24 Temmuz 2005
Finlandiya’nın başkenti özenle inşa edilmiş bir kent. Her binada ayrı bir ünlü mimarın imzası var. Helsinkililer zengin ama mütevazı. Gösterişi pek sevmiyorlar. Ayrıca ülkelerini işgal eden Rus Çarı’nın heykelini, kentin en ünlü meydanına dikecek kadar da hoşgörülüler. Finlandiya’nın başkenti Helsinki’ye vardığımda saat 23.00’ü gösteriyordu. Güneş batmıştı ama gökyüzü hálá kızıl turuncuydu. Yani akşamüstlerini andıran bir alaca karanlık kenti sarmalamıştı. Yorgun olmama rağmen hemen yatmak yerine otelin çevresinde dolaşmayı yeğledim. Aslında karanlığın ne zaman geleceğini merak ediyordum. Serince bir yaz akşamıydı. Kahveler ve barlar hálá tıklım tıklımdı. Öğrendiğime göre Helsinki, dört mevsimi yaşayabilen ender kuzey kentlerinden biriydi; çok sıcak olmayan aydınlık bir yaz, soğuk ve karanlık bir kış, yarı aydınlık ılık bir ilkbahar, gri karanlık serin bir sonbahar...
ERKENCİ GÜNEŞ
Bir kaldırım kahvesinde oturup bekledim. Karanlık 01.00’e doğru geldi. Karanlığa kavuştuktan sonra otele dönüp, kendimi uykunun o muhteşem kollarına teslim ettim. Gözlerimi açtığımda, karşımda aydınlık bir sabah duruyordu. Perdeleri kapatmadığım için güneş ışıklarını odama göndermiş, beni uyandırmıştı. Geç kaldım telaşıyla yataktan fırladım. Saatime baktığımda daha sabahın 03.00’ü olduğunu gördüm. Demek ki güneşin batmasıyla çıkması bir olmuştu. Bir-iki saatlik dinlenme ona yetmiş, tekrar dünyaya dönmüştü. Perdeleri çektim, erkenci ışıkları kovdum, uyumaya devam ettim.
Sabah erkenden rehberimizle buluştuk. Paula Makipaa ‘şakır şakır’ Türkçe konuşuyordu. Telefon zilinin Türk İstiklal Marşı olması onun bir Türkiye fanatiği olduğunu gösteriyordu. 10 yıl İstanbul’da kalmış, büyük oğlu orada doğmuştu. Kocasının 50. yaş gününü kutlamak için Türkiye’ye gitmeyi planlıyordu. Paula, tanışma merasiminden sonra Helsinki’nin kuruluş öyküsünü anlatarak işe başladı: ‘14. yüzyılda İsveçliler Finlandiya’yı imparatorluk topraklarına kattıklarında bu ıssız topraklarda birkaç köy dışında pek yerleşim yeri yoktu. İsveç Kralı Gustav Vasa, karşı kıyıdaki Estonya’nın görkemli limanı Tallin’den çok daha güzel bir kent yaratmayı aklına koymuştu. Kentin ilk temelleri 1550 yılında Vantaa nehrinin kıyısında atıldı. 90 yıl sonra da bugünkü yerine taşındı. Helsinki 19. yüzyılın başında Rus Çarı’nın emriyle yeniden inşa edildi. Kentin planını John Albrecht Ehrenström çizdi. İnşaatlar bitince de Helsinki Finlandiya’nın başkenti oldu...’
Bir yandan Paula’nın anlattıklarını dinliyor, bir yandan aklımdaki bilgi kırıntılarını bir araya getirmeye çalışıyor, bir yandan da etrafı seyrediyordum. Helsinki özenli bir kente benziyordu. Her bina ayrı bir mimari titizlikle yapılmıştı. İlk molayı Senato Meydanı’nda verdik. Burası başkent olmanın heyecanıyla inşa edilmişti. Aynı zamanda St. Petersburg’un da mimarı Prusyalı Carl Ludwig Engel bu meydanın etrafını Senato binası, üniversite ve St. Nicholas Katedrali ile süslemişti. Helsinki, St. Petersburg’un kızkardeşi gibiydi. Tıpkı Selanik’in İzmir’in kardeşi olduğu gibi. İki şehirde de birbirini anımsatan izleri bulmak mümkündü. Meydanın tam ortasında işgalci Rus Çarı Aleksandr’ın heykeli duruyordu. Finlandiyalılar bu heykeli dikerek, Helsinki’yi başkent yapan ‘düşman’ çara teşekkür etmişlerdi.
Daha sonra ulusal romantizm tarzında inşa edilmiş gara, ulusal müzeye, tiyatroya ve dev granit kaya kütlesinin içine oyulmuş ilginç kiliseye, ünlü bestekar Sibelius’un anıtına gittik. Sibelius, Finlandiya tarihinde çok önemli yer tutuyordu. Bir bestecinin ülkenin simgesi haline gelmesine, dünyanın başka hiçbir yerinde rastlanmıyordu. Helsinki’ye gelen Finlandiyalılar ve turistler ilk olarak burayı ziyaret ediyorlardı. Onun duvara iliştirilmiş kabartma portresini Nazım Hikmet’e benzettim nedense. Finlandiya’da klasik müziğe önemli bir yatırım yapılıyordu. Bu müziği öğreten ve müzisyen yetiştiren en önemli okullar buradaydı. Dünyada kişi başına en çok klasik müzik orkestrası düşen ülke burasıydı. Ve dünyaya en çok klasik müzik yıldızı ihraç eden ülke de Finlandiya’ydı.
GEMİLERDE ALEM VAR
Oradan bugünlerde Türkiye’de sık sık duyulan, ‘Helsinki Kriterleri’nin yazıldığı binaya gittik. Avrupa’nın demokrasisinin biçimlendiği bu bina ünlü mimar Alvar Aalto tarafından yapılmış, dış kaplamalarda beyaz İtalyan mermeri kullanılmıştı. Sokak gezmesi bitince soluğu limanda aldık. Bir vapura binip, karşıdaki adaya yollandık. Limanın ağzında irili ufaklı birkaç ada vardı. Finlandiya aslında göller ve adalar ülkesiydi. Ülkede irili ufaklı tam 180 bin göl ve 188 bin ada bulunuyordu. Limanın iki yanında dev yolcu gemileri bağlanmıştı. Bütün kuzeyde meşhur olan gemilerden biri Stockholm’e diğeri ise Tallin’e gidiyordu. Cuma akşamından gemilere binenler, pazartesi sabahı dönünceye kadar sürekli içki içiyorlardı. Çünkü uluslararası sularda gemiler vergi almıyor, içki fiyatları yarı yarıya ucuzluyordu. Adada, Finlandiya tarihinde önemli bir yer tutan kaleyi gezip geri döndük.
ADİL CEZA
Limanın çevresinde pazar kurulmuştu. Çeşit çeşit hediyelik eşya, türlü türlü yiyecek ve rengarenk çiçekler satılıyordu. Pazar yerinin karşısında cumhurbaşkanlığı sarayı yer alıyordu. Sarayın çevresinde ne bir nöbetçi, ne bir polis vardı. Önünden insanlar ellerini kollarını sallayarak geçip gidiyorlardı. Meydanın bir yanında genişçe bir alan bisiklet parkına ayrılmıştı. Rehber, kentte böyle tam 26 tane park yeri olduğunu söyledi. Yokuşsuz Helsinki’de bisiklet önemli bir ulaşım aracıydı. İsteyen bu parklardan 2 Euro depozit karşılığında bisiklet kiralayabiliyordu. İşiniz bitince bisikleti her hangi bir parka bırakıp, depoziti geri alabiliyordunuz.
Paula Makipaa bir yorgunluk molası sırasında ülke hakkında ilginç bilgiler verdi. Türkiye’nin yarı büyüklüğündeki (338.218 kilometrekare) Finlandiya’da sadece 5.2 milyon insan yaşıyordu. Trafik cezaları, verilen vergi oranına göre kesiliyordu. Yani kırmızı ışıkta geçen fakir Finlandiyalı ile zengin Finlandiyalı aynı rakamı ödemiyordu. Ceza gelire göre verildiği için, iki gruba mensup olanların canı eşit miktarda yanıyordu. Fiyatların üstünde yüzde 22 KDV vardı. Yabancı ülkelerde yaşayanlara, çıkış yaparken yüzde 10-16 vergi iadesi yapılıyordu.
Hem Fince hem de İsveççe yazılmış sokak tabelaları dikkatimi çekti. Paula’ya sordum; nüfusun ancak yüzde 7’si İsveççe konuştuğu halde bu dil okullarda zorunlu ders olarak okutuluyordu. Onun için tabelaları Fince ve İsveççe yazmak şarttı.
İşgaller bu ülke insanını çok dilli yapmıştı. Hemen herkes Fince ve İngilizcenin yanı sıra İsveççe ve Rusça da konuşabiliyordu.
FİN MUTFAĞI
Yeme-içme faslına gelirsek... Finlandiya mutfağı, yıllarca boyunduruğu altında yaşadığı İsveç ve Rus mutfaklarından oldukça etkilenmişti. Kuzeyin en şişman insanlarının yaşadığı Finlandiya’da, mutfağın baş köşesinde hamur işleri ve ekmek oturuyordu. Çavdar ekmeğinin içine, balık ve domuz eti doldurarak yapılan Kalakukko, en sevilen ve en çok tüketilen yemeklerin başında geliyordu.
Ekşi mayayla yapılan çavdar ekmeği ise sofraların vazgeçilmez gıdasıydı. Finlandiya’da ekmeğin tatlısından tuzlusuna onlarca çeşidini bulmak mümkündü. Yine çavdar ekmeğinin içine, sütlaca benzer bir pirinç muhallebisi doldurularak yapılan karjalanpiirakka, ülkenin en sevilen tatlılarının başında yer alıyordu. Bu tatlıdan iki çatal yedikten sonra, Finlandiyalıların karanlık ve soğuk kış günleriyle nasıl baş ettiklerini daha iyi anladım.
BALIKLAR
Finlandiya mutfağının diğer bir aktörü de balıklardı. Somon, ringa, mezgit benzeri whitefish gibi balıklar, genellikle salamura ve füme olarak tüketiliyordu. Ama Kuzeyin soğuk sularında yakalanan somon balığının, mangal üstünde ızgarası da en favori yemeklerin arasında yer alıyordu.
Balıkların yanında mutlaka haşlanmış patates yeniyordu. Tabii balıklara ülkenin ünlü votkası da eşlik ediyordu. Kırmızı pancar turşusu, haşlanmış makarna, pirinç, havuç ve çeşitli reçeller, özellikle et yemeklerinin yanında garnitür olarak sunuluyordu.
AYI BİFTEĞİ
Ben ekmek çeşitlerinin, balıkların yanı sıra ayı bifteğini, ayı etinden yapılmış sucuğu, Ren geyiği bonfilesini, geyik salam ve sosisini de denedim. Böylelikle damağımı kuzeyin değişik tatlarıyla tanıştırmış oldum.
Dünyaca ünlü Fin votkasına bir iki kadeh dışında pek yüz vermedim. Biraz pahalı olmakla birlikte yemeklerde şarap içmeyi tercih ettim. Mönülere bakınca dünyadaki bütün ünlü şarap üreticilerinin, Finlandiya pazarında kıran kırana bir yarışa girdiklerini gördüm.
Finlandiya kişi başına düşen ulusal gelir bakımından dünyanın en önde gelen ülkelerinden biriydi. Ama Finliler bu zenginliği sokağa yansıtmayı pek sevmiyorlardı. Yani caddelerde paranın gücünü simgeleyen son model arabalara pek rastlanmıyordu.
Kuzeyin bu zengin ülkesinin insanları gösterişten uzak, mütevazı yaşamı tercih etmişlerdi. Yolsuzluklardan arınmış, sakin, düzenli, konuksever, temiz havalı, karanlık arka sokakları ve izbe köşeleri olmayan, günün her saatinde güvenli bu ülkeyi görmenizi öneriyorum.
