiğime göre bunların sayısı her geçen gün biraz daha azalıyordu. Mardinlilerin dar sokakları aşmakta kullandıkları diğer cefakar bir dost da, katır benzeri beyaz eşeklerdi.
Bu daracık sokaklara, birçok tarihi yapının kapısı açılıyordu: Bir yanda Ulu Cami’nin ulu minaresi, bir yanda Latifiye Camii’nin daracık bir kapıdan girilen avlusu, taşın şiire dönüştüğü Zinciriye Medresesi’nin kapısı, daha aşağıda Mar Mihail Kilisesi’nin çan kulesi, kentin kültürünün renklerini simgeliyordu. Gezilecek görülecek o kadar çok tarihi mekan vardı ki: Kasımiye Medresesi, Şah Sultan Hatun Medresesi, Firdevs Köşkü, Şehidiye Medresesi, Revaklı Çarşı, Mar Mihail Kilisesi... Bunlar ilk hamlede aklıma gelenlerdi.
Daha sonra kente 3 kilometre mesafedeki Deyrülzafaran Manastırı’na gittim. Bu kutsal mekanda, bu topraklarda doğup buradan bütün dünyaya yayılan Süryaniler’in ibadetlerini izledim. Doğduğu topraklarda parmakla sayılacak kadar az Süryani cemaati kaldığını öğrenince, ülkenin bir renginin daha kaybolduğunu düşünüp üzüldüm.
Mardin’e önceki gidişlerimde kalacak temiz bir otel ve yerel yemekleri yiyeceğim bir yer bulmakta zorlanmıştım. Bu gidişimde gördüm ki, bu sorunlar biraz olsun çözülmüş. Bazı eski binalar dış ve iç görünüşleri bozulmadan butik otellere dönüştürülmüş, bazıları da Mardin’in damak çatlatan lezzetlerinin sunulduğu restoran olmuştu. Mardin’den bir kez daha ayrılırken Rido’nun kebaplarının, Erdoba ve Cercis Murat Konaklarında yediğim Irokların, İkbeybetlerin, Lebeniye çorbasının, ekşili dolmaların, kibelerin, kaburga dolmasının tadı damağımda birbirine karışmıştı. Düşüncelerimde ise Süryani şarapları vardı. Anadolu’nun bu asırlık şarabını canlandırmak için bir şeyler yapmak olası mıydı?
Yazının Devamını Oku 11 Eylül 2005
<B>‘K</B>atrina Kasırgası’, tüm öfkesini ‘benim kentim’ New Orleans’ın üstüne boşalttı. O güzelim, o masum, o eğlenceli, o yoksul insanların kentini yerle bir etti. New Orleans’a ‘benim kentim’ diyorum çünkü bu kentte bir süre yaşadım, ekmek parası peşinde koştum, karanlık barlarında dertlerimi caz müziğine yükledim. Geceleri yaşayan kentte şimdi gece sokağa çıkmak yasak. Havada uçuşan kahkaha sesleri ve caz notaları yerini koyu bir sessizliğe terk etti. Arşivimden beş yıl önce yazdığım yazıyı çıkarıp, bu güzelim kenti hem kendime hem de size bir kez daha hatırlatmak istedim.
Aslında New Orleans’a ilk gidişim değildi. Geçmiş yılların birinde, güneyin bu renkli kentinde zor günler geçirmiştim. Uçaktan inince, suratıma çarpan alev alev havayı soluyunca güldüm. Çünkü fırından fırlamış sıcakla daha önce de karşılaşmıştım. Soluması bile güç bu ağır sıcağı ciğerlerime doldurunca, New Orleans’la karşılaştığım günleri anımsadım. Sıcak, o günden bugüne yakıcılığından hiçbir şey eksiltmemişti. Hatta daha da arttığını söyleyebilirdim. Nem de öyleydi. İnsanı sarmalamasıyla ıslatması bir oluyordu.
New Orleans’ın ortalık yerinde yer alan French Quarter semtinin ünlü sokağı Bourbon’a sapınca, hatırlamak istemediğim o eski günler, gözlerimin önünden kare kare geçmeye başladı.
Florida’da işsiz kalınca, bir umut buraya gelmiştim. İlk işimi limanda bulmuştum. Bu inanılmaz sıcakta, akşama kadar, kan ter içinde yerlere paspas yapıyordum. Gecenin tüm cazibesine karşı, işim bitince, doğruca kaldığım odaya gidiyor, karnımı ucuz yemeklerle doyuruyor, erkenden yatıyordum. Cazın sesini sadece uzaklardan duyuyor, duydukça da kendimi, kentin tarihini oluşturan kölelere benzetiyordum.
USTA AŞÇININ YANINDA
Daha sonra bir rastlantı sonucu, ünlü aşçı Necip Usta’yla tanışmıştım. Hilton Oteli’nin aşçıbaşılığını yapıyordu. Mutfağı üç katlıydı. Her katında bir ofisi, her ofiste bir sekreteri ve yanında 350 çalışanı vardı. Beni yanına yamak alan Necip Usta, akşam olunca üstünde beyaz önlüğü, kafasında uzun külahı ile önüme düşüyor, beni Bourbon Caddesi’ne götürüyordu. Her birinde ayrı caz müziği çalan barlarla, sokakta step yapan zenci çocuklarla ve diğer işveli alemle işte böyle tanıştım. Cin-tonikleri ardı ardına yuvarlayan Necip Usta’nın çenesi açılıyor, bazen orta kattaki sekreterine olan aşkını, bazen de benim ne kadar iyi aşçı olabileceğimi anlatıyordu. Öylesine dalıp gidiyordu ki, kulağının dibinde çalan klarnetleri, trompetleri, onca müziği duymaz oluyordu. İyice kafayı bulunca da sıra benim geleceğime geliyordu. Amacının beni yetiştirip, Teksas’ta açtığı lokantaya göndermek olduğunu söylüyordu. Gerçek olmadığını bilsem de bu ‘parlak’ gelecek heyecanlandırıyordu beni. Teksas’taki lokantayı düşünüp, bir takım paralı düşlere dalıp gidiyordum.
İlkokul mezunu olduğu halde, Tulane Üniversitesi’nde, haftada iki gün ders veren bu adamın azmine hayran kalmıştım. Ama ben o azmi gösteremeyip, bir ay sonra mutfaktaki işimden ayrıldım ve maceranın diğer bölümlerini yaşamaya başladım. Bourbon Caddesi’ndeki barların, batakhanelerin önünden geçerken, anlatması ve dayanılması çok zor olan o günleri bir kez daha yaşadım... Otelimin lobisinin buz kesmiş havası, beni geçmişten alıp yeniden bugünün New Orleans’ına taşıdı.
ARKADAN ÇARKLI GEMİ
Terden sırılsıklam ıslanmış giysilerimi değiştirip, limana gittim. Arkadaşlar beni, kentin en eski kahvesi Cafe du Monde’da bekliyorlardı. Hep beraber, arkadan çarklı nehir gemisine bindik. Amerika’nın ortalarından kıvrıla kıvrıla gelen, 3 bin 779 kilometre uzunluğundaki Mississippi’nin bu ünlü gemisi bana, çocukluğumda okuduğum Red Kit’lerdeki gemi yarışlarını, ünlü kaptanı, yürüdükçe kollarından iskambil kağıtları dökülen kumarbazı, Daltonları, iyi niyetli köpek Rintintin’i hatırlattı. Güvertede otururken, her an onları göreceğimi sandım.
Vapur hareket edince, vücudumu bir serinlik sarmaladı. Mississippi’yi tüm dünyaya tanıtan Mark Twain, bu serinliği bir kitabında şöyle anlatmıştı: ‘Bunaltıcı New Orleans öğleden sonrasında en serinletici şey, arkadan çarklı gemiyle Mississippi’de dolaşmaktır.’ Ben de öyle yapıyordum... İki saat süren tur boyunca iki kıyıda da ilginç birşey göremedim. Sadece püfür püfür esen rüzgarın okşamasıyla kendimden geçip, Mississippi’nin çamurlu sularına boş boş baktım. Ona neden İhtiyar Deli Irmak, Suların Babası, İhtiyar Şeytan, Çiçek Irmağı gibi adların konduğunu çözmeye çalıştım.
GECENİN ATEŞİ
New Orleans’ta esas yaşam, gün batımıyla birlikte başlıyordu. Ve bu yaşamın merkezi Bourbon Caddesi’ydi. 4-5 kilometre uzunluğundaki bu cadde, gürül gürül akan bir nehir gibiydi. İnsanlar bu nehirde, bir uçtan diğer uca sürüklenip duruyorlardı. Orleans, St. Peter, Toulouse ve diğer sokaklar da, bu koca nehre insan taşıyan yan kollardı. Bourbon, kelimenin tam anlamıyla bir şenlikti. Batakhaneler, kapılarından canlı müzik yükselen barlar, hediyelik eşya satan dükkanlar, dondurmacılar, parlak elbiseler içindeki pezevenkler, tahrik edici kıyafetlerle striptize davet eden yosmalar, kapı aralıklarında sevişenler, kusanlar, duvarın dibinde sızmış sarhoşlar... Tüm bunlar, bu sokaklarda yer alıyordu ve binlerce kişi bu şenliği yaşarken, sıcak New Orleans akşamını biraz daha ısıtıyorlardı.
