Geçen hafta Datça’da yaptığım ‘karadan mavi tur’u anlatmış, cennet koyları yere göğe sığdıramamıştım. Ayrıca Eski Datça’da ziyaretine gittiğim Güler Yücel’le yaptığım sohbeti aktarıp, ‘mekanım Datça olsun’ demiştim. Yarımadanın diğer güzellikleri bu haftaya kaldı.Datça’nın o aşılmaz yolu artık daha rahat yolculuklar sunduğu halde koylar nedense tenhaydı. Bu kimsesizlik aslında işime geliyordu. Kalabalıklardan uzakta sessizliğin ve serin, temiz suların keyfini çıkarıyordum. Ama ekmeğini turizmden kazananlar, bu sessizliği benim kadar sevmiyorlardı. Onlar -haklı olarak- kalabalıkları bekliyorlardı. Onları yatıracak, yedirecek, bir şeyler satacak, kiralarını, borçlarını, kredilerini ödeyecek ve baş başa kalacakları kış günleri için, köşeye birkaç kuruş koyacaklardı. Ama turistler, yerliler de dahil Marmaris’ten veya Gökova’nın karşı sahilindeki Bodrum’dan öteye geçmiyorlardı. Acaba Datça’nın bir cennet olduğunun farkında değiller miydi?. Teknelerin, sörflerin yelkenlerinin en iyi burada şiştiğinin, dalmayı sevenler için en iyi görüntülerin burada olduğunun, en iyi doğa yürüyüş parkurlarının, dünyanın en lezzetli bademlerinin, çeşit çeşit kekiğin, onlarca şifalı otun, en lezzetli balın, zeytinyağının, keçiboynuzu pekmezinin, metrelerce derinliğe rağmen dibindeki taşların sayıldığı cennet koyların, doğa ile insanın yarıştığı Knidos antik kentinin, muhteşem güneş batımının ve konuksever insanların bu yarımadada yaşadığının farkında olsalardı buraya mutlaka akın ederlerdi. Bilenler zaten buranın tiryakisi olup çıkıyordu. Bunların kimisi bir daha dönmemek üzere Datça’da bir köye yerleşiyor, kimisi de rüyalarında mavi koyları göre göre gelecek yazı sabırsızlıkla bekliyordu.Can Yücel bu güzelliği ‘sorulu cevaplı’ üç satırlık şiirinde ne de güzel anlatmıştı:‘- Ne harika yer burası!Nereden buldun bu Datça’yı-Elimle koymuş gibi buldum’EVERYDAY HOLIDAYKıyıları bir de denizden görmek istiyordum. Gezi için Alim Kaptan’ı önermişlerdi. Limana gidip, onu yan teknede tavla oynarken buldum. Alim Kaptan kısa bir pazarlıktan sonra hemen halatları toplayıp, denize açıldı. Onu yabancısı, yerlisi tüm Datça tanıyordu. Teknesini gören ‘Everyday holiday-hergün tatil’ diye bağırmaktan kendini alıkoyamıyordu. Çünkü Alim Kaptan tüm dünyada bu sloganıyla ünlenmişti.Tekne kıyı kıyı gitti. İsimli isimsiz koylarda durup, benim lacivert sularla oynaşmamı bekledi. Alim Kaptan hem anlattı hem yol aldı. Kargı Koyu, Akvaryum derken İnce Burun’dan geri döndü. Her koyda kendimi serin sulara attığım için sıcaktan pek etkilenmedim. Aslında o gün epey sıcaktı. Kaptan bunun suçunu esmeyen rüzgara yükledi: ‘Datça’nın rüzgarı meşhurdur. Denizden eser. Biz bu rüzgara Bulenti deriz. Denizin serinliğini toplar getirir. Onun sayesinde nefes alırız. Senin şansına bugün esmiyor. Esmeyince de ortalık cehenneme dönüyor...’ Tekne gezisi bittiğinde karadan ve denizden yarımadanın güneyindeki neredeyse tüm koyları görmüş, Datça’nın güzel yüzüne aşık olmuştum.Tekne sefasından sonra direksiyonu Yazı Köyü’ne doğru kırdım. Orada çok anlatılan bir çiftliği ziyaret edecektim. Kıvrıla kıvrıla bir vadi tabanına giden toprak yolu izleyip çiftliği buldum. Çiftliğin sahibi Ali Somer adında bir Datçasever’di. büyük kentlerde okumuş, büyümüş olan Ali Somer genç yaşına rağmen tüm bu koşuşturmalardan kaçıp Datça’ya sığınmıştı. Burada gözlerden uzak bu vadi tabanında çiftliğini kurmuştu. Çiftliğin 10 dönümüne İspanyol Alicante cinsi üzüm dikmişti. Asma kütükleri henüz 4 yaşındaydı ama ilk şarap denemeleri hiç de kötü değildi. Ali Somer bu bağ ile Knidos’ta iki bin yıl önce yapılan şarapçılığı yeniden canlandırmıştı. MODERN ROBINSONÇiftlikte ayrıca zeytin ağaçları vardı. Bu ağaçlardan elde edilen zeytinler yine eski usullerle sıkılıp, yılda 1500 litre nefis zeytinyağı elde ediliyordu. Ali Somer ayrıca keçiboynuzu pekmezi, sabun üretimi için de kolları sıvamıştı. Ali Somer, çiftliğin bir köşesine yaptığı küçücük evinde, kendisi gibi genç eşiyle birlikte adeta bir Robinson hayatı yaşıyordu. Suyunu dağdan kendisi getiriyor, elektriği su ve rüzgardan üretiyor, televizyon seyretmiyor, gazete okumuyor, dünyayı sadece internet aracılığı ile izliyordu. Çoğumuzun hayal ettiği ‘kaçışı’ bu genç çift gerçekleştirmişti. Eğer