Hele daha kuzeye, göller bölgesine doğru yolculuk yaparsanız, Finlandiya’yı bir daha hiç unutamazsınız.
Yazının Devamını Oku 17 Temmuz 2005
Tatil dönüşü bir koşu (!) kuzeye, Finlandiya’ya gidip döndüm. Bitmek bilmeyen günlere kavuşmadan önce Münih Havaalanı’nda, yolcuların giremedikleri bölümlere girip, bagajların yolculuğunu izledim, yemeklerin hazırlandığı dev mutfaklarda yolculuğun bilinmeyen yönlerini gördüm. Aslında iznimi hep evde geçiririm. Bahçenin gölgelik bir köşesine uzanıp, akşama kadar kitap okurum, bulutları seyrederim ve çiçeklerle uğraşırım. Ama son iznimde yine yollara düştüm. Niyetim biraz denize girmek biraz da konu torbamı doldurmaktı. Bu yüzden epey yol kat ettim (bir haftada 2650 km.). Dönüşte gezi notlarımı derleyip toparlamaya fırsat bulamadan Lufthansa’dan bir davet geldi: Münih üstünden Helsinki... Finlandiya’nın başkenti Helsinki’ye nedense bugüne kadar yolumu hiç düşürememiştim. Bu nedenle tüm tatil rehavetine rağmen davete ‘hayır’ diyemedim. Onun için tatil izlenimlerimi, Finlandiya yazılarından sonra sizlere aktaracağım.
Gezinin ilk durağı olan Münih’in havaalanını inşaat aşamasında gezmiştim. Her şey daha yeni yapılıyordu. Kablolar, yalıtım gereçleri, inşaat iskeleleri, korkulukları henüz yapılmamış merdivenler, sonradan geçilmesi imkansızlaşacak girişler, sadece yerleri belli olan ama duvarları olmayan bölümler... Rehberin anlattıklarını birleştirip hayali bir terminal kurduğumu hatırlıyorum. Şimdi ise her şey bitmiş, kalabalıkların gidip geldiği koca bir mekana dönüşmüştü. Hayalimde çizdiğim terminalle, gerçeğinin örtüşüp örtüşmediğini anımsayamadım.
Bizi gezdirecek rehberin gelmesini beklemek için bir bara girdik. Bu bar, birasını kendi üreten belki de ilk ve tek havaalanı barıydı. Köşedeki koca bakır imbikten iki çeşit bira damıtılıyordu. Bir tanesi beyaz biraydı diğeri ise filtre ve pastörize edilmemiş buğday birasıydı. Ben tercihimi bulanık buğday birasından yana kullandım. Bardak önüme gelince, bardaktan yükselen taze ekmek kokusu burnumdan içeri sızıp tüm tat dokularımı tahrik etti. Ekşi mayanın kokusunu oldum olası sevmişimdir. Kokunun acıktırdığı midemi ikna etmekte epey zorlandım. Eğer zil seslerini keserse, ona lezzetli yemekler göndereceğime söz verdim.
EĞLENCE DİYARI
Münih Havaalanı’na, aslında kentin küçük bir banliyösü demek de pek yanlış olmazdı. Çünkü terminalin müşterileri sadece yolcular değildi. Münihliler buraya yemek yemeye, müzik dinlemeye, alışveriş yapmaya da geliyorlardı. Çünkü burada dünyanın çeşitli tatlarını sunan restoranlar, çeşit çeşit mağazalar yer alıyor, dinleyenleri coşturan konserler düzenleniyordu. Üstelik fiyatlar kentten biraz daha ucuzdu. Lufthansa yetkilileri, kazancın yüzde 40’ının havacılık dışı işlerden elde edildiğini belirterek, klasik havaalanı işletmeciliğinin artık değiştiğini kanıtlıyorlardı.
Dolaşmaya başladık. Dolaştıkça yapım aşamasındaki terminali daha iyi hatırlıyordum. O zaman, ‘burası giriş kapısı olacak’ denen yerden, şimdi didik didik aranmadan girmek olanaksızdı. Uçakları, pisti seyretmek için terasa giden tüp yoldan geçerken buranın ilk hali aklıma geldi. Korkuluklar olmadığı için terminalin tepesinden geçen bu keçi yolunda yürümekten çekinmiştim.
Gözleri görmeyenler için özel yollar bile düşünülmüştü. Parlak granitlerin arasına döşenmiş kabartılı bir malzemeden yapılan yollar tüm terminali dolaşıyordu. ‘Beyaz Baston’ tırtıklara değdiği sürece yürüyen için bir sorun yok demekti.
Ben havaalanlarının hep görünmeyen yüzlerini merak ederim. Bunlardan birisi de bagajların yüklenmesidir. Yer numaramı alırken teslim ettiğim bavulum, uçağı nasıl buluyordu? Ya içinde bomba varsa ne yapıyorlardı? Bir uçaktan diğer uçağa nasıl aktarılıyordu? Uçağı kaçırırsa nereye gidiyordu?
Bagaj bölümüne indiğimde, kendimi raylardan yapılmış bir yol ağının ortasında buldum. Bavullar tekerlekli rayların üstünde hızla çeşitli yönlere doğru dağılıyorlardı. Bazen tünellere giriyor, bazen bir ışık kümesinin içinden geçiyorlardı. Tüneller, kontrol istasyonlarıydı. Burada patlayıcıya karşı hassaslaştırılmış aletler bavulun içini didik didik ediyorlardı. Şüpheli bir şey varsa bavul ikinci bir tünelde daha hassas aletlerin kontrolüne sokuluyor, şüpheli görüntü hala duruyorsa bu sefer bavul uzmanlar tarafından aranıyordu. Bu uzmanlar, şifreli ve şifresiz tüm kilitleri açabiliyordu. Eğer bavul temiz çıkarsa, içine bavulun açıldığını belirtilen bir yazı konuyor, tekrar kilitlendikten sonra uçağa yolcu ediliyordu.
HAVAALANI MUTFAĞI
Yeşil ışıklar saçan gözler ise bavulun sapına yapıştırılan kağıttaki bar kotları okuyorlardı. 360 derecelik bir görme alanına sahip olan bu gözler, bavulun hangi uçağa gideceğini, kime ait olduğunu saptayıp bilgisayara aktarıyordu. Siz uçağa binmeden bavulunuz yüklenmiyordu. Binlerce bavul sadece bir iki kişinin yardımıyla bu karmaşık trafiğin içinde yolunu buluyordu.
Diğer merak ettiğim bir yer de uçak yemeklerinin hazırlandığı yerdi. Oraya girerken hiçbir salgın hastalığım olmadığını beyan edip kağıdı imzaladım. Sonra beyaz bir önlük giydim. Saçlarımı ve sakallarımı özel bonelerle kapattım. Sky Chefs’in kapısından içeri girdiğimde, kendimi bir koşuşturmanın içinde buldum. Bir yanda uçaklardan gelen yemek artıkları temizleniyor, bir yandan hosteslerin servis için kullandığı küçük arabalar dev bulaşık makinelerinde yıkanıyordu. Kullanılsın, kullanılmasın müşterinin tepsiye bıraktığı her şey çöpe atılıyordu. Bir başka yerde dev tencerelerde, fırınlarda çeşitli yemekler pişiyor, birileri küçük tabaklara salataları hazırlıyor, birileri salam, peynir doğruyor, birileri de sandviçleri hazırlıyorlardı. Bir kişi ekmek dilimlerine durmadan tereyağı sürüyor, yanındaki bunun üstüne peynir -veya salam- koyuyor, bir diğeri de diğer dilimi üstlerine kapatıyordu. Mesai süresince hep aynı işi yapıyorlardı. Hem de pür dikkat. Çünkü önlerinden geçen sürekli bant, bir saniyelik dikkatsizlikte karmakarışık olabilirdi. Bir diğeri ise leke olup olmadığını kontrol etmek için sürekli fincanların içine bakmakla görevliydi. Hiçbiri konuşmuyordu ve hepsi robotlara benziyordu. Benim yapamayacağım çok zor bir işti.
Müslüman ve Musevi yolcular için ise yemekler özel bölümlerde yapılıyordu. İçki, yemek, meyve suyu, çerez ile doldurulan servis arabaları, hemen soğutulmuş odalara konuyordu. 1500 kişinin çalıştığı dev mutfakta gördüklerim beni şaşkına çevirmişti. Her şey tertemizdi ama ya lezzet!.. Zaten uçaklar insanları lezzet noktalarına götürmekle görevliydi, yoksa lezzet sunmakla değil.
HELSİNKİ YOLUNDA
Tanıma turlarını bitirdikten sonra, Helsinki uçağını beklemek için üst kattaki barlardan birine oturdum. Aşağıda bir koşuşturma vardı: Alış veriş yapanlar, boş boş dolaşanlar, bir şeyler yiyip içenler, okuyanlar, uyuyanlar, düşünenler... Yüzlerinde ayrılmanın hüznünü veya kavuşmanın heyecanını taşıyanlar koridorlarda akıp gidiyorlardı. Tüm havaalanlarının ortak gürültüleri burada da vardı: Çeşit çeşit çalan cep telefonları, ayrı ayrı dillerin kelimelerinden oluşan anlamsız uğultular ve yolcuları uçaklara davet eden anonsların çınlamaları, çekilen çantaların ve bavulların tekerlek sesleri...
Geleni geçeni seyrederken dalıp gitmiştim. Uçağımın anons edildiğini duyunca silkinip, kendimi toparladım. Şimdi de gecelerin çok kısa olduğu bir başka kente, Helsinki’ye gidiyordum. Uçak havalanınca daha önceden hazırladığım Finlandiya dosyasına göz attım. Türk gezginler kuzey ülkelerine nedense pek rağbet etmemişti. Finlandiya’ya giden ilk gezgin Ahmet Midhat’tı ama o eserinde bu ülkeden bahsetmemişti. XX.yüzyılın başlarında bu ülkeye giden Celal Nuri ise ‘Şimal Hatıraları’nda şunları yazmıştı: ‘Hoş, latif, zarif bir memleket. Meydanlar, sokaklar limanlar o kadar temiz ki insan kendisini bir salonda zannediyor. Asayiş ber-kemal. Hırsızlık yok. Fuhşiyat bile çok değil. Hastalık da pek o kadar mebzul değilmiş. Bu garip diyarda bin kadar göl, bir o kadar da ada var. Taşlığı pek çok. Ormanları, suları az değil...’ Celal Nuri, Helsinki hakkındaki izlenimlerini ise şöyle anlatmıştı: ‘Finlandiya’nın başkenti Helsingfurs (Helsinki), insana rahatlık huzur ve bahtiyarlık veren bir kenttir. Bu şehirde bahçeler ferahfeza, manzara pek dil-nişindir. Limanın içinde ve dışında bir çok adacıklar, şehrin içinde küçük küçük göller mevcuttur. Helsingfurs hem manzara bakımından hem de halkın eğitim seviyesinin yüksekliği bakımından kıymetli bir yerdir. Medeniyetin ve maarifin hemen her türlü olumlu izine burada rastlamak mümkündür...’
Bunlar yüzyıl öncenin tanımlamalarıydı. Biraz sonra Helsinki’nin bugününü görüp, geçmişle karşılaştıracaktım. Uçak piste indiğinde saat 22.00’yi gösteriyordu ama hava hálá aydınlıktı.
Bugünün Helsinki’si haftaya kaldı.