Barların balkonlarına birikenler, ellerindeki rengarenk boncuk kolyeleri sallayarak, aşağıdan geçen kadınlardan, memelerini göstermelerini istiyorlardı. Çoğunlukla bu istek yerine getiriliyor, giysiler yukarı doğru sıyrılıp, memeler fora ediliyordu. İşte o zaman bir alkış tufanı kopuyor, havada renkli boncuklar uçuşuyordu. Boncuk atanların arasında ben de yer alıyordum.
İnsanlar, ellerinde içki kadehleri, bir bardan çıkıp diğer bara uğruyorlardı. Bu çılgın şenlik, güneş yüzünü gösterinceye kadar sürüyordu. Güneşin doğmasıyla birlikte herkes ışıktan korkan vampirler gibi ortalıktan kayboluyorlardı. Bir sonraki şenlikte zinde olarak yer alabilmek için, serin odalardaki yataklarında sızıyorlardı.
KENTİN RUHU
Sanki yıllar öncesindeki yoksul yaşamımın acısını çıkarıyor gibiydim. Kaldığım süre içinde, mümkün olduğu kadar az uyuyup, hiçbir şeyi kaçırmamaya gayret ettim. Gündüzleri, ‘Garden’ bölgesindeki 19. yüzyıl evlerine hayran hayran bakıyordum. Louis Armstrong Maydanı’nda ise cazın bu ünlü adamının, bir elinde mendil, bir elinde trompet olan heykelini seyrederek, cazın içindeki acıyı duymaya çalışıyordum. French Quarter’ın arka sokaklarındaki evlerin balkonlarını çevreleyen, sanat şaheseri demir korkuluklardan sarkan çiçekler -sanıyorum kırmızı sardunyalardı-, objektifimin vazgeçilmez objeleri oluyordu.
Jackson Meydanı’ndaki falcı kadınlara geleceğimi okutuyor, ayaklarıma kara sular inince de, meydanın hemen karşısındaki 138 yıllık ünlü Cafe du Monde’da, buzlu kahve ile soluklanıyordum. Eğer kendimi tutamazsam, bu kahveye özel, üstü pudra şekerli büyük lokmalardan (doughnuts) ısmarlıyordum. Aslında kenti baştan aşağı gezmeye gerek yoktu. New Orleans’ın ruhu, French Quarter’ı mekan tutmuştu. Diğer caddeler ve semtler, özelliği olmayan, dünyanın her yerinde rastlanan kent görüntüleri ile doluydu.
Birkaç günlük gezim süresince, geceleri Bourbon’daki şenlikte sürüklendim, gündüzleri sokaklarında taban teptim. Ama bu süre, yıllar öncesindeki ezilmişliğimin acısını çıkarmama yetmedi. ‘Bir dahaki sefere’ deyip New Orleans’a el salladım.
Bunun son el sallayış olduğunu bilseydim, kenti daha sıkı kucaklardım. Güle güle New Orleans. Yok olsan da sen hep ‘benim kentim’ olarak kalacaksın.
Yazının Devamını Oku 4 Eylül 2005
Bugünlerde dünyanın en moda, en ‘cool’ kentlerinden biri olan İstanbul’un bir iki asır öncesine gitmek ister misiniz? Yabancı gezginler, bu hafta sizi satırlarına bindirip asırlar öncesinin İstanbul’una götürecekler. Geçmişi bugünle kıyaslamak açısından ilginç bir gezi olacak. Bu yaz bol bol seyahatname okudum. Bunların çoğu yabancı yazarların Türkiye anılarıydı. Seyahatnameler benim için sanki birer zaman makinesidir. Onların satırlarına tutunup, geçmiş zamanlara yolculuk etmeyi, bugününü bildiğim mekanların dününde düş gezileri yapmayı çok severim. Sessiz bir köşede saatlerce kendimi unuturum. Bu haftaki yazıda sizi de zaman makinesine bindirip, geçmişe götürmek istiyorum.
İlk yolculuğu, Rönesans döneminde yaşayan Fransız bilgini Petrus Gyllius’un (Pierre Gilles) ‘İstanbul Boğazı-Eren Yayıncılık’ adlı kitabıyla yapacağız. İlk çağ kaynaklarından yola çıkarak, 1544-1547 tarihleri arasında Boğaziçi’nin ayrıntılı araştırmasını yapan yazar, o günlerin Boğaz’ını öve öve bitiremez. Gyllius o dönemin görüntülerini şöyle anlatır: ‘Boğaz’ın boyunca aktığı vadiden daha güzel bir vadi seyretmedim. O, her iki yanda hafifçe yükselen tepelerle ve tatlı eğimli vadilerle çevrilidir. Her iki tarafta koruluk ve üzüm bağlarıyla kaplı, meyveliktir. Bir bölümü de çiçekler, otlar, meyvesi olan ağaçlarla kaplıdır. Bunlar arasında Sultan’ın bahçeleri özellikle göze çarpar.’ Bugünün İstanbul’unun çoktandır unuttuğu manzaralar! Korular kesile kesile bir karışa indi, üzüm bağları ve meyvelikler düşlerden bile silindi.
Fransız bilgin, bugünün cıvıl cıvıl Ortaköy’ünü ise şöyle anlatır: ‘Arkheion
-Ortaköy- günümüzde Yunanlıların Hagios Phokas adını verdiği köydür. Köy beşten fazla küçük vadiye ayrılmış bir vadinin deniz düzlüğünde kurulmuştur. Üzüm bağları ve kirazlarıyla verimli bir yerdir. Her iki yanında denize inen tepelerle çevrilmiştir. Ortasında, yatağı deniz kıyısında daha derin olan, her iki kenarı çok iri taşlarla sağlamlaştırılmış bir dere akar. Yazın biraz azalsa da derenin suyu hiç eksik olmaz...’
Petrus Gyllius’un sözünü ettiği dere, acaba son yıllarına yetiştiğim dere mi? O dere, şimdiki Dereboyu Caddesi’nin ortasından akar ve caminin yanından denize kavuşurdu. O zamanlar suyu yoktu.
VEBA SALGINI
Geçmişe yolculuğun ikincisinde ise bir başka Fransız, Joseph Piton de Tournefort elimizden tutacak. 1701 yılının İstanbul’unu tanımak için sayfalarında gezineceğimiz kitabın ismi, ‘Tournefort Seyahatnamesi-Kitap Yayınevi’. Yazar, Fransız krallık bahçelerinin bitkibilimcisi. XIV. Louis’nin emriyle yeni bitkiler bulabilmek için yola çıkan Tournefort, önce tüm Ege adalarını gezdi. Daha sonra İstanbul’a geçen araştırmacı, oradan Karadeniz kıyılarını izleyerek Tiflis’e kadar gitti ve Anadolu’nun ortasını izleyen bir yoldan İzmir’e döndü.
Tournefort 700 sayfaya yaklaşan kitabında, tüm gezisini ayrıntıları ile anlatır. Ben bu yazıda sadece İstanbul’un konu edildiği bölümlerde sizi gezdireceğim.
Fransız araştırmacının o dönem İstanbul’u için çizdiği tablo oldukça ürkütücü. Kenti tehdit eden belaların başında yangınları, zorba yeniçerileri sayan Tournefort, veba salgını karşısındaki vurdumduymazlık karşısında ise dehşete düşer: ‘Gerçekten de Türkler yaşamayı hak etmiyor. Hastalığı önlemek ya da mücadele etmek için hiçbir önlem almıyorlar. Her gün bu acımasız hastalıktan beş ya da yüz kişinin ölmesine kılları kıpırdamadan seyirci kalıyorlar. Ancak günde 1200 kişi ölmeye başlayınca harekete geçiyorlar. Vebalı hastaların eşyaları, bir başka hastalıktan ölenlerin eşyaları kadar kolay satılıyor...’ Yazarın anlattıkları bir korku filmini andırıyor. Sokakları cesetlerle dolu bir İstanbul’u düşlemek bile zor.
KADINLAR EVDE
18. yüzyıl başlarındaki İstanbul’da kadınların sokağa çıkmaması da yazarın dikkatini çeker. Bu konudaki gözlemlerini ise şöyle aktarır: ‘İstanbul’un Paris kadar kalabalık olduğu konusunda kuşkum kalmadı. Ama sokaklarda Türk kadınlara seyrek rastlanıyor. Kocalar, sokağa çıkmayan kadınların cennete gideceği konusunda karılarını ikna etmişler. Bir de gönül hoşluğu ile evlerinde tutabilmek için onlara hamamlar yaptırmışlar. Ne var ki alınan önlemler çoğunlukla işe yaramıyor. Satılık giysi ve mücevher getiren esir kadın kılığına bürünmüş yakışıklı delikanlılar evlere sokuluyor...’
