Bozcaada’da bağbozumu

Bu sefer bağbozumunu bahane ederek yola düştüm. Hedefimde Bozcaada vardı. Adaya ilk defa gidiyorsanız Bozcaada’ya giden yolu kolay kolay bitiremezseniz. Çünkü yol üstündeki sapaklar dümdüz ilerlemenizi engeller. Sizi alır tarihin çeşitli dönemlerine götürür.

Bu yıl bağbozumu için Bozcaada’yı gözüme kestirmiştim. Bu mevsimde ada bağlarının daha romantik görüntüler sunacağını düşünmüştüm nedense. Aslında aklımın bir yerinde de, Saros’taki muhteşem Sarafin bağları vardı. Eylülün bir sabahında, güneş yüzünü göstermeden yola çıktım. Silivri-Tekirdağ arasındaki yazlıkların çoğu kapılarını kilitleyip, tatille vedalaşmışlardı bile. Daha 15 gün önce tampon tampona gidilen yollar boşalmış, sürücüleri tahrik eden yarış pistine dönüşmüştü. Kepenkleri, perdeleri kapalı yazlık siteleri, köfte kokusu sinmiş Tekirdağ’ı hızla geçip, Trakya’nın sararmış, bozarmış tarlalarının arasından Bozcaada’ya doğru akıp gittim. Giderken de yol yalnızlığından olacak aklımı ‘boz’ kelimesine taktım.

Sözlüklere bakarsanız, ‘boz’un karşısında yazanlar pek iç açıcı şeyler değildir. Genellikle üstünde ot bitmeyen topraklar diye tarif edilir. Rengi kahverenginin tonlarıdır. Görüntü yoksulluğu çağrıştırır. Göz alabildiğine uzanan sessiz bozkırlar, bana Orta Asya’yı anımsatır. O zaman içime bir dinginlik, bir huzur dolar. Rüzgarın sesinde, kokusunda bile yalnızlık ve hüzün vardır. Bozkırları düşününce aklıma başı boş atlar, işlemeli çadırlar, nereden estiği belli olmayan rüzgarlar, gündüzün sıcağı, gecenin soğuğu, rüzgarda sürüklenen diken topları gelir. Onun için boz rengi, boz dağı, bozkırı, boz ayıyı, bozarmış yaprakları ve bozkırın müziği bozlağı çok severim.

Boz düşüncelerle uğraşırken önüme Gelibolu tabelası çıktı. Ani bir kararla direksiyonu kırıp, adını duydukça hep sardalye balığını hatırladığım Gelibolu’ya saptım. Sardalye çağrışımı, buranın ünlü sardalye konservelerinden kaynaklanıyordu sanırım. Özellikle ‘Kız Marka’ konserve denince aklıma gelen ilk şey Gelibolu kelimesi oluyordu.

TARİH VE BEREKET

Arabalı vapuru beklemeden, balıkçı motorundan bozma tekne ile karşı yakadaki Lapseki’ye geçtim. Tatilciler elini eteğini çektiği için yol tenhaydı. Çanakkale’nin çevresinden dolaşıp, çam ormanlarının arasından, çam kokan havayı soluya soluya yoluma devam ettim. Aslında bu rota öyle kolay kolay bitecek gibi değildir. İkide bir önünüze çıkan sapaklar dümdüz ilerlemenizi engeller. Sizi alır, tarihin bir başka bölümüne götürür. Örneğin İntepe’ye saparsanız, içinde Anadolu’nun ilk ulusal kahramanı Hektor’un mezarının bulunduğu öne sürülen tümülüsü görebilirsiniz. Homeros, İlyada Destanı’nda bu tümülüsün oluşturulmasını şöyle anlatır: ‘Kemikleri alıp koydular bir altın kupaya/ erguvan rengi yumuşak örtülerle sardılar kutuyu/ sarar sarmaz indirdiler derin bir çukura/ ekli kocaman taşlarla ördüler üstünü/ sonra bir mezar tümseği yapmaya başladılar/ bir mezar toprağı olunca toprak kabara kabara/ gerisin döndü hepsi şehre/ toplanıp bir güzel kutladılar çok ünlü şöleni...’

