Bu yılki iznim diğer izinlere benzemedi. Benim için izin demek, yol, deniz, dere, tepe düşünmeden mümkün olduğunca az hareket etmek demektir.
Yani bir ağaç gölgesine oturup, kuşlara bakmak, kitap okumak, gökyüzünde koşuşturup duran bulut kümelerinden resimler çıkarmaktır. İzin günlerimde genellikle tembellik hakkımı kullanırım. Hareket etmekten üşenirim. Ama bu kez öyle olmadı. Çeşitli nedenler yüzünden yine yollara düştüm. Bu kez Datça’yı hedeflemiştim. Antik çağ yazarlarının benzetmesiyle: ‘Uzaklardan fırlatılmış bir kargının denize yarı batmış ucu’na gidip, nispeten daha sakin koylarda denizin keyfini çıkartacaktım. Anlayacağınız bu yıl lacivert denizin davetine hayır diyememiştim.
Datça’ya ilk gidişim değildi. Marmaris’e, Bördübed civarına ne zaman gitsem yarımadaya mutlaka günübirlik bir merhaba derdim. Uzun yıllar önce Datça’ya sabah gidip akşam dönmek öyle kolay bir iş değildi. Zirvelere döne döne çıkan, sonra yine döne döne inen, uçurumlarla arkadaş olan, kuşlara kuşbakışı bakan bu yol bitmek bilmezdi. Datçalılar yolun zorluğunu anlatabilmek için, ‘Balıkaşıran’dan bu yana akıllı adam geçmez’ derlerdi. Yol, yolcuyu korkuturdu. Ben de korkardım ama, zirveye tırmanıp da bir yanda Gökova’yı, öte yanda lacivert Akdeniz’i seyretmeye de doyamazdım. Bu manzaranın bir yaşama bedel olduğunu düşünürdüm. Hálá da öyle düşünüyorum. Bu zor yolun sonuna saklanmış olan Datça o zamanlar daha bakirdi. Bilenlerin, Datça aşıklarının dışında kimsenin aklına bu yarımadada tatil yapmak gelmezdi.
Yol her geçen gün biraz daha genişledi. Daha insafa geldi. Yolcuları daha az korkutur oldu. Ama o muhteşem manzarası hep aynı kaldı. Ben genellikle denize Bördübed civarından girerim. Gökova’nın masmavi sularıyla, yılda bir kere de olsa hasret gideririm. Burası Datça Yarımadası’nın en dar yeridir. Bir tarafta Balıkaşıran, diğer tarafta ise Kayıkaşıran koyları vardır. Antik dönemde Datça’da yaşayanlar, kendilerini Harpagos komutasındaki İran ordusunun saldırılarından korumak için, bu koyların arasını kazıp, yarımadayı karadan koparmak istemişlerdi. Ünlü tarihçi Herodotos bu olayı şöyle anlatmıştı:
ZEUS’UN ÖFKESİ
‘Bütün Knidos toprağı, ince bir kıstak (şimdiki Balıkaşıran) dışında suyla çevrilidir. Harpagos, İonia’ya indiği zaman Knidoslular, aşağı yukarı 5 stadeion (yaklaşık 900 m.) genişliğindeki bu kıstağı kazmaya başladılar. Çünkü yurtlarını ada haline getirmek istiyorlardı... Pek büyük insan emeği harcandı bu iş için, ama başlarına görülmemiş bir olay geldi: İşçiler taşları kırarken çeşitli yerlerinde ve en çok da gözlerinde inanılmaz büyüklükte yaralar açılmaya başladı. Delphoi’ye elçiler gönderip bu nedir diye danıştılar. Delphoi’deki Apollon tapınağının baş bilici kadını Pythia şu cevabı verdi:
Kıstak ne kale ister ne de kazılmak.
Zeus isteseydi bu kayayı ada yapamaz mıydı?
Bunun üzerine Knidoslular işi bıraktılar ve Harpagos geldiği zaman çarpışmadan teslim oldular.’