Eğer o günlerin cadde ve sokaklarını merak ediyorsanız, bu konuda da görüntüler iç karartıcı. Bakalım bu konuda Tournefort ne anlatmış: ‘İstanbul’un sokak kaldırımları çok kötü. Hatta bazı yerlerde yok bile. Sadece Saraydan Edirnekapı’ya giden yol gelip geçmeye elverişli. Diğerleri dar ve karanlık. Yapılar batakhanelere benziyor...’
İstanbul’un geçmişinde gezerken bu sefer bir leydinin koluna gireceğiz. Miss Pardoe
-Julia Pardoe-, İngiliz Kraliyet ordusunda binbaşı olarak görev yapan babası Thomas Pardoe ile birlikte 1835 yılında İstanbul’a gelmiş. Kentte ve çevre illerde dokuz ay yaşayan genç leydi, izlenimlerini 1837 yılında Londra’da yayınlamış. Sayfalarını karıştıracağımız bu kitap, ‘Şehirlerin Ecesi İstanbul-Kitap Yayınevi’, 170 yıl öncesinin İstanbul’unu romantik bir dille anlatıyor. Miss Pardoe İstanbul’a aşık olmuştur. Bu aşkını şöyle dillendirir: ‘Başkent yedi tepenin üstüne kurulmuş, Boğaz’ın mavi güzelliğine yansımış bir şehir. Karayla çevrili İstanbul limanını Karadeniz’in ağzına bağlayan o görkemli su yolu; dünyanın iki bölümünü altın avuçlarıyla kavramış ve Asya’nın klasik dumanlı dağları ile Avrupa’nın şen şakrak kıyılarına hakim bir konum. Hayal gücü daha kusursuz güzellikte bir manzara veya sahne yaratamaz...’
Miss Pardoe İstanbul’a hayrandır ama arada bir de hayal kırıklıkları yaşar. Örneğin Kapalıçarşı’da olduğu gibi: ‘Bende uyanan ilk duygu düş kırıklığı oldu. Bu yapının en büyük çekiciliği kuşkusuz devasa boyutlarda olması... Kaba taşlarla döşeli zemini nahoş derecede pis, içinden gerek görüntüsü gerek kokusuyla sevimsiz çok sayıda yalak geçen, kötü ışıklandırılmış, beceriksizce inşa edilmiş ve labirentlerin tümünde gezindiğinizde kapladığı alana dair hiçbir fikir vermeyen bir çarşı. İster istemez, gezginlerce neden bu kadar abartıldığı ve gezi yazarlarımızca neden göklere çıkarıldığı merak konusu oluyor...’
Julia Pardoe kitabında öylesine güzel İstanbul tabloları çiziyor ki, insan o zamanlarda yaşamadığına adeta pişman oluyor. Mesela genç leydinin anlattığı Bağlarbaşı sanki cennetten bir köşe: ‘Fabrikadan çıkıp yavaşça tırmandığımız tepenin adı Bağlarbaşı’ydı. Bu çok uygun bir isim; yolun soluna dizilmiş evler, göz alabildiğine uzanan meyve bahçelerine ve bağlara bakıyor. Aralara serpiştirilmiş kameriyeler ve çiçek açmış akasyalar var. Manzara, denize ve Bursa’nın yukarısındaki dağlara doğru uzanıyordu. Yol kenarında çiçekler açmıştı ve yabani kuşlar dalların arasında şarkı söylüyorlardı. Doğayı seven Türkler’in Üsküdar’a bu kadar bağlanmalarına şaşmamalı...’
GARİP BİR KENT
Son yolculuğumuza ise ünlü Fransız şair Gerard de Nerval’le çıkacağız. Nerval, rüyalar ve gerçeklerin, semboller ve imgeler ile güncel ve somut yaşantıların şairi. Gündelik hayatın haritası üstünde gezinmeyi seven Nerval, Doğu gezisine 1843 yılında çıkar. 1 Ocak’ta Marsilya’dan ayrılan şair, Malta, Mısır, Suriye, Kıbrıs, İstanbul ve Napoli’den sonra 5 Aralık’ta tekrar Marsilya’ya döner. Biraz sonra sayfalarında dolaşacağımız ‘Doğu’da Seyahat-Yapı Kredi Yayınları’ adlı kitap, Binbir Gece Masalları havasındadır.
Nerval o dönemdeki Boğaz ulaşımını şöyle anlatır: ‘Fransız elçisi bütün yaz Konstantinopolis’ten 20 kilometre uzakta ve Boğaziçi kıyısında bir köyde, Tarabya’da oturuyordu. Oraya gitmek için altı kürekçisi olan bir kayığı yarım günlüğüne kiralamak gerekiyordu ve bu da yirmi franka patlıyordu...’
Ünlü şair, İstanbul’un hoşgörüsünü ise öve öve bitiremiyor: ‘Ne garip bir kent Konstantinopolis! İhtişam ve sefalet, gözyaşları ve sevinç, başka yerlerdekinden çok daha fazla keyfi davranış, ama aynı zamanda da daha fazla özgürlük var burada. Dört farklı halk birbirinden çok da nefret etmeden birlikte yaşıyorlar. Türkler, Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler aynı toprağın evlatları olan bu insanlar, bizim çeşitli taşra halklarımızın ya da farklı taraftar gruplarının beceremediği gibi değil, çok daha fazla hoşgörü gösteriyorlar...’
Gezmek, hep gitmek demektir. Ben çoğunlukla yollardayım. Bazen arabama binip bugüne, bazen de yukarıda kısa bir özetini yaptığım gibi satırlara binip geçmişe gidiyorum. Gitmenin iyisi kötüsü olmaz. Yolculuk hep iyidir.
ONLARIN GÖZÜNDEN GALATA
Frenk kahveleri
Galata’nın tahkim edilmiş limanından geçtikten sonra, iki yanında meyhaneler, pastacı dükkanları, berberler, kasaplar ve bizimkileri hatırlatan masaların üzerine Yunan ve Ermeni gazeteler yığılmış olan Frenk kahvehanelerinin bulunduğu uzun ve dolambaçlı yoldan inmemiz gerekti... Türk kahvecilerinin bilmediği şekerli gloria içmek için bu kahvehanelerden birine girdik.Gerard de Nerval
Sultan Mahmud
On, onbeş metre ötede soylu bir fizyonomisi ve zarif bir tavrı olan bir adam gördüm. Atının üstünde bir centilmen rahatlığı ile oturuyor ve ifadesi kesinlikle insanı cezbediyordu. Fesinde elmaslardan oluşan ve bir tutam tavus kuşu tüyünü tutan bir tuğ takılıydı. Geniş mavi bir pelerin omuzlarından geri atılmıştı. Yakası mücevher doluydu. Dizginleri tuttuğu elinin üçüncü parmağında hayatta gördüğüm en iri pırlanta parlıyordu. Julia Pardoe
Yazının Devamını Oku 28 Ağustos 2005
Trabzon ve Gümüşhane illeri arasında uzanan Zigana Dağları, canlı renkler, şenlikler ve lezzetlerle karşılıyor konuklarını. Yemyeşil yaylaları, berrak dereleri, hırçın zirveleri, İran’dan uzanan tarihi İpek Yolu’nu Trabzon’a bağlayan ünlü geçidi, derin vadilerde kayalara asılan manastırları, yeşil yamaçlara yaslanmış şirin köyleriyle Zigana Dağları, tatil için olağanüstü bir seçenek.
Bu hafta yemyeşil bir yolculuğa çıkıp, bunaltıcı yaz sıcağını, zirvelerin rüzgarlarıyla serinletmeye çalışacağım. Gümüşhane’den başlayan bu yolculukta rehberliğimi Atlas Dergisi yaptı. Derginin yazı işleri müdürü Hüseyin Keçe ile birlikte tırmanacağımız dağlar ise Ziganalar oldu. Ana bölümü Gümüşhane ve Trabzon illeri içerisinde kalan, alçala alçala Giresun’da, Harşit Çayı’nın doğusunda denize dalan bu dağ sırası konuklarına öylesine güzel görüntüler sunuyordu ki, zirvelerine tırmananları, yaylalarında dolaşanları kendine aşık ediyordu. Tıpkı beni ettiği gibi. Bu devasa kütlenin zirvesinin adı Deveboynu Tepesi’ydi. 3 bin 82 metreyle insanın nefesini kesiyor, başını döndürüyordu. İnsan orada kendini kuş olup uçacakmış sanıyordu. 2 bin 800 metreyle Ziyaret Tepesi diğer yüksek noktasıydı. Bu iki tepenin arasında, Taşköprü Yaylası’nda konaklayıp, dağın tüm güzelliklerine ulaşmak mümkündü. Taşköprü, Deveboynu Tepesi’ne ve de bu dağlardaki tek buzul göl olan Çakılgöl’e oldukça yakındı. Daha da önemlisi Yağmurdere, Şaphane, Kayabaşı gibi özgün köylere, antik sayılabilecek Santa Harabeleri’ne kolayca ulaşılabilinecek bir mesafedeydi. Bu arada yaylaya adını veren ve bir zamanlar yaz aylarında üzerinden İpek Yolu kervanlarının geçtiği söylenen küçük taş köprüyü de unutmamak gerekiyordu.