En uzun günler
Bu aylarda kuzey ülkeleri hep aydınlık olur. Kutup’a yaklaştıkça güneş hiç batmaz, 24 saat gökyüzüne asılıp kalır. Biraz daha güneyde ise gece sadece birkaç saat alaca karanlık olur, sonra güneş tekrar doğar. En uzun günlere doğru bu dördüncü yolculuğumdu. İlk yolculuğumda İngiltere’nin kuzeyindeki Orkney Adası’na gitmiştim. Hava sabaha karşı 03.00’te biraz kararmış, gökyüzü ebruliye boyanmıştı. Güneş batmamıştı da sanki önüne bir bulut gelmişti. Limanda, morun tonlarına boyanmış suları yara yara giden ördekleri uzun uzun seyretmiştim. Uyumak için otelime giderken gün yeniden aydınlanmıştı. Alaska’da da güneş hiç batmamıştı. İlk günler, gece yarısı güneşini seyretmekten uyumayı unutuyordum. Sonraki günlerde aydınlık gecelerde uyumaya alışmıştım. Üçüncü yolculuğumu ise geçen yıl aynı günlerde, Norveç’in en kuzeyindeki Tromso kentine yapmıştım. Orada ise güneş gökyüzünden hiç ayrılmamıştı. Hayatımda ilk kez gece yarısı sığınacak bir gölge aramıştım.
Yazının Devamını Oku 3 Temmuz 2005
Burası 43 farklı ülkeden 2 bin 400 şarap şirketi ve üreticisinin her iki yılda bir buluştuğu, inanılmaz büyük, o ölçüde görkemli ve tek kelimeyle büyüleyici bir yer. Geçen hafta Fransa’nın Bordeaux (Bordo) kentinde bu dev buluşmayı sizler için izledim, yüzden fazla şarap tattım ve gerçekten hayran kaldım. Gördüklerimi ve hissettiklerimi merak ediyorsanız, buyurun anlatayım.
Uçağım sıcak ve çok nemli bir Bordeaux sabahına indiğinde daha henüz neyle karşılaşacağımı tam bilmiyorum. Evet, elimde vinexpo.com’dan alınmış bilgiler var ama görmek bambaşka bir şey. Havaalanının her tarafı vinexpo bayrakları ve afişleriyle süslenmiş. Bordeaux kenti için bu fuarın ne denli büyük öneme sahip olduğunu anlamakta gecikmiyorsunuz. İlk işim fuara giden bir servis otobüsü aramak. Tarif edilen yerdeki otobüsü bulup biniyorum. İçerisi şık insanlar ve havayı saran akşamdan kalmış nefes kokularıyla dolu. Doğru otobüste olduğumu o saat anlıyorum.
Kısa bir yolculuktan sonra dev bir gösteri kampusunda buluyorum kendimi. Çok büyük dört farklı salon ve içeri girip çıkan binlerce insan. Burası bir ticaret fuarı. Yani içeride sadece olası alıcılar ve tekmil satıcılar var. Sektörden (ya da basından) olmayan hiç kimse fuara kabul edilmiyor. Yüklü giriş ücretini ödemek isteseniz bile. İçerideki sınırsız sayıdaki şarapları tadıp kafayı bulmak isteyenler için bir yer değil yani burası. Sadece ‘toptan’ alışveriş. Ama aynı zamanda da çok önemli bir mesleki bilgi alışverişi. Her biri bir mücevher dükkanı zarafeti ve görüntüsüyle tasarlanmış teşhir alanlarında (stantlar), yine her biri görücüye çıkmış gelinlik kız misali sıra sıra dizilmiş şişelerce şarap sergileniyor.
50 BİN FARKLI ŞARAP SERGİLENİYOR
İsterseniz vaziyeti rakamlarla da anlatabilirim. Koridorlar, konferans salonları, restoran ve bar alanları, ortak tadım odaları ve bunlar gibi müşterek mekanlar haricinde kalan ve sadece ‘stant’ alanı olarak kullanılan yerin miktarı 41 bin metre kare. Bu alanda yaklaşık 2 bin 400 stand yer alıyor ve 50 binin üzerinde farklı şarap teşhir ediliyor. Fuarı gezen ziyaretçi sayısı da 50 bin kadar. Çoğu Fransız, ama 140 farklı ülkeden gelen ziyaretçiler burayı tek kelimeyle beynelmilel bir şölen merkezi haline getiriyor. Örneğin ABD’den katılan kişi sayısı 1.500. Bizden katılım ise, benimle birlikte 10.
Dünya şarap piyasası gerçekten tahmin edemeyeceğiniz denli büyük ve iktisadi açıdan çok önemli bir pazar. 2004 yılında dünyada 267 milyar dolarlık şarap alınıp satılmış. Bu rakam ne anlama geliyor diye sorarsanız hemen söyleyeyim: Türkiye’nin milli gelirine yakın parasal bir miktar. Üstelik alkol ile ilgili tüm sağlık uyarılarına rağmen sürekli gelişen bir pazar. Bu pazarda Türkiye olarak yerimiz oldukça sınırlı ve çok küçük. Oysa üzüm üretimine son derece müsait topraklara ve insanlığın tarihi kadar eski bir bağcılık geleneğine sahibiz.
Vinexpo’nun kelime anlamı ‘şarap (vin) sergisi (expo)’. Bu yılki fuarda ülkemizi yalnızca Kavaklıdere şirketi temsil ediyor. Kalabalıkça bir ekiple katılmışlar. Üzerinde ‘Anatolian Wines’ (Anadolu Şarapları) yazan, makul büyüklükte ama güzel bir stantları var. Bu farklı üzümler pek çok dünya şarap meraklısı için oldukça enteresan sayılabilecek şeyler. Kavaklıdere son on yıldır sürekli olarak fuara katılıyor. Ama daha henüz hiçbir başka şarap üreticimiz bu önemli organizasyonda yer almamış. Nedeni nedir bilmiyorum ama özellikle de Güney Amerika ülkelerinin şarap stantlarını görünce, bu çok ciddi para kazanılabilecek sektörde ülke olarak ‘para kazanmamak’ için ne güzel uğraşlar verdiğimize gülümsüyorum. Üstelik ufacık bir şarap bağıyla imalathanesinin bile ne çok kişiye istihdam olanağı sağladığını düşününce. Şili’nin aldığı stant alanı tam 1.000 m²; tek bir büyük çatı altında tüm üreticiler (rakipler) toplanmış, mallarını tanıtıyor, para kazanıyorlar.
TADIMDA, YUTMADAN KOVAYA TÜKÜRÜYORUM
Ortalık gerçekten bir şölen yeri. Tadım yapanlar, sipariş verenler, şarap üretimi ile ilgili bilgi alanlar, ‘Şarap nasıl pazarlanır’ konferanslarına katılanlar ve benim gibi bu görkem karşısında şaşırıp kalanlar.
Meraklısı günde ortalama 200 değişik şarap tadıyor. Ama ben bu kadar meraklı olamıyorum. İlk gün ancak 100 farklı şarap deneyebiliyorum. Ádet olduğu üzere, hiçbirini yutmayıp iri tükürme kovalarına boca ediyorum. Tadım kuralları böyle. Aksi halde ne tattığını kısa bir süre sonra anlayamaz hale gelebilirsin. Tadım serüvenine başlayabilmem ise kendi içinde bir öğrenim oluyor. ‘Bu kadar şarap içinde acaba nasıl bir sıra izlemeliyim ki fuardan en fazla yararı sağlayayım’ diye düşünüyorum. Bunu anlamanın en kolay olabilecek yoluna başvuruyorum: Daha iyi bileni izlemek! Kavaklıdere ekibine yanaşıp onların turlarına katılmaya gönüllü oluyorum.
Kavaklıdere hem Türkiye’nin en büyük özel şarap üreticisi, hem de aynı zamanda ‘Kav’ ismini verdikleri şarap butiklerinde satılmak üzere yabancı şarap ithal eden bir şirket. Kav butikleri para kazanmaktan ziyade şarap kültürünü geliştirmek amacıyla kurulmuş olan yerler. ‘Bu adamlar kendileri şarap ürettikleri için nasıl olsa bu işi benden çok daha iyi anlarlar ve ayrıca da fuardaki şarap satıcıları onlara çok daha iyi davranır’ şeklindeki düşüncem çok geçmeden kendini doğruluyor. Önceden randevulaşmış oldukları bir dizi şarap üreticisini ziyaret ediyor ve olağanüstü güzel şaraplarla karşılaşmaya başlıyoruz. İlk randevumuz 11.00’de.
Tüm şarap profesyonellerinin yaptığı gibi, duyuların en hassas olduğu sabah saatlerini, en iyi şarapların tadımına ayırıyoruz. Tattığımız ilk Fransız şaraplarından ve özellikle de Jean-Claude Boisset markalı olan sınırlı üretim şaraplarından çok etkileniyoruz. Ekip, burada denediklerimizden birini ithal etmeye karar veriyor gibi.
Daha sonra gittiğimiz firmaların tümü de önemli üreticiler ve çok önemli şarapları var. Özellikle de Sangiovese üzümü temelinde üretilen harika şarapları olan bir İtalyan şatosunun standına daha uzun takılıyoruz. Tattıklarımıza doyamıyoruz. Kav’cılar burayı da ithalat listelerine dahil ediyorlar. Yani yakında bu şatonun şaraplarını da Türkiye’de bulabileceğiz.
Vinexpo’da yeni trendleri de öğreniyoruz. En yaygın trend, ‘aromatik’ beyaz şaraplara hızla artan ilgi. Bu şaraplar (ki özellikle Yeni Zelanda’nın tropikal meyve aromalı şarapları çok iyi) sektördeki yeni yönelişleri de kolaylaştırıyor.
Şarap firmaları pazarlama yaklaşımlarında yeni segmentasyonlara gidiyorlar. Örneğin kadınları ve yetişkin gençleri şarap pazarına dahil etmek için oldukça etkili yeni yöntemler uyguluyorlar. Mesela fiziği konusunda duyarlı hanım müşteriler için düşük alkollü, yüksek aromalı ve az kalorili yeni şaraplar geliştiriyorlar. Yeni paketleme türleri de öne çıkıyor. Örneğin piknik için çift şişeli, burgu kapaklı şarap paketleri, tek kadehlik şişelerde beyaz şaraplar, Swarovski kristaline doldurulmuş pahalı şaraplar vb...
GECENİN SONUNDA BORDEAUX LOKANTASI
Her güzel şeyin bir sonu var. Vinexpo’daki iki günüm hızla doluyor ve tadım serüvenim üzülerek sona eriyor. Ama gece uzun, hatta yılın en uzunu.
Kavaklıdere’nin genel müdürü Ali Başman, tüm ekibi ve beni akşam yemeğine davet ediyor. Restoranı ben seçiyorum: Le Chapon Fin. Burası Michelin yıldızlı bir balık restoranı ve Bordeaux’nun en köklü lokantası. Böyle bir şöleni sonlandırmak için hiç fena bir seçim olmadığını kısa zamanda anlıyoruz.
Ali Bey’le ben, bu özel hafta için adını ‘Vinexpo Menu’ koydukları, yedi farklı yemek içeren şefin tadım mönüsünü istiyoruz. Beyaz şarabımıza da zaten fuarda karar vermiştik: Chateau de Fieuzal 1999. Olağanüstü bir Bordeaux şarabı. Vinexpo, Bordeaux kenti için yılın dönüm noktası. Bir haftalık fuar şehre 70 milyon euro bırakıyor. Bu gece ise güneşin dönüm noktası. Hep birlikte Bordeaux sokaklarına çıkıp, kalabalığa, müziğe ve tıklım tıklım şenliğe karışıyoruz. Tek arzumuz, yılın bu en uzun gününü biraz daha uzun kılmak. Başımız, bu baş döndürücü ortamın etkisiyle biraz daha dönmeye başlıyor.
BALON ŞARAP KADEHLERİNİ UNUTUN!