İntepe’ye sapmadan yola devam ettiğinizde ise bu kez önünüze Troya sapağı çıkar. Burada da dünya alemin bildiği Troya kentinin harabeleri vardır. Hisarlık tepeciğinden tüm bereketli ova görünür, insanı heyecanlandırır. Antik kenti ilk bulan arkeologlardan Heinrich Schliemann, güncesine bu tepecik hakkında şunları yazmıştır: ‘Burası Homeros’un İlion hakkındaki tasvirlerine tamamen uyuyor. Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim, insan Troya ovasına adım atar atmaz Hisarlık’taki güzel tepenin manzarasına tutuluveriyor. Tepe doğa tarafından büyük bir şehri taşımak üzere tasarlanmış... Bölgede onunla kıyaslanabilecek başka bir yer yok.’

Eğer benim gibi bu sapaklardan daha önce sapmışsanız, yolunuza gönül rahatlığı ile devam edebilirsiniz. Eğer sapmamışsanız, ‘gelmişken görmeden gitmeyeyim’ ve ‘ya vapuru kaçırırsam?..’ ikilemi arasında sıkışıp kalırsınız. Aslında bu sapaklar bir sonraki vapura kalmaya değer görüntüler sunar. Benden söylemesi.

PEYNİRCİ EZİNE

Hedefe doğru ilerlemeyi sürdürüyordum. Çevredeki sararmış tarlalardan fışkıran bereket, toplanmış, paraya çevrilmiş bir soluk arası verilmişti. İnek ve koyun sürüleri hasattan arta kalanları süte ve ete dönüştürme çabasına girişmişti.

Troya ülkesi Troas’ın ana kenti peynirci Ezine’ye geldiğimde vakit öğleyi bulmuştu. Ezine’de Türkiye’nin en lezzetli beyaz peynirlerinin üretildiğini bilirsiniz sanırım. Buradan hiç elim boş geçmem. Arabanın bagajına mutlaka bir iki kutu, koyun-keçi karışımı, sadece keçi veya koyun-inek sütünden yapılmış beyaz peynirden atarım. Bu kez alışverişi dönüşe bıraktım.

İskeleye gidebilmek için Geyikli’ye giden yola saptım. Bu yol Alexandreia Troas harabelerinin bulunduğu alanın içinden geçer. Buradaki kalıntılar yüz yıllardan beri bir taş ocağı gibi kullanıldığı için, birkaç lahit dışında görülecek bir şey bulamazsınız. Aslında burası Helenistik çağda, bölgenin en kalabalık ve en zengin kentlerinden biriydi. Ege ile Anadolu arasındaki ticaret bu kentte şekillenirdi. İ.S 48 ve 53 yıllarında Aziz Paulus, Hıristiyan cemaatini ziyaret için bu kente gelmişti. Büyük Constantinus bir ara Bizans İmparatorluğu’nun başkentini buraya kaydırmayı düşünmüş ama, nedense daha sonra fikrini değiştirip Byzantion’u seçmişti.

Geçmişi böylesine görkemli olan harabelerin arasından geçip, önce Odunluk İskelesi’ne sonra Geyikli’deki yeni iskeleye gittim. Vapurun kalkmasına daha iki saat vardı ve karnım acıkmıştı. Arabayı bir hızla Dalyan köyüne sürdüm. Osman’ın yeri, bıraktığım gibi duruyordu. Ege’yi ve Bozcaada’yı gören rüzgarlı bir masaya oturdum. Osman’a sardalyeleri temizlemeden mangala koymasını, yanına da bol çoban salatası yapmasını istedim. Sardalye öylesine lezzetli pişmişti ki, yanında içtiğim bir bardak kötü şarap bile damağıma sıvazlanan tadı bozamadı.