Yağmurdere, bu dağlardaki pek çok köy gibi o da hem yüksekte, hem de çok güzel daracık bir vadide yer alıyordu. Onun özgün yanı ise hoş bir ahenk içinde bir yamaca dizilmiş olan eski evleri ve o evlerin alabildiğine yüksek çatılarıydı. Yazın sokaklarda tezeklerin hazırlanması ve kurutulması ilginç görüntülere sahne oluyordu. Taşköprü yaylasında, dağın bin bir otuyla beslenen hayvanlarının eti, damakları çatlatacak kadar lezzetliydi. Ama ete dalıp, ‘Guguvaga’ denilen mantar yemeğini unutmamak, mutlaka tatmak gerekiyordu.
SANTA HARABELERİ
Zigana Dağları’nın kuzeydoğu yamacında, Rumlardan kalma Santa Harabeleri uzanıyordu. Taşköprü’den oraya gidene kadar bazen yaylaların içinden geçiliyor; bazen de köyler çok uzaklardan izlenebiliyordu. Yabancısı olduğumuz yaşamların sürdüğü bu köylerin kimi, dorukların bel verdiği geçitlerin hemen altında, kimi vadilerin dik yamaçlarında ya da keskin sırtlarında yer alıyordu. Hepsi de kartal yuvaları gibi çok ulaşılmaz yerlere kurulmuştu. Hepsi de yalancı bir cennetti sanki. Çünkü hepsi bin bir tür çiçekle süslenmişti. Bu köyler biz kentlilerin düşlerindeki köylere çok benziyordu.
Birkaç mahalleden, üç yüzü aşkın evden, kiliseler ve resmi binalardan oluşan Santa Harabeleri, Yanbolu Vadisi’nin ormanlarla kaplı yemyeşil yamaçlarına dağılmış durumdaydı. Geceyi Zigana Dağları’nın kuzey yamaçlarındaki yerleşimlerden biri olan Coşandere’de geçirmek gerekiyordu. Çünkü buradan, Değirmendere’nin kollarını açtığı Meryem Ana, Maçka ve Galyan vadilerine ulaşmak çok daha kolaydı. Ormanlarla kaplı bu vadiler, doğal güzelliklerinin yanı sıra Trabzon’un üç önemli manastırını, herkesin iyi bildiği Sumela ile daha az tanınan Kuştul ve Vazelon’u barındırıyordu.
HAMSİKÖY SÜTLACI
Çok eski değil 1940’lı yıllarda yapılan haritalara bakıldığında, Zigana Dağları üzerinde birtakım han adlarına rastlanıyordu. Örneğin, bugünkü Taşköprü Yaylası’nın adı o tarihlerde haritada ‘Taşköprühanı’ olarak geçiyordu. Böyle pek çok han vardı: Acısuhanı, Gümüşkihanı, Kolathanları, Kuzhanları, Barutçu Hanı... Bu hanların isimleri, o tarafa doğru yola çıkan gezginleri merak içinde bırakıyordu. İpek Yolu’nun yan kolları üstünde kalan bu hanlar artık silinip gitmişlerdi. Geriye, ne bir duvar, ne bir taş kalmıştı. Onlar eski haritalarda birer ad olarak yaşayacaklardı.
Ünlü Hamsiköy, Karadeniz’e dağılan bin bir çeşit kumaşı, baharatı, kokuyu ve nesneyi Trabzon’a indiren kervanların izlediği eski Zigana yolu üzerindeydi. Yeşil ormanların arasında kaybolmuş olan güzelim köyde artık modern dönemin taşıtları mola vermiyordu. Tüm unutulmuşluğuna rağmen kimse Hamsiköy’ün sütlacının üstüne sütlaç yapamıyordu hálá. Bu, tüm Karadeniz’de böyle biliniyordu. Hamsiköy’ün sütlacının ünü nereden geliyordu?
Bu işin üstadı Osman Güner’e göre sütlacın sırrı sütteydi. Sütün sırrı ise Ziganalar’ın havasında, mis gibi kokan rüzgarında, çeşit çeşit çiçeğindeydi. Bu otu yiyen hayvanın sütü diğer hayvanların sütüyle kıyas bile kabul etmezdi.
Zigana Dağları’na adını veren geçidin tarihi eskilere dayanıyordu. Onun sayesinde Karadeniz kıyıları Erzurum-Kars platosu üzerinden İran’a bağlanıyordu. Geçit, deniz seviyesinden 2 bin 30 metre yüksekteydi. Maçka-Zigana ve Zigana-Torul arasında dik yokuşlar, sert ve keskin dönemeçler yılın büyük bir bölümünde sis, kışın da kar altında kalıp, geçit vermiyordu. 1990’lı yıllarda hizmete giren tünel ve yeni yolla birlikte biraz insafa gelmiş, yolcuların korkulu rüyası olmaktan çıkmıştı.
Bu aşılmaz geçit son yıllarda çevre illerin piknik yerine dönmüştü. Yol kenarına ‘kendin pişir kendin ye’ lokantaları sıralanmış, mangalların üstüne lezzetli etler dizilmişti. Çoluğunu çocuğunu kapan buraya et yemeye koşturuyordu. O et-mangalcılardan biri de emekli öğretmen Osman Özgün’dü. O da bu dağların otunun ve çiçeğinin sihirli olduğunu, lezzete lezzet kattığını iddia ediyordu. Osman Özgün geçidin eski günlerini de hatırlıyordu:
‘Dedem burada han işletirdi. O zamanlar atlı arabalar Hamsiköy’den yolcuyu alır, Zigana’yı aşıp Torul’da motorlu taşıtlara teslim ederdi. Yolcular kışın buraya, dedemin hanına yarı cansız vaziyette gelirlerdi. Karda kışta hiç buraya çıkılır mı? Dedem onlara büyük kulplu kazanda kara lahana çorbası yapardı. Biraz fasulye atar ve basardı acı biberi. O çorbayı içenleri önce bir ateş sarar sonra canlanır, ayağa kalkarlardı...’
HAYAL ADACIKLARI
Osman öğretmen bunları anlatırken gözüm uzaklara dalıp gitmişti. Karşıda birbirinin üzerinde yükselen yamaçların silueti görünüyordu. En arkada da zirvesi hálá karla kaplı olan Gavur Dağları duruyordu. O taraflara dalıp gittiğimi gören Osman Özgün, geçmişi anlatmaya ara verip, ‘O dağlarda kar erimeden eskisinin üzerine yenisi yağar’ dedi.
Ziganalar’ın batı bölümünde de akarsular her yanı oymuştu. Yamaçları bazen havada uçan bir kağıt parçası gibi döne döne, kıvrıla kıvrıla iniyorduk, bazen de o kıvrımları çıkarken nefesimiz ciğerlerimizi şişirmeye yetişemiyordu. Kahveleriyle, teneke kaplı evleriyle sislerin arasından birdenbire karşımıza çıkan yaylalar, hayal adacıkları gibi görünüyordu. Yollar ise örümcek ağlarından daha karmaşıktı. Bulmak için kaybolmak ilk koşuldu sanki. Derinoba’nın Sakaltutan mevkiinde insanlar kayalara oturmuş, önlerindeki vadiyi kalın bir yorgan gibi örten sis bulutunun rüzgarla dansını izliyorlardı. İlk kez görüyormuşçasına hayran hayran, konuşmadan bakıyorlardı. Aslında her zaman gördükleri manzaraydı ama, bu güzelliğe bakmaya bir türlü doyamamışlardı.
Zingana zirvelerinde sislerin, bulutların, rüzgarların arasında dolaştık durduk. Dağarcığımızı bilmediğimiz çiçek, yayla, köy isimleriyle doldurduk. Dost insanları tanıdık, onlarla dost olduk. Yükseklerde üşümenin keyfine varıp, bunaltıcı kent yaşamına geri döndük. Siz de yaz sıcağından bunalırsanız Ziganalar’a sığınabilirsiniz.
NOT: Bu gezinin diğer ayrıntıları ve mini rehber Atlas’ın Eylül sayısında yer almaktadır.
Yazının Devamını Oku 14 Ağustos 2005
Datça’nın cennet benzeri koylarında, Knidos antik kentinde dolaştıktan sonra sıra konaklamaya ve yeme-içme faslına geldi. Kaldığım Mehmet Ali Ağa Konağı, Osmanlı sivil mimarisinin ayakta kalabilmiş en güzel örneklerinden biriydi. Bal, badem ve balık üçlüsü ise Datçalıların uzun yaşama sırlarını oluşturuyordu. Datça konaklama konusunda çeşitli olanaklar sunuyor. Koylarda gerek denizin hemen kıyısında, gerekse denizi kuşbakışı gören tepelerde birçok otel ve pansiyon var. Her keseye uygun bir konaklama tesisi bulmak mümkün.