Vinexpo’da en fazla dikkatimi çeken şeylerden biri, şarap kadehlerinin şekliydi. Biliyorsunuz bu konuda iki yaygın görüş var. Birincisi her farklı şarap için farklı bir şarap kadehi kullanmanız gerekli diyen görüş, ki ben (şampanya kadehi dışında) bu görüşe zinhar katılmıyorum. Çok paranız varsa ve keyfinize de çok düşkünseniz, elbette gidip bir bölük pahalı şarap kadehi almanızda hiçbir sakınca yok. İkinci görüş ise benim de dahil olduğum ve daha yaygın kabul gören yaklaşım: Düzgün ve kaliteli bir cam kadeh hem beyaz ve hem de kırmızı şarap için yeter de artar bile. İstanbul’da bir süredir kırmızı şaraplar dev büyüklükte, insanın tutarken zorluk çektiği ve masada koyacak yer bulmakta zorlandığı, abartılı kadehlerde sunuluyor. Oysa gerek Vinexpo’da tadım için ya da konuklara servis için kullanılan kadehler olsun, gerekse de dünyanın ve Fransa’nın seçkin restoranlarında kullanılanlar olsun, hem kırmızı ve hem de beyaz şarap kadehleri tek tip ve resimde gördüğünüz şekildeler. Hatta su için bile aynı tarz kadeh kullanılıyor. Masada önünüzde aynı boy üç tane ayaklı tek tip kadeh yer alıyor: Biri beyaz, biri kırmızı şarap, diğeri ise su için. Anlayacağınız, farklı şaraplarla farklı kadehler kullanmak ve özellikle dev balon kadehlerde kırmızı şarap içmek ‘out’!
İZNİNİZLE İZNE ÇIKIYORUM
Sevgili okurlar, neredeyse dört aydan beri hiç soluk almadan, Anadolu’da ve Avrupa’da dere, tepe, kent, kasaba dolaşıp gördüklerimi, yediklerimi ve içtiklerimi sizlerle paylaştım. Hem yoruldum hem de konu torbam boşaldı. İzninizle yazılarıma kısa bir ara verip, yaşam akümü şarj etmek istiyorum. Dönüşte yine ilginç yolculuklarda beraber olmak dileğiyle.
Yazının Devamını Oku 26 Haziran 2005
Göller Bölgesi’nde Eğirdir’den sonra ıssız köy yollarını, tepelere tırmanan yokuşları aşıp sırasıyla Kovada, Beyşehir, Akşehir ve Eber göllerine de uğradım. Kovada haricinde diğerleri yüzlerini benden hep gizlediler, güzelliklerini ele vermediler. Göller bölgesindeki ikinci günümde sabah erkenden yola çıktım. Eğirdir’de yeni gün henüz başlamamıştı. Issız sokakları sessizce geçtim. Kimseyi uyandırmadan gölün güneyine, Antalya’ya doğru uzanan yola saptım. Elma bahçelerinin, soğuk hava depolarının, kavakların, söğütlerin, kocamış çınarların önünden akıp gittim. Yolum dolambaçlı ve uzundu. Rotamın üstünde köyler, kasabalar, göller, dağlar, ovalar ve tarihi kalıntılar vardı. Bunların hepsini görecek, hazmedecek ve karanlık basmadan soluğu Beyşehir’de alacaktım. Böyle bir program çizmiştim kendime. Bir radyo istasyonunda bir türküyü dinlerken, güneşin Dedegöl dağlarının zirvelerinden ilk ışık oklarını savurmaya başladığını gördüm. Dağ kızarırken ben yolu yarılamıştım bile.
Eğirdir’in yavrusu Kovada Gölü’ne gidiyordum. Yavrusu diyorum çünkü dokuz kilometrekarelik bu göle sularını Eğirdir gönderiyordu. İki gölün arasında su taşıyan ırmağı, anne ile çocuk arasındaki göbek bağına benzettim. Küçük bir okun gösterdiği yerden dönüp, Kovada Gölü Milli Parkı’nın içine daldım. Biraz sonra göl maviler saçarak göründü. Önce kıyı kıyı gittim. Gölün çevresi ağaçlarla süslenmişti. Küçük koylar ağaçların köklerini okşuyor, ağaçlar da yeşil boyalarıyla göle renk katıyorlardı. Kovada bütün ağaçlara kucak açmıştı: Kızılçam, meşe, ardıç, defne, mersin, kocayemiş, zeytin, sandal, yabani gül, tesbih ağacı... Ama göl çınarları biraz kayırmış gibiydi. Mavi sularını yaşlı, genç yüzlerce çınarın gölgesine yaslamıştı.
KANYON BAHANESİ
Bir süre sonra yol gölden uzaklaşıp, bir tepeye tırmandı. Kovada’nın tümünü görebileceğim bir yerde park edip, küçük ocağımda kahve pişirdim. Günün ilk kahvesiydi bu. Bir ağaca yaslanıp, o anı belleğime nakşettim. Ne güzel bir göldü burası. Acaba kamp kurmak serbest miydi?.. Ya balık tutmak? Sazanın, levreğin oltanın ucuna takılmasını beklemek ne keyifli olurdu kim bilir?.. Ve o birbirine dal atıp, kokularını yarıştıran ağaçların arasında, ayak seslerimden ürküp kaçan tilkileri, yaban keçilerini, pır pır uçan keklikleri, çullukları seyrederek saatlerce yürümeye doyabilir miydim?
Yoluma devam ettim. Bir ıssızlığın içinde akıp gidiyordum. Virajlar beni yükseklere çıkartıyordu. Görkemli sedir ağaçlarının süslediği yükseklerden bakınca, yörenin gizlisi saklısı kalmıyordu. Tepeler, vadiler, kanyonlar zirveden bakanlara -bana- her şeylerini ayan beyan gösteriyorlardı. Antalya’ya doğru baktım ve uzaklardaki Karacaören Baraj Gölü’nü gördüm. İşte oraya gidiyordum. Gölün yakınındaki Yazılı Kanyon’da, duvarlara kazınmış yazıları görecektim. Aslında o yazılar bahaneydi. Kaçmak, gitmek, görmek, kaybolmak için bugüne kadar bulduğum yüzlerce bahaneden birisiydi.
Göle yaklaşınca Çandırlı’ları kıskandım. Kasaba bir cennetin kıyısında, ağaçların gölgesinde tüm çirkinliklerden saklanmıştı. Yazılı Kanyon’un girişinde bir çadır kentle karşılaştım. Dağcılık Federasyonu burada kamp kurmuştu. Bekçinin gösterdiği yöne doğru tırmandım. Soluğum kesildikçe bir kayanın üstüne oturup, kanyonun tabanından gürül gürül, pırıl pırıl akan dereyi seyrettim. Biraz daha ilerleyince her kayanın üstünde bir gence rastladım. Öğrenciler başlarında hocaları, bellerinde ipleri ile kanyonun aşılmazlığına meydan okuyorlardı.
ISSIZ KÖY YOLLARI
Bir misyonerin duvara kazıdığı yazıları, sunak yerlerini görüp yamaçtan aşağıya indim. Derenin billur gibi soğuk suyuyla terlerimden arındım. Yörenin tertemiz havası ile de ciğerlerimi yıkayıp yeniden ıssız köy yollarına döndüm. Gezilerimde mümkün olduğunca ana yollara çıkmamaya çalışıyor, haritada kılcal damar gibi görünen ara yolları tercih ediyordum. Bu yolları normal haritalarda görmek olanaksızdır. Atlas Dergisi’nin hazırladığı bölge haritalarını kullandığım için, gideceğim yerleri bulmakta zorlanmıyordum. Gerisin geri Kovada’ya doğru döndüm. Sütçüler, Ayvalı, Aksu, Yenişarbademli üstünden Gölyaka’da Beyşehir Gölü’ne kavuştum.
Kapladığı 800 kilometrekare ile Türkiye’nin üçüncü büyük gölü olan Beyşehir, komşusu Eğirdir gibi mavinin tonlarını yansıtıyordu. Arabamın sesi, sazlıkların arasına çekilmiş bir kayıktaki balıkçıyı uyandırdı. Çevreyi sormak için sigarasından bir iki nefes çekmesini bekledim. Ona göre balık eskisi gibi bol değildi. Böyle giderse ağları toplayıp, tekrar toprağa dönecekmiş. ‘Rastgele’ deyip, Beyşehir’e doğru yoluma devam ettim.
Beyşehir Gölü, Eğirdir gibi yüzünü göstermekte pek cömert değildi. Yolun kıyılarına yaklaşmasına pek izin vermiyor, sarı sazlıkların arkasına saklanıyordu. Önce kayalık ve taşlık arazilerin arasından geçtim. Ağaçlarla kayaların birbirleriyle sarmaş dolaş dost olmalarını izledim. Elma ağaçlarının neden bu gölün kıyılarını süslemediklerini düşündüm. Beyşehir’e genişçe bir bulvardan geçerek girdim. Karşıma mütevazı bir ilçe yerine koca bir kent çıkıverince şaşırıp kaldım.
BEYŞEHİR’İN GEÇMİŞİ
Tarihçilere kulak verdiğimde, ilçenin geçmişinin çok eskilere dayandığını öğrendim. İlkçağ’da bölge Pisidya adıyla anılıyordu. Beyşehir’in bilinen ilk adı Karallia idi. Bizanslılar gelince bu ad Skleros olarak değiştirildi. Daha sonra harap olan şehir Viranşehir adıyla anılmaya başlandı. Eşrefoğulları’nın hakim olduğu dönemde Viranşehir Süleymanşehir’e dönüştü. Beyliğin merkezi olduktan sonra da Beyşehir adını aldı ve bugünlere geldi.
Akşama daha vakit vardı. Önce gölü tanımak istedim. Ama dediğim gibi göl kendini ele vermek niyetinde değildi. Birkaç köy haricinde kıyısına yaklaşılmıyordu. Tarlalar, bataklıklar meraklılara izin vermiyordu. Önce Akburun köyünde şansımı denedim. Ama göle yaklaşamadım. Sonra Kuşluca’ya saptım. Orada da başarılı olamadım. Daha sonra tarlaların arasından giden bir yolu izleyip, gölün mavisine kavuştum. Sabahtan beri yollardaydım ve yorulmuştum. İskemlemi ve ocağımı çıkardım. Suların şıpırtısına kulak verip, kahvemi yudumladım.
Denizden 1116 metre yükseklikteki Beyşehir Gölü, çukurunda biriktirdiği 6 milyon metreküp su ile Türkiye’nin en büyük tatlı su gölüydü. Genişliği 10 ile 25, uzunluğu 42 kilometre olan göl kucağında irili ufaklı tam 33 adayı barındırıyordu. Beyşehir’de güneşin batışının muhteşem olduğunu duymuştum. Önde mavi göl arkada Anamas Dağı ile birlikte kırmızılı, turunculu bir gökyüzü seyredenleri mest edermiş. Bir acele ilçeye geri döndüm. Niyetim göl kıyısında bir lokantaya oturup, güneşi batırmaktı. Bu arzumu gerçekleştiremedim. Çünkü Beyşehir’de kafama uygun bir kıyı lokantası bulamadım. Güneşi bir kadeh şarap eşliğinde batırmak istiyordum. Beyşehir’de ise -artık tüm Anadolu’da olduğu gibi- içki veren yer bulmakta zorlandım. Yemeğimi, sigara dumanlarından oluşmuş sis perdesinin altında, karanlık bir lokanta köşesinde yedim. Geceyi ‘Öğretmen Evi’nde geçirdim. Ucuz, manzaralı, temiz pak bir tesisti.
YALVAÇ’TA ANTİK KENT
Sabah erkenden yola çıktım. Hızla kentin en önemli tarihi eserlerinden biri olan Eşrefoğlu Camii’ne gittim. XIII. yüzyıldan kalma bir yapıydı. Friedrich Sarre’nin kitabından öğrendiğime göre, tavanı tutan 48 ahşap sütun Anamas Dağı’nın değerli sedir ağaçlarından yapılmıştı. Yazar bu cami için, ‘orta Anadolu’da gördüğüm en ilginç ortaçağ eserlerinden biri’ diyordu. Camiyi gezdikten sonra Beyşehir’den ayrıldım. Önce Şarkikaraağaç’ta fırından yeni çıkmış poğaça ile kahvaltıyı hallettim. Oradan bir koşu Yalvaç’a vardım. Niyetim Kral I. Antiokhos’un (MÖ 280-261) kurduğu antik kentin kalıntılarını görmekti. Kazı yeri ilçeden bir kilometre kadar içeride, Sultan Dağı’nın uzantılarının birinin üstündeydi. Bir bölümü gün yüzüne çıkarılmış olan bu kent, 731 yılında Araplar tarafından tahrip edilene kadar önemli bir merkez olma özelliğini korumuştu. Osmanlı döneminde ise antik kentin yıkıntılarının yanında Yalvaç kasabası gelişmişti. Kentin hemen yanı başındaki su kemerleri o dönemin görkemini gözler önüne seriyordu.
