Trabzon ve Gümüşhane illeri arasında uzanan Zigana Dağları, canlı renkler, şenlikler ve lezzetlerle karşılıyor konuklarını.
Yemyeşil yaylaları, berrak dereleri, hırçın zirveleri, İran’dan uzanan tarihi İpek Yolu’nu Trabzon’a bağlayan ünlü geçidi, derin vadilerde kayalara asılan manastırları, yeşil yamaçlara yaslanmış şirin köyleriyle Zigana Dağları, tatil için olağanüstü bir seçenek.
Bu hafta yemyeşil bir yolculuğa çıkıp, bunaltıcı yaz sıcağını, zirvelerin rüzgarlarıyla serinletmeye çalışacağım. Gümüşhane’den başlayan bu yolculukta rehberliğimi Atlas Dergisi yaptı. Derginin yazı işleri müdürü Hüseyin Keçe ile birlikte tırmanacağımız dağlar ise Ziganalar oldu. Ana bölümü Gümüşhane ve Trabzon illeri içerisinde kalan, alçala alçala Giresun’da, Harşit Çayı’nın doğusunda denize dalan bu dağ sırası konuklarına öylesine güzel görüntüler sunuyordu ki, zirvelerine tırmananları, yaylalarında dolaşanları kendine aşık ediyordu. Tıpkı beni ettiği gibi. Bu devasa kütlenin zirvesinin adı Deveboynu Tepesi’ydi. 3 bin 82 metreyle insanın nefesini kesiyor, başını döndürüyordu. İnsan orada kendini kuş olup uçacakmış sanıyordu. 2 bin 800 metreyle Ziyaret Tepesi diğer yüksek noktasıydı. Bu iki tepenin arasında, Taşköprü Yaylası’nda konaklayıp, dağın tüm güzelliklerine ulaşmak mümkündü. Taşköprü, Deveboynu Tepesi’ne ve de bu dağlardaki tek buzul göl olan Çakılgöl’e oldukça yakındı. Daha da önemlisi Yağmurdere, Şaphane, Kayabaşı gibi özgün köylere, antik sayılabilecek Santa Harabeleri’ne kolayca ulaşılabilinecek bir mesafedeydi. Bu arada yaylaya adını veren ve bir zamanlar yaz aylarında üzerinden İpek Yolu kervanlarının geçtiği söylenen küçük taş köprüyü de unutmamak gerekiyordu.
Yağmurdere, bu dağlardaki pek çok köy gibi o da hem yüksekte, hem de çok güzel daracık bir vadide yer alıyordu. Onun özgün yanı ise hoş bir ahenk içinde bir yamaca dizilmiş olan eski evleri ve o evlerin alabildiğine yüksek çatılarıydı. Yazın sokaklarda tezeklerin hazırlanması ve kurutulması ilginç görüntülere sahne oluyordu. Taşköprü yaylasında, dağın bin bir otuyla beslenen hayvanlarının eti, damakları çatlatacak kadar lezzetliydi. Ama ete dalıp, ‘Guguvaga’ denilen mantar yemeğini unutmamak, mutlaka tatmak gerekiyordu.
SANTA HARABELERİ
Zigana Dağları’nın kuzeydoğu yamacında, Rumlardan kalma Santa Harabeleri uzanıyordu. Taşköprü’den oraya gidene kadar bazen yaylaların içinden geçiliyor; bazen de köyler çok uzaklardan izlenebiliyordu. Yabancısı olduğumuz yaşamların sürdüğü bu köylerin kimi, dorukların bel verdiği geçitlerin hemen altında, kimi vadilerin dik yamaçlarında ya da keskin sırtlarında yer alıyordu. Hepsi de kartal yuvaları gibi çok ulaşılmaz yerlere kurulmuştu. Hepsi de yalancı bir cennetti sanki. Çünkü hepsi bin bir tür çiçekle süslenmişti. Bu köyler biz kentlilerin düşlerindeki köylere çok benziyordu.
Birkaç mahalleden, üç yüzü aşkın evden, kiliseler ve resmi binalardan oluşan Santa Harabeleri, Yanbolu Vadisi’nin ormanlarla kaplı yemyeşil yamaçlarına dağılmış durumdaydı. Geceyi Zigana Dağları’nın kuzey yamaçlarındaki yerleşimlerden biri olan Coşandere’de geçirmek gerekiyordu. Çünkü buradan, Değirmendere’nin kollarını açtığı Meryem Ana, Maçka ve Galyan vadilerine ulaşmak çok daha kolaydı. Ormanlarla kaplı bu vadiler, doğal güzelliklerinin yanı sıra Trabzon’un üç önemli manastırını, herkesin iyi bildiği Sumela ile daha az tanınan Kuştul ve Vazelon’u barındırıyordu.
HAMSİKÖY SÜTLACI
Çok eski değil 1940’lı yıllarda yapılan haritalara bakıldığında, Zigana Dağları üzerinde birtakım han adlarına rastlanıyordu. Örneğin, bugünkü Taşköprü Yaylası’nın adı o tarihlerde haritada ‘Taşköprühanı’ olarak geçiyordu. Böyle pek çok han vardı: Acısuhanı, Gümüşkihanı, Kolathanları, Kuzhanları, Barutçu Hanı... Bu hanların isimleri, o tarafa doğru yola çıkan gezginleri merak içinde bırakıyordu. İpek Yolu’nun yan kolları üstünde kalan bu hanlar artık silinip gitmişlerdi. Geriye, ne bir duvar, ne bir taş kalmıştı. Onlar eski haritalarda birer ad olarak yaşayacaklardı.