Hele ‘illa ki penceremden deniz görünsün’ demiyorsanız, köylerde oldukça hesaplı pansiyonlar bulabilirsiniz. Ben tercihimi, denizden uzakta, yarımadanın ilk merkezi olan Reşadiye Mahallesi’ndeki Mehmet Ali Ağa Konağı’ndan yana kullandım. Burayı seçmemin nedeni, bu konağın restorasyonu ve odalarının rahatlığı konusunda duyduğum övgüler oldu.
Knidos kenti ilk olarak konağın bulunduğu Reşadiye’nin yakınlarında kurulmuştu. Makedonyalı İskender’in Datça istilasına son vermesinden sonra, kent bu yeri terk edip yarımadanın ucuna taşınmıştı. Geride kalan kalıntıların biraz ilerisine, yani bugünkü Reşadiye Mahallesi’nin bulunduğu yere, daha sonra Stadia adında bir köy inşa edilmişti. Burası uzun süre ilçenin yönetim merkezi olmuştu. Reşadiye’ye saptığımda, sokaklarda yaz öğlesi sessizliği vardı. Mahalle sakinleri, tüm Akdeniz insanları gibi ortalıktan çekilmiş, akşam serinliğine kadar günü paydos etmişlerdi. Gölgelere sığınanlar sadece insanlar değildi. Kuşlar, kediler, köpekler, tavuklar, inekler de buldukları kuytularda uykuyla sarmaş dolaş olmuşlardı. Mor begonvillerin kol attığı, meyvelerini yeni yeni sarkıtan nar ağaçlarının süslediği beyaz sokaklarda, gölgeler uzayıncaya kadar çıt çıkmayacaktı anlaşılan. ‘İncir Sıcağı’ tüm Datça’yı teslim almıştı. Bu sessizlik, canhıraş çığlıklar atan ağustos böceklerinin işine yaramıştı. Bütün yarımada onların cızırtısıyla inliyordu. Güler Yücel’e kalsa onlar ‘caz’ yapıyordu.
Konağa küçük bir meydandan giriliyordu. Meydanın ortasında, geçmişin şahidi asırlık iki çınar ağacı yükseliyordu. Gövde kalınlığındaki dallarıyla tüm alanın üstünü örten bu ağaçlar her şeyi görmüştü; Mehmet Ali Ağa’yı, babası Mehmet Halil Ağa’yı, konağın yapılışını, ikinci kattaki pencerenin önünde Ağa’nın uzaklardaki denize bakarak ut çalışını... Dilleri olsa mahallenin tüm geçmişini bir güzel hikaye edeceklerdi.
KONAĞIN ÖYKÜSÜ
Konağın ilk sahipleri, padişahın yarımadayı hediye ettiği Giritli Ali Ağaki’nin mirasçıları Tuhfezadeler’di. 1800’lü yılların başında Reşadiye Mahallesi’nin en üst noktasına yapılan eve, komşular ‘Kocaev’ adını takmışlardı. 1000 metrekare kullanım alanı olan bu yapı, tüm Akdeniz Bölgesi’nde günümüze ulaşabilmiş birkaç eski sivil mimari örneğinden birisiydi. Konak birkaç kez el değiştirmiş, okul, tütün deposu ve düğün salonu olarak kullanılmıştı. Bakımsızlıktan harabeye dönen ve yer yer yıkılan konağın imdadına, ilk sahibinin adaşı Mehmet Pir yetişmişti.
Konağı eski haline döndürmek için yapılan restorasyon çalışması, başlı başına ayrı bir yazı konusu olabilir. Bu çalışmalar sırasında hasar görmemesi için bina çelik konstrüksiyon örtü altına alınmış, ahşap bölümlerin bir bölümü yerinde, bir bölümü ise konağın bahçesine kurulan özel marangozhanede onarılmıştı. Tüm bağlantılar orijinalinde olduğu gibi, dövme çivi ve mıhlarla gerçekleştirilmişti.
Restorasyonun en önemli bölümünü ise başoda ve diğer odalardaki kalem işlerinin kurtarılması aşaması oluşturmuştu. Bezleme adı verilen sistemle Bağdadi sıva üzerindeki desenli sıva yüzeyi bozulmadan yerinden alınmış, sağlamlama işleri bitirildikten sonra yeniden yerine monte edilmişti. Bu bilgileri veren konağın yöneticisi Sena Pir ile halkla ilişkiler sorumlusu Visal Cumalı, o kadar çok şey anlattılar ki onların heyecanına yetişmekte zorlandım.
Konağın ikinci katında odalar sıralanmıştı. Duvarları kalem işleri ile süslü başoda çok görkemliydi. Üç cephesi narenciye ve gül bahçelerine bakan bu oda orijinal eşyalarla kaplanmıştı. ‘Yedi Uyurlar’ın adlarını taşıyan diğer odalar ise Mehmet Pir’in özel koleksiyonundaki antika eşyalarla döşenmişti.
MÜZE OTEL
Konağın diğer hizmet binaları da onarılmış, ortaya 12 odalı bir ‘müze otel’ çıkmıştı. Konağın kendisi kadar bahçesi de büyüleyiciydi. Onlarca meyve ağacı, rengarenk çiçekler, zümrüt yeşili çimen huzurlu bir ortamın davetçisiydi.
Geniş avlu yerel tatların sunulduğu bir restorana dönüştürülmüştü. Coşkun Öndersever’in yönetimindeki ‘Elaki’ adlı restoranda Akdeniz, Osmanlı ve Ege mutfaklarının en lezzetli örneklerini bulmak mümkündü. Ayrıca alt katta zengin bir şarap kavı yer alıyordu. Sena Pir, konak odalarının rahatlığı kadar yemeklerin lezzetiyle de övünmek niyetinde oluklarını belirtti.
Türkiye’nin birçok yerinde restore edilmiş ev, tarihi bina, kalıntı gördüm. Bunların çoğunda, restorasyon adına yalan yanlış şeylerin yapıldığına şahit oldum. Mehmet Ali Ağa Konağı’nda ise restorasyon kelimesinin gerçek anlamının uygulandığını gördüm. Böylesine kıymetli bir mimari eseri Türkiye’ye kazandıran Mehmet Pir’e, mimar Süreyya Saruhan’a ve emeği geçen tüm çalışanlara gıyaplarında teşekkür ettim.
Koylar, bükler, sokaklar, antik kentler, konaklar derken sıra Datça’nın yemeklerine geldi. Datça’da ‘3B’ diye adlandırılan bal, badem ve balık yarımada mutfağının değişmez tatlarının başında yer alıyordu. Yöre üreticilerinin öne sürdüğüne göre, dünyanın en lezzetli bademleri Datça’da yetiştiriliyordu. Kabukları sert olan Amerikan bademinin yanı sıra yumuşak kabuklu yerli badem, yörenin önemli besini ve gelir kaynağıydı. Gerçekten de yarımadanın her yanı badem ağaçlarıyla kaplanmıştı. Bahar başlangıcında beyaz çiçeklerle tüm Datça’yı süsleyen bu ağaçları seyretmeye doyum olmazdı sanırım.
Datça’da badem kadar bal da çok lezzetliydi. Bu lezzet, doğadaki onlarca çeşit ottan ve çiçekten geliyordu. Yörede en ünlü bal kekik balıydı. Arıların mor kekikten, incir kekiğinden, peynir kekiğinden, bal kekiğinden, baharat kekiğinden yaptıkları balların lezzeti ve kokusu anlatılır gibi değildi. Bu bal, Datça’da yemenin yanı sıra ilaç olarak da kullanılıyordu. Balık ise ne yazık ki bilinçsiz avlanma yüzünden giderek azalmıştı. Ama yine de çevre kayalıklarda tutulan balıkların lezzeti damak çatlatan cinstendi. Ayrıca sızma zeytinyağı içinde sunulan ahtapot salatası, limon suyunda marine edilmiş çiğ balık, lakerda, sardalye dolması, subye güveç, ahtapot köftesi, kalamar ızgarası ve tavası, deniz börülcesi de masaların değişmez meze çeşitlerinin arasında yer alıyordu.
Yöre yemekleri ve içecekleri yerel ağızla şöyle adlandırılmıştı: Dalampa (papatya sapı), garaville (salyangoz), elmascık, çıtıramak, kışıyak, narpız, könger, garağan, gımgıma, sepsuyu, mürdümük, turpucu, celpleme, ilabada, mürdümcük çorbası, ütmek kavurması, dalankıta. Bu yemek ve içeceklerin hemen hepsi bitki kökenliydi ve adlarını bu bitkilerden alıyorlardı.