Yalvaç’tan Akşehir’e geçtim. Nasreddin Hoca’nın türbesini ziyaret edip, bir süre ilçenin geçmişini yansıtan arka sokaklarda, cumbalı evlerin gölgesinde dolaştım. Sonra Hoca’nın maya çaldığı Akşehir Gölü’ne doğru yollandım. Bu göl de Beyşehir gibi yüzünü göstermeyen bir göldü. Sorkun, Yeniköy, Gölçayır, Kavakçiftliği... Köylere girip çıkıyor ama bataklığı aşıp göle ulaşamıyordum. Gölü kendi halinde bırakıp bu kez biraz daha kuzeydeki Eber’in yoluna saptım. Köyün içinden geçip, arabayı bataklığın ucunda durdurdum. Göle uzaktan el salladım. Sazlıklara bir kayık yaslanmıştı. Çürümüş tahtalarına bakılırsa, balıkçılıktan yıllar önce emekli olmuştu. Kayığın üstünde bir ördek vardı. Makinemi kaldırınca korktu, göle doğru uçtu. O kaçtıktan sonra çevrede başka canlı kalmadı. Eber de kendini göstermedi. Israrcı olmadım. Gerisin geri anayola çıkıp, İstanbul’a doğru gaza bastım. Bir rotayı daha tüketmenin huzurunu, vücudumun her hücresinde hissediyordum.
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2005
Geçen hafta başladığım ‘Göller Bölgesi’ gezim bu hafta da sürüyor. Yedi Renkli Göl adı da verilen Eğirdir Gölü, çevresindeki dağlar, meyve bahçeleri, suyun içinden yükselen ağaçları, sarı sazlıkları ile her koyunda ayrı bir güzellik sergiliyordu. Eğirdir, güzelliği kadar tarihi ile de ünlüydü. Yıllardan beri yollardaydım ama nedense ‘Göller Bölgesi’ne hiç uğramamıştım. ‘Yedi Renkli’ Eğirdir Gölü’nün kıyısından ilçeye doğru giderken öylesine güzel manzaralarla karşılaşıyordum ki, tüm yorgunluğum dağlara doğru uçup gidiyordu. Her tondan mavi, çiçek açmış elma ağaçları, sarı katır tırnakları, rüzgara boyun eğmiş narin gelincikler, yarı beline kadar suya batıp yansımalarını seyreden ağaçlar, ıslık çalan sazlıklar... Cennetten görüntülerdi sanki. Burası yıllardan beri bildiğim ama görmediğim bir coğrafya parçasıydı. İleride Eğirdir’in kiremitli çatıları, Barla Dağı’nın berrak ve ışıltılı karları, küme küme gökyüzünde gezinen bulutlar önümdeki tabloyu süsleyen diğer figürlerdi.
Eğirdir hep gezginlerin yolu üstünde olmuştu. Birçok ünlü kişi bir şekilde buraya uğramış, eserlerinde bura hakkında övücü cümleler kurmuşlardı. Bunlardan biri olan Alman Friedrich Sarre, ‘Küçük Asya Seyahati’ adlı kitabında Eğirdir’le ilk karşılaşmasını şöyle anlatmıştı: ‘Gölün pırıltılı yüzeyi ayna gibi önümüzdeydi. Sağdaki yalçın dağdan fırlayan kaya çıkıntısı gölün suyuna dalıyor, küçük şehrin süslü evleri bu kaya parçasını kaplıyor ve suları, kuleleri ve yıkıntılarıyla Alaaddin Kalesi, kayanın tepesini taçlandırıyordu. Daha uzakta, gölün yüzeyinde o iki ada görünüyordu. Küçük olanı sık ormanla örtülüydü ve diğerinin üzerindeki iç içe geçmiş Rum evlerinin damlarının arasından Türk camiinin yüksek minaresi fırlıyordu. Birkaç beyaz yelken, bütün Küçükasya’da bir benzeri olmayan ve şimdiye kadar pek bilinmeyen bu harika manzaraya can katıyordu...’
GEZGİNİN KORKUSU
Yazarla aynı açıdan baktığımda, yılların taşıdığı değişimi görebiliyordum. Örneğin Eğirdir’in artık iki adası yoktu. Ormanla kaplı olan Can Adası ile nüfusunun tamamı Rumlardan oluşan Yeşil Ada, gölün suları çekildikten sonra ince bir yolla karaya bağlanmışlardı. Eski kenti yeni siteler kucaklamıştı. Tarih, bu taş yığınının arasında sıkışıp kalmıştı. Sarre, yazısında Eğirdir’in görenlere bu kadar zevk vermesini, kentin anayollara uzak olmasına bağlamıştı. Alman gezgin endişesini şöyle açıklamıştı: ‘Bu dağ gölü ulaşıma açıldığı zaman, mesela İzmir’den Dinar’a giden demiryolu birkaç yıl içinde buraya kadar gelirse ve buharlı gemiler gezginleri adalara taşırsa, o zaman bu yörenin ve halkının başka hiçbir yerde göremeyeceğimiz saflıktaki gerçek Doğulu karakteri adım adım gerileyecek. O zaman kurnaz bir Rum bir otel açacak ve hiçbir yabancı gerçek Türk misafirperverliğinin tadına varamayacak...’
Sarre’ın korkusu gerçekleşmiş, gölün çevresi asfalt yollarla çevrelenmiş, İzmir’den kalkan tren Dinar’ı aşıp ilçeye ulaşmış, modern ulaşım araçları uzakları yakın etmişti ama, Eğirdir güzelliğinden ve konukseverliğinden pek bir şey kaybetmemişti. Arabayı meydanda bir yere park ettim. Dışarı çıktığımda gölün üstünden kopup gelen güneyli bir rüzgar terli bedenimi ürpertti. Önce, bugün çarşı olarak kullanılan Selçuklu medresesinin avlusuna girip çevreyi seyrettim. Daha sonra Hamitoğlu Emiri Dündar Bey’in yaptırdığı diğer medreseye geçtim. Merkezde uğradığım diğer bir tarihi eser ise 15. yüzyılın başlarında yaptırılan Hızır Bey Camii oldu.
KASABANIN PAZARI
Kaynaklara göre Eğirdir’in antik dönemdeki adı Limnai idi. Bizans döneminde ise Prostanna olarak anıldı. Kent 13. yüzyılın başlarında Selçukluların, 1412’den sonra da Hamitoğlu Beyliği’nin yönetimine geçti. Beyliğin kurucusu Felekeddin Dündar, kentin Bizans’tan kalan adını beğenmedi ve kendisini hatırlatacak şekilde Felekabad olarak değiştirdi.
1219 yılında I. Alaeddin Keykubad tarafından yaptırılan ve şimdi harabe halinde bir duvarı kalan kalenin kapısından girince kendimi pazar yerinde buldum. Meydan Yeşilada’ya giden yola kadar pazarcılar tarafından işgal edilmişti. Yiyecekten daha çok kap kacak, giyecek, ev ve mutfak eşyaları sergileniyordu. Şehir işi peynirler, zeytinler, bakliyatlar, katı, sıvı yağlar müşteri çeken tezgahların başında geliyordu. Gölün çevresi o gün Eğirdir’e akmıştı.
Aslında Eğirdir pazarı oldum olası ünlüydü. 1890 tarihli bir kitapta bu pazar şöyle anlatılmıştı: ‘Bu memlekette haftada bir defa olmak üzere muhteşem bir pazar kurulur. Şehir halkı ziraatle uğraşmaz. Genellikle sanatkardır. Kasabanın yiyecek ihtiyacı kayıklarla çevre köylerden gelir. Çevreden gelen köylüler Eğirdir pazarına yağ, yoğurt, yumurta, bal, tavuk, un ve davar getirirler. Bunun karşılığında her türlü kereste, alaca bez, ayakkabı ve sanayi ürünleri alırlar...’
Pazarı baştan sona gezdim ama ilgimi çekecek yerel bir şeye rastlayamadım. Kalabalığı geride bırakıp, adalara doğru yürüdüm. Önce park haline getirilmiş Can Adası’na vardım. Katip Çelebi’nin Gülistan adını taktığı adada geçmişte pek yerleşim olmamıştı. Bazı Batılı gezginler, üzüm bağlarıyla kaplı bu minik adada, bir zamanlar zengin Osmanlı paşalarının evlerinin bulunduğunu, bu evlerde alemler düzenlediğini öne sürüyorlardı.
ESKİ KİLİSE
Can Ada’dan sonra ise daha büyük olan Yeşilada’ya vardım. Sahildeki balık restoranlarına, pansiyonlara, kıyı kahvelerine bakılırsa burası Eğirdir’in eğlence üssü olmuştu. Kapılarını henüz açmamış bir kahvenin örtüsüz bir masasına oturup, dört bir yandaki görüntüyü sindirmeye çalıştım.
Alman gezgin Sarre, adanın yüz yıl öncesini şöyle anlatmıştı: ‘Adada evler daracık sokaklarla birbirinden ayrılıyor ve bu ev deryasında bitkilere ve ağaçlara ayrılacak yer bulunmuyor. Adanın sayıları bin kadar olan yerlileri Yunan kökenli ve Ortodoks. Az sayıda da Türk var. Rumlar Türk nüfusun arasında anadillerini unutmuşlar ve sadece Türkçe konuşuyorlar. Balıkçılıkla geçiniyorlar ama kimileri de karada şarapçılık yapıyor...’
Kahveden kalkıp, dar sokakları arşınladım. Kilitli kapısının üstünde ‘Ayastafanos Kilisesi’ yazılı binanın içine pencerenin tozlu camlarından baktım. Dört duvardan başka bir şey görmedim. Aslında burada bir zamanlar iki tane kilise olduğunu okumuştum. Aziz Stefanos’a adanan ve ortaçağ yapısı olduğu belirtilen bu kilisenin yerinde yeller esiyordu. Kaynaklar bu kilisenin kütüphanesinin çok kıymetli eserlerle dolu olduğunu belirtiyordu. Şimdi kapısında kilit sallanan ikinci kilise ise XIV. yüzyılında yapılmıştı ve mimari açıdan pek bir değer taşımıyordu.
Adadan ayrılmadan önce restoranları ‘teftiş’ ettim. Akşam için bir tanesini gözüme kestirip, kalacağım otele doğru hareket ettim. Eğer gidecek olursanız Eğirdir’de kalacak yer sorunu yaşamazsınız. Kentin merkezinde birkaç tane eli yüzü düzgün otel var. Ayrıca birçok pansiyon da, uygun fiyata temiz konaklama olanağı sunuyorlar. Ben tercihimi, merkeze biraz uzak olan Nafiz Yürekli Anadolu Turizm Meslek Lisesi’nin uygulama otelinden yana kullandım. Öğrencilerin itina ile hazırladığı göle nazır odamda, yemek saatine kadar yorgunluğumdan soyundum.
GÖLÜN BALIKLARI
Akşam güneş batımına yakın bir acele tekrar Yeşilada’ya gidip, deniz kıyısındaki restorana oturdum. Garsonla kısa bir sohbet ettikten sonra Eğirdir’e özgü yemek arama çabasından vazgeçtim. Burada doğal olarak balık en gözde yemekti. Gölde balık çeşidi pek yoktu: Sazan, levrek, kadife, sudak ve bir zamanlar da kerevit. Bir zamanlar Eğirdir’in önemli gelir kaynağı olan kerevit son yıllarda kayıplara karışmıştı.
