Datça’nın cennet benzeri koylarında, Knidos antik kentinde dolaştıktan sonra sıra konaklamaya ve yeme-içme faslına geldi. Kaldığım Mehmet Ali Ağa Konağı, Osmanlı sivil mimarisinin ayakta kalabilmiş en güzel örneklerinden biriydi. Bal, badem ve balık üçlüsü ise Datçalıların uzun yaşama sırlarını oluşturuyordu.
Datça konaklama konusunda çeşitli olanaklar sunuyor. Koylarda gerek denizin hemen kıyısında, gerekse denizi kuşbakışı gören tepelerde birçok otel ve pansiyon var. Her keseye uygun bir konaklama tesisi bulmak mümkün.
Hele ‘illa ki penceremden deniz görünsün’ demiyorsanız, köylerde oldukça hesaplı pansiyonlar bulabilirsiniz. Ben tercihimi, denizden uzakta, yarımadanın ilk merkezi olan Reşadiye Mahallesi’ndeki Mehmet Ali Ağa Konağı’ndan yana kullandım. Burayı seçmemin nedeni, bu konağın restorasyonu ve odalarının rahatlığı konusunda duyduğum övgüler oldu.
Knidos kenti ilk olarak konağın bulunduğu Reşadiye’nin yakınlarında kurulmuştu. Makedonyalı İskender’in Datça istilasına son vermesinden sonra, kent bu yeri terk edip yarımadanın ucuna taşınmıştı. Geride kalan kalıntıların biraz ilerisine, yani bugünkü Reşadiye Mahallesi’nin bulunduğu yere, daha sonra Stadia adında bir köy inşa edilmişti. Burası uzun süre ilçenin yönetim merkezi olmuştu. Reşadiye’ye saptığımda, sokaklarda yaz öğlesi sessizliği vardı. Mahalle sakinleri, tüm Akdeniz insanları gibi ortalıktan çekilmiş, akşam serinliğine kadar günü paydos etmişlerdi. Gölgelere sığınanlar sadece insanlar değildi. Kuşlar, kediler, köpekler, tavuklar, inekler de buldukları kuytularda uykuyla sarmaş dolaş olmuşlardı. Mor begonvillerin kol attığı, meyvelerini yeni yeni sarkıtan nar ağaçlarının süslediği beyaz sokaklarda, gölgeler uzayıncaya kadar çıt çıkmayacaktı anlaşılan. ‘İncir Sıcağı’ tüm Datça’yı teslim almıştı. Bu sessizlik, canhıraş çığlıklar atan ağustos böceklerinin işine yaramıştı. Bütün yarımada onların cızırtısıyla inliyordu. Güler Yücel’e kalsa onlar ‘caz’ yapıyordu.
Konağa küçük bir meydandan giriliyordu. Meydanın ortasında, geçmişin şahidi asırlık iki çınar ağacı yükseliyordu. Gövde kalınlığındaki dallarıyla tüm alanın üstünü örten bu ağaçlar her şeyi görmüştü; Mehmet Ali Ağa’yı, babası Mehmet Halil Ağa’yı, konağın yapılışını, ikinci kattaki pencerenin önünde Ağa’nın uzaklardaki denize bakarak ut çalışını... Dilleri olsa mahallenin tüm geçmişini bir güzel hikaye edeceklerdi.
KONAĞIN ÖYKÜSÜ
Konağın ilk sahipleri, padişahın yarımadayı hediye ettiği Giritli Ali Ağaki’nin mirasçıları Tuhfezadeler’di. 1800’lü yılların başında Reşadiye Mahallesi’nin en üst noktasına yapılan eve, komşular ‘Kocaev’ adını takmışlardı. 1000 metrekare kullanım alanı olan bu yapı, tüm Akdeniz Bölgesi’nde günümüze ulaşabilmiş birkaç eski sivil mimari örneğinden birisiydi. Konak birkaç kez el değiştirmiş, okul, tütün deposu ve düğün salonu olarak kullanılmıştı. Bakımsızlıktan harabeye dönen ve yer yer yıkılan konağın imdadına, ilk sahibinin adaşı Mehmet Pir yetişmişti.