DAMAT TATLISI
Datça’nın en lezzetli yemeklerinin başında kabak çiçeği dolması geliyordu. Ben mevsiminde orada olduğum için doya doya bu dolmadan yeme şansını yakaladım. Yarımadanın diğer ünlü bir yemeği de garaville denen salyangoz yemeğiydi. Mart ayında toprak altından çıkıp, bahar yağmurlarının yeşerttiği körpe bitkilerle beslenen salyangozlarla yapılan bu yemeğin, birçok hastalığa çare olduğuna inanılıyordu. Bol domates, maydanoz ve sarımsakla lezzetlendirilen bu yemeğin yapılması sonbahar başlangıcına kadar sürüyordu.
Datça’nın tatlıları da insanı baştan çıkarıyordu. Bademli sultan tatlısı, sakızlı muhallebi, bademli baklava ve ‘damat tatlısı’ unutulur cinsten değildi. Bunlardan damat tatlısının lezzeti dillere destan olmuştu. El açması iki kat yufkanın arasına bir kat badem döşenerek kat kat yapılan bol şerbetli tatlıda yörenin zeytinyağı kullanılıyordu. Bu tatlı genellikle düğünlerde yapılıyor ve en büyük dilim, ilk gecenin mutlu geçmesi için gelinle damada sunuluyordu.
Yine bölgede antik dönemden beri yetiştirilen harnuptan (keçi boynuzu) yapılan pekmez de, özellikle ızgara etlerin yanında olağanüstü bir sos olarak kullanılıyordu. Ben bu muhteşem pekmezden birkaç şişe aldım. Şimdi tüm mangal partilerinde eti bu tatlı ile sunuyorum. Yemek yeme mekanlarına gelince; Yakaköy girişinde eski bir yağhaneyi restore ettirerek ‘Yakamengen’ adında bir restoran açan dört ‘İstanbul kaçkını’, oldukça lezzetli yemekler sunuyorlardı. Damağına düşkün olanların mutlaka bu sevimli restorana uğramalarını öneriyorum. Diğer bir lezzet mekanı da Mehmet Ali Ağa Konağı’ndaki ‘Elaki’ restorandı. Burada da yöre mutfağından lezzetli örnekler sunuluyordu. Palamutbükü’ndeki Cafe Vino ve Datça kasabasında Postane Sokağı’ndaki Ada Yeme-İçme Dükkanı da diğer lezzet durakları arasında yer alıyordu. Eğer balık meraklısıysanız limandaki restoranları öneririm. Sadece taze balıkların fiyatı konusunda ön pazarlık yaparsanız, yemeğin sonunda sürpriz bir hesapla karşılaşmazsınız.
Yazının başında da belirttiğim gibi Datça, deniziyle, manzarasıyla, tadıyla tuzuyla ‘henüz’ keşfedilmemiş bir cennet. Yolunuz düşerse mutlu olacağınızı söyleyebilirim.
SON SÖZ: Marmaris üstünden karayoluyla gelmek istemeyenler, Bodrum’dan kalkan feribotları kullanabilirler. Datça-Bodrum arasında her gün 09.00 ve 17.00 saatlerinde karşılıklı sefer var. Yolculuk bir saat 45 dakika sürüyor ve çok rahat. Rezervasyon için tel: 252- 316 0882 (Bodrum), 252- 712 2143 (Datça)
Yazının Devamını Oku 7 Ağustos 2005
Geçen hafta Datça’da yaptığım ‘karadan mavi tur’u anlatmış, cennet koyları yere göğe sığdıramamıştım. Ayrıca Eski Datça’da ziyaretine gittiğim Güler Yücel’le yaptığım sohbeti aktarıp, ‘mekanım Datça olsun’ demiştim. Yarımadanın diğer güzellikleri bu haftaya kaldı.Datça’nın o aşılmaz yolu artık daha rahat yolculuklar sunduğu halde koylar nedense tenhaydı. Bu kimsesizlik aslında işime geliyordu. Kalabalıklardan uzakta sessizliğin ve serin, temiz suların keyfini çıkarıyordum. Ama ekmeğini turizmden kazananlar, bu sessizliği benim kadar sevmiyorlardı. Onlar -haklı olarak- kalabalıkları bekliyorlardı. Onları yatıracak, yedirecek, bir şeyler satacak, kiralarını, borçlarını, kredilerini ödeyecek ve baş başa kalacakları kış günleri için, köşeye birkaç kuruş koyacaklardı. Ama turistler, yerliler de dahil Marmaris’ten veya Gökova’nın karşı sahilindeki Bodrum’dan öteye geçmiyorlardı. Acaba Datça’nın bir cennet olduğunun farkında değiller miydi?. Teknelerin, sörflerin yelkenlerinin en iyi burada şiştiğinin, dalmayı sevenler için en iyi görüntülerin burada olduğunun, en iyi doğa yürüyüş parkurlarının, dünyanın en lezzetli bademlerinin, çeşit çeşit kekiğin, onlarca şifalı otun, en lezzetli balın, zeytinyağının, keçiboynuzu pekmezinin, metrelerce derinliğe rağmen dibindeki taşların sayıldığı cennet koyların, doğa ile insanın yarıştığı Knidos antik kentinin, muhteşem güneş batımının ve konuksever insanların bu yarımadada yaşadığının farkında olsalardı buraya mutlaka akın ederlerdi. Bilenler zaten buranın tiryakisi olup çıkıyordu. Bunların kimisi bir daha dönmemek üzere Datça’da bir köye yerleşiyor, kimisi de rüyalarında mavi koyları göre göre gelecek yazı sabırsızlıkla bekliyordu.Can Yücel bu güzelliği ‘sorulu cevaplı’ üç satırlık şiirinde ne de güzel anlatmıştı:‘- Ne harika yer burası!Nereden buldun bu Datça’yı-Elimle koymuş gibi buldum’EVERYDAY HOLIDAYKıyıları bir de denizden görmek istiyordum. Gezi için Alim Kaptan’ı önermişlerdi. Limana gidip, onu yan teknede tavla oynarken buldum. Alim Kaptan kısa bir pazarlıktan sonra hemen halatları toplayıp, denize açıldı. Onu yabancısı, yerlisi tüm Datça tanıyordu. Teknesini gören ‘Everyday holiday-hergün tatil’ diye bağırmaktan kendini alıkoyamıyordu. Çünkü Alim Kaptan tüm dünyada bu sloganıyla ünlenmişti.Tekne kıyı kıyı gitti. İsimli isimsiz koylarda durup, benim lacivert sularla oynaşmamı bekledi. Alim Kaptan hem anlattı hem yol aldı. Kargı Koyu, Akvaryum derken İnce Burun’dan geri döndü. Her koyda kendimi serin sulara attığım için sıcaktan pek etkilenmedim. Aslında o gün epey sıcaktı. Kaptan bunun suçunu esmeyen rüzgara yükledi: ‘Datça’nın rüzgarı meşhurdur. Denizden eser. Biz bu rüzgara Bulenti deriz. Denizin serinliğini toplar getirir. Onun sayesinde nefes alırız. Senin şansına bugün esmiyor. Esmeyince de ortalık cehenneme dönüyor...’ Tekne gezisi bittiğinde karadan ve denizden yarımadanın güneyindeki neredeyse tüm koyları görmüş, Datça’nın güzel yüzüne aşık olmuştum.Tekne sefasından sonra direksiyonu Yazı Köyü’ne doğru kırdım. Orada çok anlatılan bir çiftliği ziyaret edecektim. Kıvrıla kıvrıla bir vadi tabanına giden toprak yolu izleyip çiftliği buldum. Çiftliğin sahibi Ali Somer adında bir Datçasever’di. büyük kentlerde okumuş, büyümüş olan Ali Somer genç yaşına rağmen tüm bu koşuşturmalardan kaçıp Datça’ya sığınmıştı. Burada gözlerden uzak bu vadi tabanında çiftliğini kurmuştu. Çiftliğin 10 dönümüne İspanyol Alicante cinsi üzüm dikmişti. Asma kütükleri henüz 4 yaşındaydı ama ilk şarap denemeleri hiç de kötü değildi. Ali Somer bu bağ ile Knidos’ta iki bin yıl önce yapılan şarapçılığı yeniden canlandırmıştı. MODERN ROBINSONÇiftlikte ayrıca zeytin ağaçları vardı. Bu ağaçlardan elde edilen zeytinler yine eski usullerle sıkılıp, yılda 1500 litre nefis zeytinyağı elde ediliyordu. Ali Somer ayrıca keçiboynuzu pekmezi, sabun üretimi için de kolları sıvamıştı. Ali Somer, çiftliğin bir köşesine yaptığı küçücük evinde, kendisi gibi genç eşiyle birlikte adeta bir Robinson hayatı yaşıyordu. Suyunu dağdan kendisi getiriyor, elektriği su ve rüzgardan üretiyor, televizyon seyretmiyor, gazete okumuyor, dünyayı sadece internet aracılığı ile izliyordu. Çoğumuzun hayal ettiği ‘kaçışı’ bu genç çift gerçekleştirmişti. Eğer yolunuz Ağustos sonunda Datça’ya düşerse Ali Somer’e uğrayıp, bağ bozumuna katılabilirsiniz. Gündüzleri üzüm toplayıp, akşamları da çiftliğin çeşitli köşelerine yapılan bağ evlerinde sessizliğin tadını çıkartabilirsiniz.CENNET YIKINTISIErtesi gün sıra Knidos’u görmeye gelmişti. Yarımada’nın en ucundaki bu antik kent Datça’nın gururuydu. Burada ‘kalemi’ Halikarnas Balıkçısı’na bırakıyorum. Onun şiirsel Knidos anlatımıyla aşık atacak değilim. Ondan sonra belki bir iki kelam da ben ederim!.. Cevat Şakir bir yazısında-özetle- şöyle anlatmıştı:‘Oraya vardığım ve gözlerimi çevremde gezdirdiğim zaman şaşkınlığım büyüktü. Fakat, şaşkınlığım ne denli büyük olursa olsun, oranın güzelliği daha da büyüktü.Knidos yıkıktır, ıssızdır, yakınlarında ne bir köy, ne de bir insan vardır. Fakat yaşayan bir kentten daha canlı, daha anlamlı ve derindir. Çağ çağı siler, zaman zamanı söndürür. Ama burada çağların silinmeyeceği, zamanların söndüremeyeceği bir güzellik var. Burası harabe değil cennet yıkıntısı...