Bu kez Datça’da birkaç gün kalmaya niyetliydim. Belki de daha fazla. Gezgin’in sağı solu belli mi olur. Bir turkuvaz koya aşık olur, damla damla keşfetmeye koyulabilirdim tüm Datça’yı. Gonca gonca koklar, belki de Datçalı olurdum. Tıpkı Datça’yı mekan tutan şair Can Yücel gibi:
‘Açtım ki gözlerimi sabah olmuş Datça’dayım
Ergen ışıklarla karşımda erguvana kesmiş
Gocadağ
Tüm engebesiyle yanıyor o koskoca kaya
Dağkeçileri düzlere kaçmış olmalı’
Coğrafyacı Strabon’un dediğine göre, Tanrı uzun ömürlü olmasını istediği kullarını bu yarımadaya bırakırmış. Bu güzellikleri gördükten, çam kokulu havayla ciğerlerimi yıkadıktan sonra Strabon’a hak verdim. Reşadiye köyüne sapıp kalacağım Mehmet Ali Ağa Konağı’nı buldum. Konağın püfür püfür esen bahçesinde, bir gölgeliğe sığınıp, buz gibi limonatayı içerek onca yolun yorgunluğundan sıyrılmaya çalıştım. Datça’da gezim boyunca kaldığım bu konağı gelecek yazıda anlatacağım. Bu muhteşem yapının öyküsünü tek yazıya sığdırmak zor.
DATÇA’NIN SESLERİ
Ertesi gün, sabah rüzgarının taşıdığı sesler ve kokularla erkenden uyandım. Yan sokakta bir eşek anırıyordu. Biraz ileride ise bir inek böğürerek ona eşlik ediyordu. Tavuğun acı acı gıdakladığına bakılırsa folluğa yumurtayı yeni bırakmıştı. Pencereme uzanan nar ağacında öten kuşun ise kızıl kirazkuşu mu, yoksa karaboğazlı ötleğen mi olduğunu çıkaramadım. Ağustos böcekleri sabahın erkeninde cızırdamaya başlamıştı. Bildiğim ama yıl boyu duymadığım seslerdi. Hepsine birden ‘günaydın’ deyip güne başladım.
Niyetim ilk gün koyları karadan keşfetmekti. Önce Datça’ya gittim. Yolun iki yanına restoranlar, kahveler, büfeler, hediyelik eşya satan dükkanlar sıralanmıştı. Kepengi erken açan esnaftan kimi kapısının önünü süpürüyor, kimi vitrinini düzenliyordu. Biraz sonra sökün edecek müşteriler için hazırlık yapılıyordu. Beni tanıyan bir iki esnafla bir çay içimi sohbet ettim. İşler kesatmış. Gelen giden pek yokmuş. Hatta çoğu siftah yapmadan dükkan kapatıyormuş.
Oradan limana geçtim. Gezi tekneleri kıçtan kara olmuş bekleşiyorlardı. Tekne kaptanları da masa başlarında tavla partisine oturmuş, mars peşinde koşturuyorlardı. Onları zarlarıyla baş başa bırakıp, Eski Datça’nın yolunu tuttum. Köyün girişindeki boş meydana park edip, önce Can Yücel’in meyhane-kahvesini ziyaret ettim. Yarım kalmış şarap şişesine, duvarlardaki imzalara, çerçevelenmiş gazete sayfalarına baktım. Sonra mor begonvillerin sarmaladığı taş evlerin önünden geçip, mor gölgeli dar bir sokakta Güler Yücel’i buldum. Önce içine misket limonu attığı buz gibi sudan ikram etti. Sonra kuruttuğu bahçe dutlarını masaya koydu. Bilen bilir Güler Yücel ‘mektepli’ ressamdır. Can’ı yolcu ettikten sonra tuvallerin başına oturmuş, kediyi, köpeği, ağacı, bahçeyi, sokağı resmetmeye başlamıştı. Bana bir odaya yığdığı tabloları gösterdi. Resimli yetinmemiş, onları şiirlerle de süsleyip ‘Şiir Miir’i yaratmıştı. Sonra evin yanındaki Can Yücel kitaplığını gezdirdi. Bahçeye bakan birkaç meraklıya selam verdi. Sonra ben sormadan o söyledi: ‘Şimdilerde herkes bana Can’sız nasıl yaşıyorsun diye soruyorlar. Can’ı mı merak ediyorlar, beni mi? Tabii ki Can’ı... Ne bileyim ben, yalnız şunu söyleyeyim. Hiç birbirimizi kaybetmek istemezdik. Bunu pek dile getirmezdik. Benim şimdi uzakta bir köyde yaşamımı sürdürmemin nedeni de bu olsa gerek... Kalabalığa girmek istemiyorum. Dile kolay, tam kırküç yıl birliktelik...’ Yanaklarından öpüp Güler Yücel’e veda ettim.