Eğirdir’de doğup, sonra ünlü bir gezgin olan Süleyman Şükrü Karçınzade, 1900’lerin başında yazdığı bir makalede, göldeki balıkların değerlendirilmemesi konusunu şöyle eleştirmişti: ‘Civarımızda bulunan İzmir’de, yabancıların getirdiği sıradan balıkların kilosu 5 kuruştan aşağı düşmezken, burada balık avcılığı ile uğraşanlar dışarıya satmayı düşünemeyip, birkaç okkasını bir meteliğe satmak için müşteri bulamazlar, balıkları kokuturlar. Eğirdir buz ve balık memleketi olduğu halde, buradan Burdur’a bile balık sevkiyatı yapılamaz. Halbuki bu balıklar dünyanın en leziz balıklarıdır...’
Restoranda mezelere yüz vermedim. Önce bir sazan tava istedim. Çamur-yosun kokusu ağır bastığı için yiyemedim. Ama ardından gelen levrek tavanın tadına doyamadım. Kılçıklarından arındırılmış levrek filetoları, önce unlanıyor, sonra unlu yumurtalı başka bir karışıma bulandıktan sonra kızgın tavaya atılıyordu. Aslında buna ‘levrek böreği’ demek daha doğru olurdu. Balığın yanına bir de çoban salata söyledim. Yemekler geldiğinde güneş karşı tepenin arkasından son ışıklarını gölün üstüne gönderiyordu.
Ertesi gün önümde uzun bir yolculuk vardı. Onun için geceyi fazla uzatmadım. Zaten Eğirdir’de ışıklar birer ikişer sönmeye başlamıştı. Kovada, Beyşehir, Akşehir, Eber gölleri haftaya kaldı.
Yazının Devamını Oku 12 Haziran 2005
<B>İ</B>stanbul’la birkaç gün hasret giderdikten sonra yine yollara düştüm. Dere tepe düz gidip, göller bölgesinde tabloyu andıran manzaraların arasında dolaştım durdum. Ben tatilde oradan oraya zıplamayı, yol yapmayı, köşe bucak dolaşmayı çok seviyorum. Size de böylesine bir tatili öneririm.
Geçen haftalarda iç Ege’nin dağında ovasında dolaşıp durmuş, baharın coşkusunu izlemiştim. Sürekli yollarda olmaktan yorulmuştum. İstanbul’a dönüşümde Boğaz’ı süsleyen koruları seyrettim, Beyoğlu’nda kalabalıklarla birlikte yürüdüm, kitaplarla uğraştım, sinemaya gittim, davetlerde boy gösterdim. Yani İstanbul’un doyumsuz güzelliği ve karmaşası ile hasret giderdikten sonra tekrar yollara düştüm. Bu sefer rotamı daha önce hiç gitmediğim ‘Göller Bölgesi’ne doğru çevirmiştim.
Tem’i Adapazarı kavşağından terk edip, Geyve vadisine doğru döndüm. Vadinin iki yanında yükselen tepeler, iyiden iyiye yeşile boyanmıştı. Solumda her zamanki azametiyle akan Sakarya Nehri’nde Karadeniz’e kavuşma telaşı vardı. Vadiden çıktıktan sonra, Ali Fuat Paşa’dan itibaren çiçekleri artık meyveye dönen ağaçlar her tarafı sardı. Pamukova, Osmaneli, Bilecik’e kadar manzara değişmedi: Sıra sıra elma, kiraz, şeftali, armut... Toprak, iç Ege’de olduğu gibi burada da bereket saçıyordu.
Evden çok erken çıkmıştım. Sabahın bu saatinde yola, ara ara sis oturuyordu. Ağaçlar masallarda anlatıldığı gibi bulutların üstünden yükseliyordu. Yol birden kayboluyor, biraz sonra yeniden görünüyordu. Sabah güneşinin parlattığı sis, şifondan yapılmış bir hayal perdesini andırıyordu. Perdeye dala çıka Bozüyük, Kütahya derken Afyon’u buldum. Yılların İkbal tesislerinde yemek molası verdim. Restoran her zaman olduğu gibi yine doluydu. Ismarladığım yemek önüme buz gibi geldi. Garsonu uyardım, tabağı alıp mikro dalga fırına sokup çıkardı. Bu sefer yemeğin yarısı ısınmış yarısı soğuk kalmıştı. Geldiğime geleceğime pişman oldum. Hem lezzetler bozulmuş, hem servis eski ciddiyetini kaybetmişti. ‘Nasılsa gelirler’ zihniyeti burayı da teslim almıştı. Uzun zamandan beri en favori yol lokantam olan İkbal’den, bu kez hayal kırıklığı ile ayrıldım.
Afyon’dan Şuhut yoluna saptım. 25 kilometrelik bir yoldu. Ovayı sarmalayan Kumalar Dağı’nın zirvesindeki karlar güneşe hálá direniyorlardı. Güzel ve düzgün bir yoldu.
ŞUHUT’UN LÜKS MERMERLERİ
Şuhut, antik çağda mermer ocaklarıyla ünlenmiş bir yerleşim yeriydi. Strabon ‘Coğrafya’ kitabına burayla ilgili şu notları düşmüştü: ‘Synnada (Şuhut) yaklaşık 11 kilometre uzunluğunda ve zeytin ağaçları dikilmiş bir ovanın sonundadır. Bu ovanın öte tarafında mermer ocakları vardır. Başlangıçta bu ocaklardan orta derece büyüklükte mermerler çıkartılırdı. Fakat şimdi Roma lüksü, buradan tek parça sütunlar alıyor; kaymak taşı denilen en güzel renkli bu mermerler bin bir güçlükle deniz kıyısına taşınır oradan Roma’ya gönderilirdi.’
Gerçekten de o dönemde, Roma’nın zengin evlerinde Şuhut mermeri kullanmak modaydı. Antik dönem şairleri şiirlerinde, bu mermerin lüksün ve zenginliğin sembolü olduğunu vurguluyorlardı. Tepe yamaçlarında, tek tük de olsa mermer ocaklarına hálá rastlanıyordu. Ama bu mermerler eski ününü yitirmişlerdi.
Şuhut’tan sonra, yolun uzandığı ovayı kavak ağaçları ile budandığı yerden ok gibi yeni sürgünler fırlatmış söğüt ağaçları aldı. Karadilli köyünden sonra Konya istikametine doğru döndüm. İp gibi uzanan yoldan bir kilometre kadar gidip Isparta’yı gösteren oku izledim.
Yol tabelasına bakılırsa Eğirdir Gölü 72 kilometre uzaklıktaydı. Biraz daha ilerleyince kendimi vişne ormanının içinde buldum. Yeni yeni kırmızıya boyanmış vişneler, dalları basmıştı. Dağın yamacındaki Karacaören Köyü, vişnelerinin lezzetiyle gurur duyuyordu.
Döne dolaşa 1400 metre yükseklikteki Bozdurmuş Beli’ne kadar tırmandım. Yol bu noktadan sonra, çıktığı gibi kıvrıla kıvrıla aşağıya inmeye başladı. Önce Barla Dağı’nın karlı zirveleri göründü. Dağın yamaçları çam ormanları, etekleri de beyaz çiçekli elma ağaçlarıyla süslenmişti. Dağ burnunu göle doğru uzatmıştı.
Türkiye’nin dördüncü büyük gölü olan Eğirdir, iki çanaktan oluşuyordu. Kuzeydeki küçük çanağın adı Hoyran Gölü’ydü. Deniz seviyesinden 916 metre yükseklikte olan göl, tam 468 kilometrekarelik bir alana yayılıyordu. Kuzeyden güneye uzunluğu 50 kilometreydi.
MAVİNİN TONLARI
Kıyıdaki ilk köyde (Akkeçili) mola verdim. Göle tepeden bakan bir ağacın gölgesine sığınıp, sızlayan omuzlarımı dinlendirdim. Aşağıda, yarı beline kadar suya gömülmüş ağaçlar ve kamışlar görüntülerini göle yansıtmışlardı. Sazlıklara yaslanmış kayıklar ise sessiz bir sabırla av yasağının bitmesini bekliyorlardı. Bir iki kurbağa vıraklaması, kuşların cıvıltısı ve kamışların hışırtısı... Duyulan sesler bunlardan ibaretti.
Gölden kopup gelen serin bir rüzgar bütün vücudumu okşadı, sarmaladı. Direksiyon sallamaktan katılaşmış kaslarımı gevşetti. Rüzgar vücudumla oynaşırken, ben de bakışlarımı gölün üstünde gezindirdim. Eğirdir dendiği gibi ‘Yedi Renkli’ bir göldü. Renklerin arasında Turkuvaz en geniş yeri kendisine ayırmıştı. Ondan arta kalan yerler de cam göbeğine, boncuk mavisine, sarılı maviye, laciverte, açık maviye, gece mavisine, morlu maviye boyanmıştı. Beyaz bulutlarla, yeşil ağaçların yansıması da renk cümbüşüne renk katıyordu.
Oturdukça gevşedim. Gevşedikçe kalkmak istemedim. Ama yolcu yolunda gerekti. Tekrar direksiyona geçip, Eğirdir kasabasına doğru kıyı kıyı ilerledim. Her taraf elma ağaçları ile kaplıydı. Yörenin bağları bahçeleri çok eski dönemlerde de dillere destandı. Buraya 1890 yılında bir yolculuk yapan Alman gezgin ve bilim adamı Friedrich Sarre gördüklerini şöyle anlatmıştı: ‘Gölün güneyindeki arazide üzüm bağlarının ve meyve ağaçlarının verimliliği bizi şaşırtmıştı. Ama şehrin kuzeyinde ve gölün kıyısındaki meyve ağaçlarını görünce daha bir şaşkına döndük. Burada erik, elma, kayısı ve incir olağanüstü bir bollukta yetişiyor ve anlaşılan ağaçlara çok özenle bakılıyor...’
LEZZETLİ ŞARAPLAR
Katip Çelebi ise bağların güzelliğini öve öve bitirememiş, yörede 36 cins üzüm yetiştiğini bildirmişti. Bu bağlardan gölün kıyısında oturan Rumlar nefis şaraplar üretiyorlardı. O zamanın kayıtlarında bu şaraplar için, ‘ender bulunan buruk ve biberli bir tada, baharat kokusuna sahip’ tanımlaması yapılıyordu. Meyve ağaçları yerli yerinde duruyordu ama bağlar artık yoktu. Tabii ki Eğirdir’de şarap da yapılmıyordu. Çünkü onu yapacak Rumlar, çok önceden buralardan göç edip gitmişlerdi.
Buradaki Müslüman ahalinin bağlarla olan ilişkisini de, Eğirdir doğumlu olan gezgin Süleyman Şükrü Karçınzade, ‘Seyahat-ül Kübra’ adlı eserinde şöyle anlatmıştı: ‘Halk resmi bir ilanla eylül ayının 10’unda bağlara göçüp pekmez, pestil, bandırma işini yaptıktan sonra yine resmi bir ilanla ekim ayının 7’sinde şehre geri dönerler. Resmen ilan edilmeden bağa göçmek veya bağdan dönmek kesinlikle yasaktır. Bu tarihler arasında şehirde bekçilerden başka kimse kalmaz...’
Kah gölün kıyısından, kah biraz yükseğinden giden yol bir türlü bitmek bilmiyordu. Dağların, ovanın yeşili ile gölün mavisi sık sık birbirine kavuşuyor, sarmaş dolaş oluyor, sonra bir başka koyda yeniden birlikte olabilmek için ayrılıyorlardı. Her virajdan sonra gölün bir başka yüzüyle karşılaşıyor, onun fotoğrafını çekmek için duruyordum. Bir de karşıdan karşıya geçmeye çabalayan kaplumbağalar sık sık durmama neden oluyordu. Arabadan inip onları yolun ortasından alıyor, kıyıdaki otların arasına bırakıyordum.