Ünlü Hamsiköy, Karadeniz’e dağılan bin bir çeşit kumaşı, baharatı, kokuyu ve nesneyi Trabzon’a indiren kervanların izlediği eski Zigana yolu üzerindeydi. Yeşil ormanların arasında kaybolmuş olan güzelim köyde artık modern dönemin taşıtları mola vermiyordu. Tüm unutulmuşluğuna rağmen kimse Hamsiköy’ün sütlacının üstüne sütlaç yapamıyordu hálá. Bu, tüm Karadeniz’de böyle biliniyordu. Hamsiköy’ün sütlacının ünü nereden geliyordu?
Bu işin üstadı Osman Güner’e göre sütlacın sırrı sütteydi. Sütün sırrı ise Ziganalar’ın havasında, mis gibi kokan rüzgarında, çeşit çeşit çiçeğindeydi. Bu otu yiyen hayvanın sütü diğer hayvanların sütüyle kıyas bile kabul etmezdi.
Zigana Dağları’na adını veren geçidin tarihi eskilere dayanıyordu. Onun sayesinde Karadeniz kıyıları Erzurum-Kars platosu üzerinden İran’a bağlanıyordu. Geçit, deniz seviyesinden 2 bin 30 metre yüksekteydi. Maçka-Zigana ve Zigana-Torul arasında dik yokuşlar, sert ve keskin dönemeçler yılın büyük bir bölümünde sis, kışın da kar altında kalıp, geçit vermiyordu. 1990’lı yıllarda hizmete giren tünel ve yeni yolla birlikte biraz insafa gelmiş, yolcuların korkulu rüyası olmaktan çıkmıştı.
Bu aşılmaz geçit son yıllarda çevre illerin piknik yerine dönmüştü. Yol kenarına ‘kendin pişir kendin ye’ lokantaları sıralanmış, mangalların üstüne lezzetli etler dizilmişti. Çoluğunu çocuğunu kapan buraya et yemeye koşturuyordu. O et-mangalcılardan biri de emekli öğretmen Osman Özgün’dü. O da bu dağların otunun ve çiçeğinin sihirli olduğunu, lezzete lezzet kattığını iddia ediyordu. Osman Özgün geçidin eski günlerini de hatırlıyordu:
‘Dedem burada han işletirdi. O zamanlar atlı arabalar Hamsiköy’den yolcuyu alır, Zigana’yı aşıp Torul’da motorlu taşıtlara teslim ederdi. Yolcular kışın buraya, dedemin hanına yarı cansız vaziyette gelirlerdi. Karda kışta hiç buraya çıkılır mı? Dedem onlara büyük kulplu kazanda kara lahana çorbası yapardı. Biraz fasulye atar ve basardı acı biberi. O çorbayı içenleri önce bir ateş sarar sonra canlanır, ayağa kalkarlardı...’
HAYAL ADACIKLARI
Osman öğretmen bunları anlatırken gözüm uzaklara dalıp gitmişti. Karşıda birbirinin üzerinde yükselen yamaçların silueti görünüyordu. En arkada da zirvesi hálá karla kaplı olan Gavur Dağları duruyordu. O taraflara dalıp gittiğimi gören Osman Özgün, geçmişi anlatmaya ara verip, ‘O dağlarda kar erimeden eskisinin üzerine yenisi yağar’ dedi.
Ziganalar’ın batı bölümünde de akarsular her yanı oymuştu. Yamaçları bazen havada uçan bir kağıt parçası gibi döne döne, kıvrıla kıvrıla iniyorduk, bazen de o kıvrımları çıkarken nefesimiz ciğerlerimizi şişirmeye yetişemiyordu. Kahveleriyle, teneke kaplı evleriyle sislerin arasından birdenbire karşımıza çıkan yaylalar, hayal adacıkları gibi görünüyordu. Yollar ise örümcek ağlarından daha karmaşıktı. Bulmak için kaybolmak ilk koşuldu sanki. Derinoba’nın Sakaltutan mevkiinde insanlar kayalara oturmuş, önlerindeki vadiyi kalın bir yorgan gibi örten sis bulutunun rüzgarla dansını izliyorlardı. İlk kez görüyormuşçasına hayran hayran, konuşmadan bakıyorlardı. Aslında her zaman gördükleri manzaraydı ama, bu güzelliğe bakmaya bir türlü doyamamışlardı.
Zingana zirvelerinde sislerin, bulutların, rüzgarların arasında dolaştık durduk. Dağarcığımızı bilmediğimiz çiçek, yayla, köy isimleriyle doldurduk. Dost insanları tanıdık, onlarla dost olduk. Yükseklerde üşümenin keyfine varıp, bunaltıcı kent yaşamına geri döndük. Siz de yaz sıcağından bunalırsanız Ziganalar’a sığınabilirsiniz.
NOT: Bu gezinin diğer ayrıntıları ve mini rehber Atlas’ın Eylül sayısında yer almaktadır.