DANTELE GİBİ KIYILAR
Knidos yoluna sapıp, badem ağaçlarının, kızıl çamların, meşelerin, kocayemişlerin, pembe beyaz açmış zakkumların, erguvanların, tespih ağaçlarının süslediği yeşillikli yoldan tırmanmaya başladım. Mesudiye yazan yerden girdim. Virajı dönmemle birlikte çivit mavisi denizle çarpıştım. Aşağılarda dayanılmaz bir manzara sere serpe duruyordu. Canım kuş olup, denize doğru süzülmek istedi. Döne döne inip, Hayıt Bükü’nde bir kahvenin gölgesine sığındım. Her derde deva Narpız çayından söyledim. Bu bitki, sanki üç bitkiydi. Çünkü bardağın içinden aynı anda nane, kekik ve adaçayı kokuları yükseliyordu. Soluklandıktan sonra kıyıda ‘denize sıfır’ pansiyonları gezip, kıyı yolunun tarifini aldım. Karadan mavi yolculuğa başlamadan önce Gabaklar Koyu’nda serin sularla kucaklaştım.
Datça Yarımadası’nın kıyıları dantele gibi kıvrım kıvrımdı. Belediyenin yayınladığı tanıtım kitapçığında yarımadanın iki yakasında tamı tamına 52 tane koy olduğu yazıyordu. Kitapta koyların bazıları şöyle sıralanmıştı: Ege’ye bakan tarafta Gökçeler Bükü, Küçük Çatı, Çatı, Kızılağaç, Alavara, Çakal, Damlacık, Mersincik, Murdala ve İskandil, Akdeniz’e bakan tarafta ise Palamut Bükü, Akvaryum, Ova Bükü, Hayıt Bükü, Kızıl Bük, Domuz Bükü, Kargı, Karaincir, Sarı Liman, Kara Bük, Çiftlik, Kuruca Bük, Günlücek, Lindos...
Pencereleri açıp kıyı kıyı gittim. Arabanının içini bir yandan deniz kokusu, bir yandan onlarca çeşit kekik, adaçayı, narpız, biberiye, sumak kokuları doldurdu. Datça’nın tahrik eden parfümü aklımı başımdan aldı. O bük senin, bu bük benim derken sonunda dillere destan Palamut Bükü’ne ulaştım. Beyaz çakıllarla kaplı sahilde restoranlar, kahveler sıralanmıştı. Hepsinde Datça’nın konuklarını en iyi şekilde ağırlayabilme telaşı vardı. Her dükkan kendi sahiline şezlonglar, şemsiyeler yerleştirmişti. İsteyen bir çay parasına, isteyen hiçbir şey ödemeden bunlardan yararlanabiliyordu. Gabaklar Koyu’nda ıslattığım mayom henüz kurumamıştı. Kendimi açık yeşilden laciverte doğru uzanan suların kucağına terk ettim. Bu muhteşem denizi kulaçlarımla kucakladım.
Dönüşe geçtiğimde güneş Knidos’a doğru alçalmaya başlamıştı. Bir acele kendimi Mehmet Ali Ağa Konağı’da bir nar ağacının gölgesine attım. Bir duble buzlu rakının yanına, dünyanın en lezzetli bademinden istedim. Sonra gün boyu belleğime hapsettiğim notları defterime yazmaya koyuldum.