Şimdi harabenin çatlak duvarlarının, kulelerinin, çökmüş surlarının, devrilmiş sütunlarının üzerinde güzellik gururunun, yalnızlığın ışığı parlıyor. Kalabalık ev yıkıkları arasından bembeyaz yolları ağararak yokuş yukarı süzülüyorlar...Mermerler sanki binlerce yılın gurup ve şafaklarının pembesini eme eme, utanan gelin yanağı gibi kızarmışlardır. Buradaki mermerlerin en iyi ve en sağlamlarını Sultan Aziz, vapurlar dolusuyla İstanbul’a taşıtmış, onları kestirip biçtirmiş ve ziyafet pastasına benzeyen Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırmıştır. Çağlar geçmiş, devletler yükselip yıkılmış, savaşlar kazanılıp yitirilmiş, gürültüler olmuş fakat Knidos bağırmamış, seslenmemiş, hep sessizliğe bürünmüştür. Burada ne Hayyam’ın kumrusu, ne de Firdevs’in baykuşuyla örümceği var! Ancak bembeyaz bir Knidos, geniş bir özgürlük ve derin bir sessizlik var...’ÇIPLAK TANRIÇABalıkçı’nın tarif ettiği sessizlik içinde, yıkıntıların arasında dolaşıp duruyordum. Ama herkes gibi benim de aklımda fikrimde çıplak tanrıça Afrodit vardı. Knidoslular Apollon’a değil, ‘İyi Seyirler Tanrıçası’ adını verdikleri Afrodit’e tapıyorlardı. Onun için kentin batı ucuna bir tapınak yaptırmışlar ve buraya tanrıçanın çıplak heykelini dikmişlerdi. Tarihçilere göre o heykeli yaptırabilmek için Bithynia Kralı Nikomedes kentin tüm gelirini ortaya koymuştu.Heykel öylesine etkileyiciydi ki, Roma İmparatorluğu döneminde tüm sanatseverler bu heykeli görebilmek için akın akın Knidos’a geliyorlardı.MODEL KİM?Çıplak heykelde Afrodit’in bir eli aşağıya doğru uzanmış, önünü kapatmıştı. Diğer eli yine aşağıya, yana uzanmakta ve bir havlu tutmaktaydı. Tanrıça bu duruşuyla banyodan -veya denizden- çıkmış güzel bir kadını canlandırıyordu. Çıplak kadın heykelleri arasında tümüyle çıplak ilk heykel olduğuna inanılan bu eseri yapan Praksiteles model olarak metresi, güzel saray fahişesi Phryne’ni kullanmıştı. Bir başka söylenceye göre ise Phryne bir rahibeydi. Güzel kadın, Eleusis yortusu gününde, sahilde toplanan yirmi bin kişinin gözünün önünde çırılçıplak soyunup denize girmişti. Onu bu halde gören Praksiteles, ‘Böylesine güzellik bir insanda olamaz. Bu kadın gerçek Afrodit’ diyerek onun heykelini yapmaya karar vermişti. Bu efsanevi heykel, tüm aramalara rağmen hálá bulunamadı. Heykelin, çok tanrılı inanç tapınaklarını kapatan imparator Theodosius döneminde İstanbul’da görüldüğü, MS 475 yılındaki bir yangında yok olduğu söylentisi yaygındır.Arkaik dönem boyunca Yunan dünyasının en zengin kentlerinden biri olan Knidos’un sessiz harabelerinin arasında dolaşa dolaşa, geçmişe ait hayaller kura kura akşamı ettim. Sonra limana gidip, yüzyıllar öncesinden kalma bir taşın üstüne oturdum. Datça’da güneş batımını seyretmeye doyum olmadığını söylemişlerdi. Ben de o anı bekliyordum. Vakit gelince güneş, bir ressam gibi gökyüzünü boyaya boyaya denize doğru indi. Son ışıklar Knidos’un mermerlerini ‘gelin yanağı gibi’ pembeleştirdi. Sonra denizin içinde kaybolup gitti. Knidos’un antik sokakları kararmaya başlayınca, jandarmalarla vedalaşıp Datça’nın yolunu tuttum.Haftaya yarımadayla ilgili son yazıda, bir restorasyon harikası olan Mehmet Ali Ağa Konağı ile Datça’nın yerel tatlarını anlatacağım.
button
Yazının Devamını Oku 31 Temmuz 2005
Bu yılki iznim diğer izinlere benzemedi. Benim için izin demek, yol, deniz, dere, tepe düşünmeden mümkün olduğunca az hareket etmek demektir. Yani bir ağaç gölgesine oturup, kuşlara bakmak, kitap okumak, gökyüzünde koşuşturup duran bulut kümelerinden resimler çıkarmaktır. İzin günlerimde genellikle tembellik hakkımı kullanırım. Hareket etmekten üşenirim. Ama bu kez öyle olmadı. Çeşitli nedenler yüzünden yine yollara düştüm. Bu kez Datça’yı hedeflemiştim. Antik çağ yazarlarının benzetmesiyle: ‘Uzaklardan fırlatılmış bir kargının denize yarı batmış ucu’na gidip, nispeten daha sakin koylarda denizin keyfini çıkartacaktım. Anlayacağınız bu yıl lacivert denizin davetine hayır diyememiştim.
Datça’ya ilk gidişim değildi. Marmaris’e, Bördübed civarına ne zaman gitsem yarımadaya mutlaka günübirlik bir merhaba derdim. Uzun yıllar önce Datça’ya sabah gidip akşam dönmek öyle kolay bir iş değildi. Zirvelere döne döne çıkan, sonra yine döne döne inen, uçurumlarla arkadaş olan, kuşlara kuşbakışı bakan bu yol bitmek bilmezdi. Datçalılar yolun zorluğunu anlatabilmek için, ‘Balıkaşıran’dan bu yana akıllı adam geçmez’ derlerdi. Yol, yolcuyu korkuturdu. Ben de korkardım ama, zirveye tırmanıp da bir yanda Gökova’yı, öte yanda lacivert Akdeniz’i seyretmeye de doyamazdım. Bu manzaranın bir yaşama bedel olduğunu düşünürdüm. Hálá da öyle düşünüyorum. Bu zor yolun sonuna saklanmış olan Datça o zamanlar daha bakirdi. Bilenlerin, Datça aşıklarının dışında kimsenin aklına bu yarımadada tatil yapmak gelmezdi.
Yol her geçen gün biraz daha genişledi. Daha insafa geldi. Yolcuları daha az korkutur oldu. Ama o muhteşem manzarası hep aynı kaldı. Ben genellikle denize Bördübed civarından girerim. Gökova’nın masmavi sularıyla, yılda bir kere de olsa hasret gideririm. Burası Datça Yarımadası’nın en dar yeridir. Bir tarafta Balıkaşıran, diğer tarafta ise Kayıkaşıran koyları vardır. Antik dönemde Datça’da yaşayanlar, kendilerini Harpagos komutasındaki İran ordusunun saldırılarından korumak için, bu koyların arasını kazıp, yarımadayı karadan koparmak istemişlerdi. Ünlü tarihçi Herodotos bu olayı şöyle anlatmıştı:
ZEUS’UN ÖFKESİ
‘Bütün Knidos toprağı, ince bir kıstak (şimdiki Balıkaşıran) dışında suyla çevrilidir. Harpagos, İonia’ya indiği zaman Knidoslular, aşağı yukarı 5 stadeion (yaklaşık 900 m.) genişliğindeki bu kıstağı kazmaya başladılar. Çünkü yurtlarını ada haline getirmek istiyorlardı... Pek büyük insan emeği harcandı bu iş için, ama başlarına görülmemiş bir olay geldi: İşçiler taşları kırarken çeşitli yerlerinde ve en çok da gözlerinde inanılmaz büyüklükte yaralar açılmaya başladı. Delphoi’ye elçiler gönderip bu nedir diye danıştılar. Delphoi’deki Apollon tapınağının baş bilici kadını Pythia şu cevabı verdi:
Kıstak ne kale ister ne de kazılmak.