Sonunda bir virajdan sonra Eğirdir İlçesi’ni gördüm. Evler kıyıya bir duvar gibi inen Eğridir Sivrisi’nin eteğine serpiştirilmişti. Dağın yamacına yazılmış yazı çok uzaklardan bile okunuyordu: ‘Komandoyuz, güçlüyüz, cesuruz, hazırız...’ Bu sloganları bir de Türk bayrağı süslüyordu.
Eğirdir’i anlatmak haftaya kaldı.
Yazının Devamını Oku 5 Haziran 2005
<B>İ</B>stanbul Hilton Oteli Cuma günü 50 yaşına basıyor. Conrad Hilton’un 10 Haziran 1955 yılında altın anahtar ile hizmete açtığı otel, o günden bugüne kadar kentin sosyal yaşamına birçok ilki kattı, birçok şeyi öğretti. Uzun yıllar İstanbul’un simgelerinden biri olan Hilton, kalitesinden, zarafetinden hiçbir şey kaybetmeden öğretmenliğini sürdürüyor.
1950’li yılların başlarında İstanbul’daki otel sayısı iki elin parmakları kadar bile değildi... Bunların en ünlüleri Pera Palas, Park Otel, Büyük Londra, Tokatlayan, Sirkeci’de Meserret’ti. Bunlara ek olarak birkaç tane de Anadolu’dan gelen tüccarların konakladığı otel vardı. Pera Palas ile Park Oteli’nin ayrı bir yeri ve ünü vardı. Pera Palas’ta genellikle yabancılar kalırdı. Park Otel ise daha çok politikacıların uğrak yeriydi. Özellikle Başbakan Adnan Menderes burada kaldığı için, milletvekilleri, işlerini çözümlemeye çalışan iş- adamları da bu otelde kalmayı tercih ederlerdi. Park Otel’in bir de barı çok meşhurdu. Bu barda her akşam politikadan, yazar çizer takımından bir çok ünlü simayı görmek mümkündü.
Aslında bu oteller o zamanki İstanbul’un ihtiyacını karşılıyordu. Öyleyse Hilton projesi nereden çıktı?.. Amerikalı araştırmacı Annabel Wharton’un öngörüsüne göre, dünyanın dört bir köşesinde Hilton Otelleri inşa edilmesinin arkasındaki ana amaç, soğuk savaşın politik bağlamında gizliydi. Dünyanın dört bir yanında, yaratılacak olan ‘Küçük Amerikalar’ komünizme karşı mücadelede, çeşitli yatırımlarla hem birbirlerine hem de Amerika’ya yakınlaştırılmalıydı. Conrad Hilton, otellerini komünizmin tehdidi altında olduğu zannedilen bölgelere inşa etmekle, Amerikan davasına katkıda bulunduğuna inanıyordu. NATO’ya üye olması ve 1950’lerde Batı’nın yeni stratejik ve ekonomik yapısı içinde yer alma isteği içinde bulunması, Hilton’un Türkiye’ye yatırım yapması için önemli nedenleri oluşturdu.
Ondan sonrası çorap söküğü gibi geldi.
Taksim Meydanı’ndan Spor Sergi Sarayı (şimdiki Lütfi Kırdar Kongre Salonu) ve Açık Hava Tiyatrosu’na kadar kesintisiz bir yeşil alan olarak planlanan ve uygulanan Taksim Gezisi, Hilton’un yapımı için imara açıldı. Otel 1952 yılında tanınmış Amerikalı mimarlar Skidmore, Owings ve Merrill tarafından tasarlandı. Bu mimarların yerel danışmanlığını ve kollaboratörlüğünü mimar Sedat Hakkı Eldem üstlendi. Mali yükümlülük ise Marshall Yardım Programı çerçevesinde sağlanan kredi ile gerçekleştirildi.
MERMERLER İTALYA’DAN
Her şey iyi hoştu da bu işin Türkiye’deki sahipliğini kim yüklenecekti? İşte tam burada ‘her derda deva’ futbol imdada yetişti. Türk hükümeti ile Hilton şirketi arasında anlaşma imzalandığı sırada, Futbol Federasyonu Başkanı ve yeni kurulmuş olan Emekli Sandığı’nın Genel Müdürü Ulvi Yenal sıkıntı içinde kıvranıyordu. İsveç Milli Takımı’nı İstanbul’da yerleştirecek uygun bir yer bulamayan Yenal, birçok eleştiriye hedef oluyordu. İsveç gazeteleri, İstanbul otellerini kötüleyen haber ve yorumlarla dolup taşıyordu. Çözümsüzlükten bunalan Ulvi Yenal, şapkasını alıp odasından çıkmaya hazırlanırken, kapısı açıldı ve içeriye Hilton Oteli’ne mal sahibi arayan Türk ve Amerikan heyeti girdi. Emekli Sandığı ile Türk-Amerikan heyeti arasında anlaşmanın imzalanması pek uzun sürmedi. Takvim 9 Ağustos 1951 tarihini gösteriyordu.
1952 yılında otelin temeli atıldı. Mermerler özel izinle İtalya’dan ithal edildi. Salon duvarlarının dekorasyonunu üstlenen Sedat Hakkı Eldem, 16. yüzyıl camilerinin iç mimarisinden esinlendi ve bunun için Kütahya’daki asırlık fabrikalara özel çiniler ısmarlandı. Konya’daki hemen hemen tüm halı tezgahları Hilton’un halıları için seferber edildi. Bu arada otelin kilit noktalarında görev alacak olan 20 erkek ve kadın personel, otelcilik eğitimi için Amerika’daki Hilton otellerine gönderildi.
İnşaat bir seferberlik havasında sürdü ve 21 ay gibi rekor denebilecek kısa bir sürede bitti. Tarihi açılış töreni 10 Haziran 1955 tarihinde yapıldı. O tarihli Hürriyet Gazetesi birinci sayfadan verdiği habere, ‘Conrad Hilton, dün saat 12’de otelinin kapısını altın bir anahtarla açtı’ başlığını atıyordu. Hilton’un açılışı ile ilgili bir başka haber de, Conrad Hilton’un ‘biricik oğlu’ Nick Hilton’a aitti. Elizabeth Taylor’un eski kocası olan Nick, çevresini saran Türk magazin muhabirlerine, bütün kadın tiplerini sevdiğini söylemekten başka ipucu vermiyordu.
Ertesi günkü Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan bir fotoğraf ise küçük çapta bir skandala neden oldu. Gazete o gün kapış kapış satıldı. O yıllarda küçük bir çocuk olduğum için, gazetenin ikinci baskı yapıp yapmadığını bilmiyorum. Gazetenin birinci sayfasının büyük bölümünü kaplayan fotoğraf, ünlü oyuncu Terry Moore’a aitti. Gazeteci İlhan Demirel’in çektiği fotoğrafta Terry Moore’un en mahrem yerleri görünüyordu. Genç kadın içine külot giymeyi ya unutmuş ya da kasten giymemişti. Türk halkının bir günlük gazetede gördüğü belki de en müstehcen fotoğraflardan biriydi. Gazeteyi satan seyyar bayiler adeta saldırıya uğramıştı. Savaş haberleri bile böylesine bir ilgi görmemişti. Bu fotoğraf yayınlanınca kıyamet koptu, Terry Moore’un sevgilisi Nick Hilton bir sürü tehditler savurdu. Gazetenin o günkü sahibi Ercüment Karacan fotoğrafın filmini Hilton’lara iade etmek zorunda kaldı.
Ben Hilton öyküsünün bu bölümlerini hatırlamıyorum. Çünkü o zaman sokağa bile tek başına çıkamayacak kadar küçük bir çocuktum. Hilton benim yaşamıma çok sonraları girdi. Lise çağlarına gelince arkadaşlarla Maçka Parkı’na gider, ağaçların altında oturup karşıdaki Hilton’a bakarak hayaller kurardık. Kimse yasaklamamıştı ama, biz otele yaklaşmaya çekinirdik. Orasını başka bir ülke sanırdık. Gazetelerin birinci sayfaları Hilton’la ilgili haberlerle dolup taşardı. Kimler burada konaklamamıştı ki: Kraliçe Elizabeth, Rafaella Carra, Prens Rainer, Prenses Grace , Sophia Loren, Carlo Ponti, Pierre Cardin, Danny Kaye, Rockefeller, Tom Jones, Michael Douglas, Michael Caine... Bunlar ilk gözüme çarpanlardı. Unuttuklarımın çok daha fazla olduğunu biliyorum... Orada beş çayı içmek, lokantalarında yemek yemek, davetler düzenlemek, garden partiler vermek... Tüm bunlar statü ve zenginlik sembolüydü. O zamanlar Hilton’da boy göstermeyene sosyete denmezdi. Orada bir gece kalanlar bile gazetelere günlerce konu olurdu. Hilton’un bir gecelik oda fiyatıyla bir ev alınabileceği yaygın dedikodular arasındaydı.
Hilton artık 50 yaşında, orta yaşlı, kibar bir ‘beyefendi’. Bir zamanlar önünden geçmeye ürktüğüm bu ünlü otel, şimdi fırsat buldukça uğradığım mekanların başında geliyor. Lalezar Bar’dan karşıdaki Maçka Parkı’na bakarken, gençlik yıllarımdaki ‘ulaşılmaz’ Hilton’u ve onun için kurduğum hayalleri düşünüyorum. İstanbul’a birçok ‘ilk’i öğreten Hilton, aradan bunca yıl geçmesine rağmen hálá çok zarif, çok görkemli ve insanların orada bulunmaktan hálá övündükleri bir otel. Özetle Hilton, İstanbul’a modern yaşamı öğreten kıymetli öğretmenlerden biri.
Manşetlerde Hilton
10 Haziran 1955 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin birinci sayfasında Hilton Oteli’nin açılışı şöyle veriliyordu:
‘Amerika dahilinde ve haricinde 34 bin odası bulunan ve 29 büyük otelin sahibi ‘Otel İmparatoru’ Conrad Hilton, cebinden bir kutu çıkardı ve kutunun içindeki altın anahtarı İstanbul Hilton Oteli’nin giriş kapısının kilidine soktu. O sırada saat tam 12.00 idi. Altın anahtarı bir defa çevirerek kapı kilidini açtı. Sonra daima kurdele kesmeye alışkın İstanbul Valisi’ne: ‘Buyurun, ilk defa siz kapı tokmağını çevirip içeri giriniz’ dedi. Ne zamandan beri İngilizce hususi ders alan İstanbul Valisi, etrafındakilere ilk defa İngilizce olarak hitap etti... Saat 13.30’a doğru yemek gongu çalınmaya başladı. Burada yurt içinden ve yurt dışından davet edilmiş seçkin misafirler bulunuyordu. Reisicumhur Bayar, Başvekil Menderes ve Meclis Başkanı’ndan başka hemen hemen tüm vekiller orada idiler... Yemek sonuna doğru dağıtılan Fransız şampanyaları, İstanbul Hilton Oteli’nin şerefine kaldırıldı...’
Dünyanın sekizinci harikası
Dünyanın dört bir yanında çok önemli olaylara tanıklık etmiş olan gazeteci Güneş Karabuda, anılarını kaleme aldığı ‘İndim Zaman Bahçesine’ adlı kitabında Hilton’la ilgili anılarını şöyle anlatır:
‘Hilton’un açılışına devlet protokolüne dahil olduğu için babam da davetliydi. Ama Ankara’daki işlerini bırakamadığı için davetiyesini bize verdi. Böyle bir fırsatı kaçırmak için sonradan değil, doğuştan enayi olmak gerek!.. Bu süper modern otelin kısa sürede, modernleşme çabasındaki Türkiye’nin nasıl simgesi haline geldiğini anımsıyorum. Sultanahmet ve Ayasofya camilerinin yanı sıra Hilton, kartpostalların aranan motifi olmuştu. Ülkenin dört bir köşesinden insanlar bu, dünyanın sekizinci harikasını görmeye gelirlerdi. Mütevazı aileler, evlenme çağındaki genç kızlarını, bütçelerini zorlama pahasına ‘belki iyi bir kısmet çıkar’ diye Hilton’un beş çayına getirir; sosyete dilberleri başlarında duayenleri Benli Belkıs olduğu halde otelin lobisinde boy gösterirlerdi...’