Vapura arabadan çok yaya yolcu bindi. Yolcuların arasında darbukalı, klarnetli, kemanlı bir müzisyen grubu da vardı. Ya düğünde ya da bağbozumu şenliklerinde çalacaklardı anlaşılan. Onların kıvrak müzikleri sayesinde, 35 dakikalık yolculuğun nasıl geçtiğini anlamadım. Limana yaklaşırken bu ayda Bozcaada’nın iyice bozardığını fark ettim. Güneş, poyrazın serinliğine saklanıp, fark ettirmeden adayı yakıp kavurmuş, Anadolu’ya bakan yüzünü kahverengiye boyamıştı. Aslında bu aldatıcı bir görüntüydü.

ALDATICI GÖRÜNTÜLER

Adanın tutkunlarından biri olan Prof. Dr. Haluk Şahin, ‘Bozcaada Kitabı’nda bu aldatmayı şöyle anlatmıştı: ‘Fettan Ege adalarının belki de hiçbiri, arşipelin hemen ağzında bulunan Bozcaada kadar aldatıcı olamaz. Dört farklı yerden baktığınızda dört farklı görüntüyle karşılaşırsınız. Anadolu’dan bakıyorsanız görünüme egemen olan boz, alçak, çıplak tepeler bu adada yaşam olup olmadığı sorusunu akla getirebilir. (Bu tepelerin açık çağla yeşili kesildiği ilkbahar ayları hariç.) Batıdan, yani açık deniz tarafından bakıyorsanız beyaz yarları, kıvrımlı koyları ve arkasındaki çamlıklarla Ege’nin en güzel adasına geldiğinizi düşünebilirsiniz. Kuzeyden yani Çanakkale Boğazı yönünden bakıyorsanız, üç mevsim yemyeşil bağlarla adeta Provence’dasınız ve bu görünümle boz kelimesi arasındaki bağlantıyı merak edersiniz. Güneyden bakıyorsanız, sarp kayalıklar ve küçük koylar, Bodrum yarımadasına geldiğiniz sanrısını yaratabilir...’

Vapur yanaştığında iskelede pek karşılayan yoktu. Halbuki bu vapurun gidiş gelişleri, özellikle yaz aylarında bir ritüele dönüşürdü. Sevinçle kucaklaşmalar, hüzünle el sallamalar, müşteri peşindeki pansiyoncular, otelciler, lokantacılar... Adanın yarısı vapur saatlerinde çevre kahvelere doluşur, geleni gideni seyrederdi. Onun için adanın saklısı gizlisi yoktu. Kim geldi, kim gitti herkes her şeyi bilirdi.

Bozcaada nasıl anlatılmalı? Ansiklopedilerdeki gibi anlatmaya kalkarsam şu kuru cümlelerle yetinmek sorunda kalabilirim: ‘Ege Denizi’nin kuzeydoğusunda, Çanakkale Boğazı’nın güneybatısında bir ada. Yüzölçümü 36 kilometrekare. Türkiye’nin üçüncü büyük adası. Türkiye’nin köyü olmayan tek ilçesi. Adanın eski adı Tenedos. Pers, Helen, Roma, Bizans ve Venedik egemenliklerinde yaşayan ada 1328 yılında Türklerle tanıştı. 1455 yılında Osmanlı İmparatorluğu’na katıldı. 1912 yılında Yunanistan’ın eline geçti. 1923’te ise Lozan Antlaşması’yla Türkiye’ye verildi. Halkı bağcılık, şarapçılık, turizm ve balıkçılıkla uğraşır. Sofralık Çavuş üzümü çok meşhurdur.’

Ege’nin bu yaşlı adasını, ruhundan, öykülerinden, insanlarından, dramlardan, rüzgarından, bağbozumundan, şarabından soyutlarsanız bu anlatım yeterli olabilir. Böyle de anlatılabilir ama Bozcaada tam olarak anlaşılmaz. Sisin örttüğü net olmayan bir görüntü gibi kalır denizin ortalık yerinde.

Adaya vardık ama sayfayı da tükettik. Onun için Bozcaada’nın dünü ve bugünü haftaya kaldı.
Yazarın Tüm Yazıları