Zeus isteseydi bu kayayı ada yapamaz mıydı?
Bunun üzerine Knidoslular işi bıraktılar ve Harpagos geldiği zaman çarpışmadan teslim oldular.’
Bu kez Datça’da birkaç gün kalmaya niyetliydim. Belki de daha fazla. Gezgin’in sağı solu belli mi olur. Bir turkuvaz koya aşık olur, damla damla keşfetmeye koyulabilirdim tüm Datça’yı. Gonca gonca koklar, belki de Datçalı olurdum. Tıpkı Datça’yı mekan tutan şair Can Yücel gibi:
‘Açtım ki gözlerimi sabah olmuş Datça’dayım
Ergen ışıklarla karşımda erguvana kesmiş
Gocadağ
Tüm engebesiyle yanıyor o koskoca kaya
Dağkeçileri düzlere kaçmış olmalı’
Coğrafyacı Strabon’un dediğine göre, Tanrı uzun ömürlü olmasını istediği kullarını bu yarımadaya bırakırmış. Bu güzellikleri gördükten, çam kokulu havayla ciğerlerimi yıkadıktan sonra Strabon’a hak verdim. Reşadiye köyüne sapıp kalacağım Mehmet Ali Ağa Konağı’nı buldum. Konağın püfür püfür esen bahçesinde, bir gölgeliğe sığınıp, buz gibi limonatayı içerek onca yolun yorgunluğundan sıyrılmaya çalıştım. Datça’da gezim boyunca kaldığım bu konağı gelecek yazıda anlatacağım. Bu muhteşem yapının öyküsünü tek yazıya sığdırmak zor.
DATÇA’NIN SESLERİ
Ertesi gün, sabah rüzgarının taşıdığı sesler ve kokularla erkenden uyandım. Yan sokakta bir eşek anırıyordu. Biraz ileride ise bir inek böğürerek ona eşlik ediyordu. Tavuğun acı acı gıdakladığına bakılırsa folluğa yumurtayı yeni bırakmıştı. Pencereme uzanan nar ağacında öten kuşun ise kızıl kirazkuşu mu, yoksa karaboğazlı ötleğen mi olduğunu çıkaramadım. Ağustos böcekleri sabahın erkeninde cızırdamaya başlamıştı. Bildiğim ama yıl boyu duymadığım seslerdi. Hepsine birden ‘günaydın’ deyip güne başladım.
Niyetim ilk gün koyları karadan keşfetmekti. Önce Datça’ya gittim. Yolun iki yanına restoranlar, kahveler, büfeler, hediyelik eşya satan dükkanlar sıralanmıştı. Kepengi erken açan esnaftan kimi kapısının önünü süpürüyor, kimi vitrinini düzenliyordu. Biraz sonra sökün edecek müşteriler için hazırlık yapılıyordu. Beni tanıyan bir iki esnafla bir çay içimi sohbet ettim. İşler kesatmış. Gelen giden pek yokmuş. Hatta çoğu siftah yapmadan dükkan kapatıyormuş.
Oradan limana geçtim. Gezi tekneleri kıçtan kara olmuş bekleşiyorlardı. Tekne kaptanları da masa başlarında tavla partisine oturmuş, mars peşinde koşturuyorlardı. Onları zarlarıyla baş başa bırakıp, Eski Datça’nın yolunu tuttum. Köyün girişindeki boş meydana park edip, önce Can Yücel’in meyhane-kahvesini ziyaret ettim. Yarım kalmış şarap şişesine, duvarlardaki imzalara, çerçevelenmiş gazete sayfalarına baktım. Sonra mor begonvillerin sarmaladığı taş evlerin önünden geçip, mor gölgeli dar bir sokakta Güler Yücel’i buldum. Önce içine misket limonu attığı buz gibi sudan ikram etti. Sonra kuruttuğu bahçe dutlarını masaya koydu. Bilen bilir Güler Yücel ‘mektepli’ ressamdır. Can’ı yolcu ettikten sonra tuvallerin başına oturmuş, kediyi, köpeği, ağacı, bahçeyi, sokağı resmetmeye başlamıştı. Bana bir odaya yığdığı tabloları gösterdi. Resimli yetinmemiş, onları şiirlerle de süsleyip ‘Şiir Miir’i yaratmıştı. Sonra evin yanındaki Can Yücel kitaplığını gezdirdi. Bahçeye bakan birkaç meraklıya selam verdi. Sonra ben sormadan o söyledi: ‘Şimdilerde herkes bana Can’sız nasıl yaşıyorsun diye soruyorlar. Can’ı mı merak ediyorlar, beni mi? Tabii ki Can’ı... Ne bileyim ben, yalnız şunu söyleyeyim. Hiç birbirimizi kaybetmek istemezdik. Bunu pek dile getirmezdik. Benim şimdi uzakta bir köyde yaşamımı sürdürmemin nedeni de bu olsa gerek... Kalabalığa girmek istemiyorum. Dile kolay, tam kırküç yıl birliktelik...’ Yanaklarından öpüp Güler Yücel’e veda ettim.
DANTELE GİBİ KIYILAR
Knidos yoluna sapıp, badem ağaçlarının, kızıl çamların, meşelerin, kocayemişlerin, pembe beyaz açmış zakkumların, erguvanların, tespih ağaçlarının süslediği yeşillikli yoldan tırmanmaya başladım. Mesudiye yazan yerden girdim. Virajı dönmemle birlikte çivit mavisi denizle çarpıştım. Aşağılarda dayanılmaz bir manzara sere serpe duruyordu. Canım kuş olup, denize doğru süzülmek istedi. Döne döne inip, Hayıt Bükü’nde bir kahvenin gölgesine sığındım. Her derde deva Narpız çayından söyledim. Bu bitki, sanki üç bitkiydi. Çünkü bardağın içinden aynı anda nane, kekik ve adaçayı kokuları yükseliyordu. Soluklandıktan sonra kıyıda ‘denize sıfır’ pansiyonları gezip, kıyı yolunun tarifini aldım. Karadan mavi yolculuğa başlamadan önce Gabaklar Koyu’nda serin sularla kucaklaştım.
Datça Yarımadası’nın kıyıları dantele gibi kıvrım kıvrımdı. Belediyenin yayınladığı tanıtım kitapçığında yarımadanın iki yakasında tamı tamına 52 tane koy olduğu yazıyordu. Kitapta koyların bazıları şöyle sıralanmıştı: Ege’ye bakan tarafta Gökçeler Bükü, Küçük Çatı, Çatı, Kızılağaç, Alavara, Çakal, Damlacık, Mersincik, Murdala ve İskandil, Akdeniz’e bakan tarafta ise Palamut Bükü, Akvaryum, Ova Bükü, Hayıt Bükü, Kızıl Bük, Domuz Bükü, Kargı, Karaincir, Sarı Liman, Kara Bük, Çiftlik, Kuruca Bük, Günlücek, Lindos...
Pencereleri açıp kıyı kıyı gittim. Arabanının içini bir yandan deniz kokusu, bir yandan onlarca çeşit kekik, adaçayı, narpız, biberiye, sumak kokuları doldurdu. Datça’nın tahrik eden parfümü aklımı başımdan aldı. O bük senin, bu bük benim derken sonunda dillere destan Palamut Bükü’ne ulaştım. Beyaz çakıllarla kaplı sahilde restoranlar, kahveler sıralanmıştı. Hepsinde Datça’nın konuklarını en iyi şekilde ağırlayabilme telaşı vardı. Her dükkan kendi sahiline şezlonglar, şemsiyeler yerleştirmişti. İsteyen bir çay parasına, isteyen hiçbir şey ödemeden bunlardan yararlanabiliyordu. Gabaklar Koyu’nda ıslattığım mayom henüz kurumamıştı. Kendimi açık yeşilden laciverte doğru uzanan suların kucağına terk ettim. Bu muhteşem denizi kulaçlarımla kucakladım.
Dönüşe geçtiğimde güneş Knidos’a doğru alçalmaya başlamıştı. Bir acele kendimi Mehmet Ali Ağa Konağı’da bir nar ağacının gölgesine attım. Bir duble buzlu rakının yanına, dünyanın en lezzetli bademinden istedim. Sonra gün boyu belleğime hapsettiğim notları defterime yazmaya koyuldum.
Datça’nın gerisi ve Knidos haftaya kaldı.
Yazının Devamını Oku