New Orleans’a saygı

‘Katrina Kasırgası’, tüm öfkesini ‘benim kentim’ New Orleans’ın üstüne boşalttı. O güzelim, o masum, o eğlenceli, o yoksul insanların kentini yerle bir etti.

New Orleans’a ‘benim kentim’ diyorum çünkü bu kentte bir süre yaşadım, ekmek parası peşinde koştum, karanlık barlarında dertlerimi caz müziğine yükledim. Geceleri yaşayan kentte şimdi gece sokağa çıkmak yasak. Havada uçuşan kahkaha sesleri ve caz notaları yerini koyu bir sessizliğe terk etti. Arşivimden beş yıl önce yazdığım yazıyı çıkarıp, bu güzelim kenti hem kendime hem de size bir kez daha hatırlatmak istedim.


Aslında New Orleans’a ilk gidişim değildi. Geçmiş yılların birinde, güneyin bu renkli kentinde zor günler geçirmiştim. Uçaktan inince, suratıma çarpan alev alev havayı soluyunca güldüm. Çünkü fırından fırlamış sıcakla daha önce de karşılaşmıştım. Soluması bile güç bu ağır sıcağı ciğerlerime doldurunca, New Orleans’la karşılaştığım günleri anımsadım. Sıcak, o günden bugüne yakıcılığından hiçbir şey eksiltmemişti. Hatta daha da arttığını söyleyebilirdim. Nem de öyleydi. İnsanı sarmalamasıyla ıslatması bir oluyordu.

New Orleans’ın ortalık yerinde yer alan French Quarter semtinin ünlü sokağı Bourbon’a sapınca, hatırlamak istemediğim o eski günler, gözlerimin önünden kare kare geçmeye başladı.

Florida’da işsiz kalınca, bir umut buraya gelmiştim. İlk işimi limanda bulmuştum. Bu inanılmaz sıcakta, akşama kadar, kan ter içinde yerlere paspas yapıyordum. Gecenin tüm cazibesine karşı, işim bitince, doğruca kaldığım odaya gidiyor, karnımı ucuz yemeklerle doyuruyor, erkenden yatıyordum. Cazın sesini sadece uzaklardan duyuyor, duydukça da kendimi, kentin tarihini oluşturan kölelere benzetiyordum.

USTA AŞÇININ YANINDA

Daha sonra bir rastlantı sonucu, ünlü aşçı Necip Usta’yla tanışmıştım. Hilton Oteli’nin aşçıbaşılığını yapıyordu. Mutfağı üç katlıydı. Her katında bir ofisi, her ofiste bir sekreteri ve yanında 350 çalışanı vardı. Beni yanına yamak alan Necip Usta, akşam olunca üstünde beyaz önlüğü, kafasında uzun külahı ile önüme düşüyor, beni Bourbon Caddesi’ne götürüyordu. Her birinde ayrı caz müziği çalan barlarla, sokakta step yapan zenci çocuklarla ve diğer işveli alemle işte böyle tanıştım. Cin-tonikleri ardı ardına yuvarlayan Necip Usta’nın çenesi açılıyor, bazen orta kattaki sekreterine olan aşkını, bazen de benim ne kadar iyi aşçı olabileceğimi anlatıyordu. Öylesine dalıp gidiyordu ki, kulağının dibinde çalan klarnetleri, trompetleri, onca müziği duymaz oluyordu. İyice kafayı bulunca da sıra benim geleceğime geliyordu. Amacının beni yetiştirip, Teksas’ta açtığı lokantaya göndermek olduğunu söylüyordu. Gerçek olmadığını bilsem de bu ‘parlak’ gelecek heyecanlandırıyordu beni. Teksas’taki lokantayı düşünüp, bir takım paralı düşlere dalıp gidiyordum.

İlkokul mezunu olduğu halde, Tulane Üniversitesi’nde, haftada iki gün ders veren bu adamın azmine hayran kalmıştım. Ama ben o azmi gösteremeyip, bir ay sonra mutfaktaki işimden ayrıldım ve maceranın diğer bölümlerini yaşamaya başladım. Bourbon Caddesi’ndeki barların, batakhanelerin önünden geçerken, anlatması ve dayanılması çok zor olan o günleri bir kez daha yaşadım... Otelimin lobisinin buz kesmiş havası, beni geçmişten alıp yeniden bugünün New Orleans’ına taşıdı.

ARKADAN ÇARKLI GEMİ

Terden sırılsıklam ıslanmış giysilerimi değiştirip, limana gittim. Arkadaşlar beni, kentin en eski kahvesi Cafe du Monde’da bekliyorlardı. Hep beraber, arkadan çarklı nehir gemisine bindik. Amerika’nın ortalarından kıvrıla kıvrıla gelen, 3 bin 779 kilometre uzunluğundaki Mississippi’nin bu ünlü gemisi bana, çocukluğumda okuduğum Red Kit’lerdeki gemi yarışlarını, ünlü kaptanı, yürüdükçe kollarından iskambil kağıtları dökülen kumarbazı, Daltonları, iyi niyetli köpek Rintintin’i hatırlattı. Güvertede otururken, her an onları göreceğimi sandım.