yolunuz Ağustos sonunda Datça’ya düşerse Ali Somer’e uğrayıp, bağ bozumuna katılabilirsiniz. Gündüzleri üzüm toplayıp, akşamları da çiftliğin çeşitli köşelerine yapılan bağ evlerinde sessizliğin tadını çıkartabilirsiniz.CENNET YIKINTISIErtesi gün sıra Knidos’u görmeye gelmişti. Yarımada’nın en ucundaki bu antik kent Datça’nın gururuydu. Burada ‘kalemi’ Halikarnas Balıkçısı’na bırakıyorum. Onun şiirsel Knidos anlatımıyla aşık atacak değilim. Ondan sonra belki bir iki kelam da ben ederim!.. Cevat Şakir bir yazısında-özetle- şöyle anlatmıştı:‘Oraya vardığım ve gözlerimi çevremde gezdirdiğim zaman şaşkınlığım büyüktü. Fakat, şaşkınlığım ne denli büyük olursa olsun, oranın güzelliği daha da büyüktü.Knidos yıkıktır, ıssızdır, yakınlarında ne bir köy, ne de bir insan vardır. Fakat yaşayan bir kentten daha canlı, daha anlamlı ve derindir. Çağ çağı siler, zaman zamanı söndürür. Ama burada çağların silinmeyeceği, zamanların söndüremeyeceği bir güzellik var. Burası harabe değil cennet yıkıntısı...Şimdi harabenin çatlak duvarlarının, kulelerinin, çökmüş surlarının, devrilmiş sütunlarının üzerinde güzellik gururunun, yalnızlığın ışığı parlıyor. Kalabalık ev yıkıkları arasından bembeyaz yolları ağararak yokuş yukarı süzülüyorlar...Mermerler sanki binlerce yılın gurup ve şafaklarının pembesini eme eme, utanan gelin yanağı gibi kızarmışlardır. Buradaki mermerlerin en iyi ve en sağlamlarını Sultan Aziz, vapurlar dolusuyla İstanbul’a taşıtmış, onları kestirip biçtirmiş ve ziyafet pastasına benzeyen Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırmıştır. Çağlar geçmiş, devletler yükselip yıkılmış, savaşlar kazanılıp yitirilmiş, gürültüler olmuş fakat Knidos bağırmamış, seslenmemiş, hep sessizliğe bürünmüştür. Burada ne Hayyam’ın kumrusu, ne de Firdevs’in baykuşuyla örümceği var! Ancak bembeyaz bir Knidos, geniş bir özgürlük ve derin bir sessizlik var...’ÇIPLAK TANRIÇABalıkçı’nın tarif ettiği sessizlik içinde, yıkıntıların arasında dolaşıp duruyordum. Ama herkes gibi benim de aklımda fikrimde çıplak tanrıça Afrodit vardı. Knidoslular Apollon’a değil, ‘İyi Seyirler Tanrıçası’ adını verdikleri Afrodit’e tapıyorlardı. Onun için kentin batı ucuna bir tapınak yaptırmışlar ve buraya tanrıçanın çıplak heykelini dikmişlerdi. Tarihçilere göre o heykeli yaptırabilmek için Bithynia Kralı Nikomedes kentin tüm gelirini ortaya koymuştu.Heykel öylesine etkileyiciydi ki, Roma İmparatorluğu döneminde tüm sanatseverler bu heykeli görebilmek için akın akın Knidos’a geliyorlardı.MODEL KİM?Çıplak heykelde Afrodit’in bir eli aşağıya doğru uzanmış, önünü kapatmıştı. Diğer eli yine aşağıya, yana uzanmakta ve bir havlu tutmaktaydı. Tanrıça bu duruşuyla banyodan -veya denizden- çıkmış güzel bir kadını canlandırıyordu. Çıplak kadın heykelleri arasında tümüyle çıplak ilk heykel olduğuna inanılan bu eseri yapan Praksiteles model olarak metresi, güzel saray fahişesi Phryne’ni kullanmıştı. Bir başka söylenceye göre ise Phryne bir rahibeydi. Güzel kadın, Eleusis yortusu gününde, sahilde toplanan yirmi bin kişinin gözünün önünde çırılçıplak soyunup denize girmişti. Onu bu halde gören Praksiteles, ‘Böylesine güzellik bir insanda olamaz. Bu kadın gerçek Afrodit’ diyerek onun heykelini yapmaya karar vermişti. Bu efsanevi heykel, tüm aramalara rağmen hálá bulunamadı. Heykelin, çok tanrılı inanç tapınaklarını kapatan imparator Theodosius döneminde İstanbul’da görüldüğü, MS 475 yılındaki bir yangında yok olduğu söylentisi yaygındır.Arkaik dönem boyunca Yunan dünyasının en zengin kentlerinden biri olan Knidos’un sessiz harabelerinin arasında dolaşa dolaşa, geçmişe ait hayaller kura kura akşamı ettim. Sonra limana gidip, yüzyıllar öncesinden kalma bir taşın üstüne oturdum. Datça’da güneş batımını seyretmeye doyum olmadığını söylemişlerdi. Ben de o anı bekliyordum. Vakit gelince güneş, bir ressam gibi gökyüzünü boyaya boyaya denize doğru indi. Son ışıklar Knidos’un mermerlerini ‘gelin yanağı gibi’ pembeleştirdi. Sonra denizin içinde kaybolup gitti. Knidos’un antik sokakları kararmaya başlayınca, jandarmalarla vedalaşıp Datça’nın yolunu tuttum.Haftaya yarımadayla ilgili son yazıda, bir restorasyon harikası olan Mehmet Ali Ağa Konağı ile Datça’nın yerel tatlarını anlatacağım.