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2005
Bahar rotasının son bölümünde, çevresi kızıl kahverengiye boyanmış, dağlarını siyah küllerin kapladığı Kula’da, hem binlerce yıl öncesinin volkanlarına bakıp felaket hayalleri kurdum hem de Osmanlı’dan kalma ahşap evlerin süslediği sokaklarda gezindim. Avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar’la dere, tepe, iç Ege’yi hallaç pamuğu gibi atıyorduk. Torbalı, Bayındır, Tire, Ödemiş, Bozdağ, zirvedeki Gölcük, yine dağın yükseklerine saklanmış kayak merkezi, Salihli’de odun kebabı, bir zamanların masal kenti Sart derken girmediğimiz yol kalmamıştı. Bahar rotalarını oldum olası sevmişimdir. Yol bu mevsimde insanı hiç sıkmaz. Aksine tablo benzeri manzaralar sunar. Onun için her bahar yollara düşerim. Doğanın fışkırmasını, ayağa kalkmasını, yaşama sevinci saçmasını yakın plan izlerim.
Salihli’nin yukarılarındaki Demirköprü Barajı’nın çevresinde dolaşırken, siyah renkli bir tepe ilgimi çekti. Sanki tüm Salihli’nin sobalarının külü buraya boşaltılmıştı. Tepenin eteklerinde ise asırlar önce donup kalmış siyah volkanik kayalar duruyordu. Anlayacağınız gölün kıyısında dönmüş, dolaşmış, bundan binlerce yıl önce etkin olan volkanların diyarına gelmiştik. Arabayı bir kenara çekip, hemen ‘akıl defterimi’ karıştırdım. Buraya gelmeden önce aldığım notlara göz atınca, olanın bitenin farkına vardım.
Binlerce yıl önce ağzından alevler saçan Divlittepe (Çakallar Tepesi) ve Küçük Divlit volkanları görüntülerini göle yansıtmış, sakin sakin uyuyorlardı. Halbuki asırlar önce çevrede taş üstünde taş bırakmamışlardı. Hatta o dönemde kızgın lavlardan kaçan insanlardan kalma bir çift ayak izi bile bulunmuştu. Bu prehistorik ayak izleri, şimdi MTA’nın Ankara’daki Doğa Tarihi Müzesi’nde sergileniyor.
ANTİK COĞRAFYACI
Niyetimiz iç Ege gezisini burada bitirmek ve Marmara Gölü’nün kıyısından dönüşe geçmekti. Volkanları görünce kararımı değiştirdim ve Zeki’ye, ‘Yanık Ülke’ye gidiyoruz dedim. Yol arkadaşım sesini çıkarmadı. Direksiyonu Kula’ya doğru çevirdi. Bir süre sonra çevredeki renkler değişmeye başladı. Kül siyahı, kül grisi, boz, kirli kahverengi... Bir yangın sonrasının renkleriydi bunlar. Bu bölge aslında, Türkiye’nin en önemli jeolojik miraslarından biriydi. Kula’ya yaklaştıkça görüntüler iyice netleşti. Bir, iki, üç, dört... Çevrede tam 68 tane büyüklü küçüklü volkan vardı. Şimdi uslu uslu uyuyan bu volkanlar, binlerce yıl önce magmanın kızgın lavlarını yeryüzüne püskürtüp dehşet saçmışlardı.
Antik çağın ünlü coğrafyacısı Strabon da asırlar önce buralara gelmişti. Strabon iki bin yıl önce yazdıklarıyla sanki bugünü anlatmıştı: ‘Bu bölgeden sonra (Alaşehir) Katakekaumene olarak adlandırılan ülkeye gelinir. Burada hiç ağaç yoktur; sadece kalite olarak ünlü şarapların hiçbirisinden aşağı olmayan Katakekaumene şarabının elde edildiği bağlar vardır. Toprağın yüzü küllerle kaplıdır, dağlık ve kayalık olan ülke, sanki yangından olmuş gibi siyah renktedir. Bazıları bunun yıldırımlardan ve ateşli yer altı patlamalarından olduğunu tahmin etmektedir... Burada birbirinden 40 stadia uzaklıkta olan ve Physos denen üç çukur görülür. Bunların yukarısında mantıklı olarak tahmin edildiği takdirde, topraktan fışkıran sıcak küllerle oluşmuş tepeler uzanır. Bu toprak bağcılığa iyi uyum sağlar....’
Kula’ya vardığımızda ikindi ezanı okunuyordu. Vakit geçirmeden belediyeye gittik. Niyetimiz çevreyi soruşturmak, broşür, kitap bulabilmekti. Çoğu gezilerde belediyenin kapısından eli boş döndüğüm için, bu girişimimden pek umutlu değildim. Umduğum gibi olmadı. Belediyenin Halkla İlişkiler sorumlusu Haluk Ünveren bizi dostça karşıladı. Broşürler, kitaplar toparladı. Sonra mesainin bitmesine aldırmadan önümüze düşüp, eski Kula’ya doğru yollandı.
Yeni Kula’nın görüntüleri Anadolu’nun her yeri gibiydi. Düzensiz yapılaşma, mimari kaygı taşımayan binalar, salkım saçak elektrik kabloları, binaların ön yüzlerini kaplamış tabelalar...
Halbuki Fransız bilim adamı Charles Texier, 200 yıl önce geldiği Kula’ya övgüler düzmüştü: ‘Hemen hemen bütün evler birkaç ağaçla gölgelenmiştir. Sokakları temizdir. Çalışkan ve sanat sahibi olan halkının rahat içinde olduğu görülür. Yün, pamuk, afyon ve tahıllardan oluşan yerel ticaretin hemen hemen tamamı Rumların elindedir. Burada dokunan halılar Amerika’ya kadar ihraç olunur. Kula’daki yün bolluğu, çevredeki boya veren bitkilerle birleşmiştir...’
Aradan onca yıl geçmesine rağmen değişen pek bir şey olmamıştı. İlçenin geçim kaynağı hálá tarım, dokumacılık, battaniyecilik, dericiliğe dayanıyordu. Halı, kilim dokumacılığı eskiden olduğu gibi rağbetteydi. Değişen tek şey, ticaretin artık tamamen Türklerin eline geçmiş olmasıydı. Çünkü ilçe, Rum sakinlerini çoktan kaybetmişti.
Kula’nın isminin nereden geldiğine dair bilgiler çeşitliydi. Kimi kaynaklara göre bu ad, M.Ö 56’da burada kurulu olan Lydia kenti Klanoda’dan geliyordu. Texier ise bu isminin, kentin etrafında kurulduğu kuleden kaynaklandığını belirtiyordu. Benim aklıma yatan açıklama ise şöyleydi: Eski Türklerde kızıl ile boz arası renge Kula deniyordu. Bölgede bu renkler hakim olduğu için ilçeye de bu ad verilmişti. Ayrıca kızıl kahverengi atların ‘Kula Atı’ diye tanınması da bu tezi kuvvetlendiriyordu.
ASIRLIK EVLER
Eski Kula’nın dar sokaklarında yürümeye başlayınca kendimi birden Osmanlı dönemine gitmiş gibi hissettim. Arnavut kaldırımlı sokakların iki yanını, Osmanlı sivil mimarisinin en güzel örnekleri süslüyordu. Kiremitle örtülü çatılar, altları süslü saçaklar, tahta kepenkli pencereler, çeşitli şekillerde tokmakların asılı olduğu işlemeli kapılar, ikinci katları sokağa çıkıntı yapmış iki katlı, avlulu ahşap evler beni önceki yüzyıllara götürdü. 150-200 yıllık evlerde hálá yaşam sürüyordu. Onları ayakta tutan, içlerindeki insan sıcağıydı zaten.
Dinlenmek için rehberimiz bizi Kestaneciler evine götürdü. Orijinal eşyalarla döşenmiş olan bu ev Kula’nın etnografya müzesine dönüştürülmüştü. Fotoğraflar ve eşyalarla geçmişin Kula’sı hakkında ipuçları sunuluyordu. Kula’nın ünlü sodasından birkaç bardak içip rehberimizle vedalaştık.
Akşam yemeğinde yörenin lezzetlerini boşuna aradık. Gelmeden önce sormuş soruşturmuş Kula’nın yemeklerini alt alta sıralamıştım: Makarna böreği, kuzu-oğlak dolması, kapama, peynir böreği, sura, darplı ciğer, tirit, gicirgenli pide, kakırdaklı pide, kabaklı pide, yuvarlak aşı, ekmek dolması, erik aşı, döndürme, bulamaç, süt çorbası, sıyırma, erik ve kayısı pidesi, höşmerim kurabiyesi, zerde, kuyruk helvası, taş helva, susamlı helva, pelte, çekme helva... Bu kadar lezzetli yemek dururken biz sıradan yemeklerle karnımızı doyurmak zorunda kaldık.
Ertesi gün sadece biraz çöğenli helva ile yarım kilo leblebi aldık. Kulalılar leblebilerinin lezzetiyle çok övünüyorlardı. Uşak’ta yetişen nohutlarla yapılan leblebileri, Türkiye’nin dört bir yanına gönderiyorlardı. Sohbet ettiğimiz satıcı Çorum’a bile Kula’dan leblebi gönderdiklerini söyledi!..
Dönüş yoluna çıkmadan önce, ‘Kuladokya’ denilen İzmir-Ankara yolu üstündeki vadiye gittik. Burası Kapadokya’nın küçük bir kopyasıydı. Kayalar rüzgarın ve yağmurun etkisiyle çeşitli şekillere bürünmüş, yörenin peribacalarını oluşturmuşlardı.
Dönüş yolunda bir tek Marmara Gölü’nün güneyindeki Bin Tepeler’de oyalandık. Ovaya dağılmış olan büyüklü küçüklü bu yükseltiler, Lydia krallarına ait tümülüslerdi. Bölgede yapılan kazılara bakılırsa M.Ö 2500 yıllarında bile burada yerleşim vardı. Ovada en göze batan tümülüs, 355 metre çapında ve 73 metre yüksekliğindeki Alyattes’in tümülüsüydü. Burada yapılan kazılarda kralın mezar odası henüz bulunamamıştı.
Ünlü tarihçi Herodotos bu tümülüsü şöyle tanımlamıştı: ‘Mısır ve Babil’deki anıtlar bir yana, öyle bir anıt vardır ki, bilinen bütün öbürlerini aşar...’ Herodotos bunun yapılışı hakkında Tarih adlı eserinde şunları yazmıştı: ‘Etekleri taşlarla örülmüş bir toprak yığınıdır. Küçük esnafın, el işçilerinin ve aşk satıcısı küçük kızların topladıkları paralarla yükseltilmiş bu anıt. En yüksek yerinde, ben oradan geçtiğim zamanda da beş tane taş blok vardı. Üzerlerine kazılı olan yazıtlarda, buna katılan her meslek dalının ne kadar verdiği yazılıydı, bu rakamlara göre paranın en çoğunu bu küçük kızcağızlar vermiş oluyordu. Şunu da belirteyim, Lydialı halk kızlarının hepsi de kocaya varıncaya kadar kendilerini satarlar, çeyizlerini bu zanaatla yaparlar, zaten kocaları bile bu kızları ancak kızın isteğiyle yanlarında tutabilirler...’
Geri dönüş yolu çok zor geldi. Dönmeye isteksiz olduğum için yol bitmek bilmedi. İç Ege’nin ıssız yollarından sonra tekrar İstanbul’un kalabalığına karıştığımda, bir başka yolculuk için sabırsızlanmaya başlamıştım bile. Tatil dendiğinde sizin de aklınıza eğer ‘gitmek’ geliyorsa, iç Ege rotasını hararetle öneririm.
Yazının Devamını Oku