Vapur hareket edince, vücudumu bir serinlik sarmaladı. Mississippi’yi tüm dünyaya tanıtan Mark Twain, bu serinliği bir kitabında şöyle anlatmıştı: ‘Bunaltıcı New Orleans öğleden sonrasında en serinletici şey, arkadan çarklı gemiyle Mississippi’de dolaşmaktır.’ Ben de öyle yapıyordum... İki saat süren tur boyunca iki kıyıda da ilginç birşey göremedim. Sadece püfür püfür esen rüzgarın okşamasıyla kendimden geçip, Mississippi’nin çamurlu sularına boş boş baktım. Ona neden İhtiyar Deli Irmak, Suların Babası, İhtiyar Şeytan, Çiçek Irmağı gibi adların konduğunu çözmeye çalıştım.

GECENİN ATEŞİ

New Orleans’ta esas yaşam, gün batımıyla birlikte başlıyordu. Ve bu yaşamın merkezi Bourbon Caddesi’ydi. 4-5 kilometre uzunluğundaki bu cadde, gürül gürül akan bir nehir gibiydi. İnsanlar bu nehirde, bir uçtan diğer uca sürüklenip duruyorlardı. Orleans, St. Peter, Toulouse ve diğer sokaklar da, bu koca nehre insan taşıyan yan kollardı. Bourbon, kelimenin tam anlamıyla bir şenlikti. Batakhaneler, kapılarından canlı müzik yükselen barlar, hediyelik eşya satan dükkanlar, dondurmacılar, parlak elbiseler içindeki pezevenkler, tahrik edici kıyafetlerle striptize davet eden yosmalar, kapı aralıklarında sevişenler, kusanlar, duvarın dibinde sızmış sarhoşlar... Tüm bunlar, bu sokaklarda yer alıyordu ve binlerce kişi bu şenliği yaşarken, sıcak New Orleans akşamını biraz daha ısıtıyorlardı.

Barların balkonlarına birikenler, ellerindeki rengarenk boncuk kolyeleri sallayarak, aşağıdan geçen kadınlardan, memelerini göstermelerini istiyorlardı. Çoğunlukla bu istek yerine getiriliyor, giysiler yukarı doğru sıyrılıp, memeler fora ediliyordu. İşte o zaman bir alkış tufanı kopuyor, havada renkli boncuklar uçuşuyordu. Boncuk atanların arasında ben de yer alıyordum.

İnsanlar, ellerinde içki kadehleri, bir bardan çıkıp diğer bara uğruyorlardı. Bu çılgın şenlik, güneş yüzünü gösterinceye kadar sürüyordu. Güneşin doğmasıyla birlikte herkes ışıktan korkan vampirler gibi ortalıktan kayboluyorlardı. Bir sonraki şenlikte zinde olarak yer alabilmek için, serin odalardaki yataklarında sızıyorlardı.

KENTİN RUHU

Sanki yıllar öncesindeki yoksul yaşamımın acısını çıkarıyor gibiydim. Kaldığım süre içinde, mümkün olduğu kadar az uyuyup, hiçbir şeyi kaçırmamaya gayret ettim. Gündüzleri, ‘Garden’ bölgesindeki 19. yüzyıl evlerine hayran hayran bakıyordum. Louis Armstrong Maydanı’nda ise cazın bu ünlü adamının, bir elinde mendil, bir elinde trompet olan heykelini seyrederek, cazın içindeki acıyı duymaya çalışıyordum. French Quarter’ın arka sokaklarındaki evlerin balkonlarını çevreleyen, sanat şaheseri demir korkuluklardan sarkan çiçekler -sanıyorum kırmızı sardunyalardı-, objektifimin vazgeçilmez objeleri oluyordu.

Jackson Meydanı’ndaki falcı kadınlara geleceğimi okutuyor, ayaklarıma kara sular inince de, meydanın hemen karşısındaki 138 yıllık ünlü Cafe du Monde’da, buzlu kahve ile soluklanıyordum. Eğer kendimi tutamazsam, bu kahveye özel, üstü pudra şekerli büyük lokmalardan (doughnuts) ısmarlıyordum. Aslında kenti baştan aşağı gezmeye gerek yoktu. New Orleans’ın ruhu, French Quarter’ı mekan tutmuştu. Diğer caddeler ve semtler, özelliği olmayan, dünyanın her yerinde rastlanan kent görüntüleri ile doluydu.

Birkaç günlük gezim süresince, geceleri Bourbon’daki şenlikte sürüklendim, gündüzleri sokaklarında taban teptim. Ama bu süre, yıllar öncesindeki ezilmişliğimin acısını çıkarmama yetmedi. ‘Bir dahaki sefere’ deyip New Orleans’a el salladım.

Bunun son el sallayış olduğunu bilseydim, kenti daha sıkı kucaklardım. Güle güle New Orleans. Yok olsan da sen hep ‘benim kentim’ olarak kalacaksın.
Yazarın Tüm Yazıları