Konağı eski haline döndürmek için yapılan restorasyon çalışması, başlı başına ayrı bir yazı konusu olabilir. Bu çalışmalar sırasında hasar görmemesi için bina çelik konstrüksiyon örtü altına alınmış, ahşap bölümlerin bir bölümü yerinde, bir bölümü ise konağın bahçesine kurulan özel marangozhanede onarılmıştı. Tüm bağlantılar orijinalinde olduğu gibi, dövme çivi ve mıhlarla gerçekleştirilmişti.
Restorasyonun en önemli bölümünü ise başoda ve diğer odalardaki kalem işlerinin kurtarılması aşaması oluşturmuştu. Bezleme adı verilen sistemle Bağdadi sıva üzerindeki desenli sıva yüzeyi bozulmadan yerinden alınmış, sağlamlama işleri bitirildikten sonra yeniden yerine monte edilmişti. Bu bilgileri veren konağın yöneticisi Sena Pir ile halkla ilişkiler sorumlusu Visal Cumalı, o kadar çok şey anlattılar ki onların heyecanına yetişmekte zorlandım.
Konağın ikinci katında odalar sıralanmıştı. Duvarları kalem işleri ile süslü başoda çok görkemliydi. Üç cephesi narenciye ve gül bahçelerine bakan bu oda orijinal eşyalarla kaplanmıştı. ‘Yedi Uyurlar’ın adlarını taşıyan diğer odalar ise Mehmet Pir’in özel koleksiyonundaki antika eşyalarla döşenmişti.
MÜZE OTEL
Konağın diğer hizmet binaları da onarılmış, ortaya 12 odalı bir ‘müze otel’ çıkmıştı. Konağın kendisi kadar bahçesi de büyüleyiciydi. Onlarca meyve ağacı, rengarenk çiçekler, zümrüt yeşili çimen huzurlu bir ortamın davetçisiydi.
Geniş avlu yerel tatların sunulduğu bir restorana dönüştürülmüştü. Coşkun Öndersever’in yönetimindeki ‘Elaki’ adlı restoranda Akdeniz, Osmanlı ve Ege mutfaklarının en lezzetli örneklerini bulmak mümkündü. Ayrıca alt katta zengin bir şarap kavı yer alıyordu. Sena Pir, konak odalarının rahatlığı kadar yemeklerin lezzetiyle de övünmek niyetinde oluklarını belirtti.
Türkiye’nin birçok yerinde restore edilmiş ev, tarihi bina, kalıntı gördüm. Bunların çoğunda, restorasyon adına yalan yanlış şeylerin yapıldığına şahit oldum. Mehmet Ali Ağa Konağı’nda ise restorasyon kelimesinin gerçek anlamının uygulandığını gördüm. Böylesine kıymetli bir mimari eseri Türkiye’ye kazandıran Mehmet Pir’e, mimar Süreyya Saruhan’a ve emeği geçen tüm çalışanlara gıyaplarında teşekkür ettim.
Koylar, bükler, sokaklar, antik kentler, konaklar derken sıra Datça’nın yemeklerine geldi. Datça’da ‘3B’ diye adlandırılan bal, badem ve balık yarımada mutfağının değişmez tatlarının başında yer alıyordu. Yöre üreticilerinin öne sürdüğüne göre, dünyanın en lezzetli bademleri Datça’da yetiştiriliyordu. Kabukları sert olan Amerikan bademinin yanı sıra yumuşak kabuklu yerli badem, yörenin önemli besini ve gelir kaynağıydı. Gerçekten de yarımadanın her yanı badem ağaçlarıyla kaplanmıştı. Bahar başlangıcında beyaz çiçeklerle tüm Datça’yı süsleyen bu ağaçları seyretmeye doyum olmazdı sanırım.
Datça’da badem kadar bal da çok lezzetliydi. Bu lezzet, doğadaki onlarca çeşit ottan ve çiçekten geliyordu. Yörede en ünlü bal kekik balıydı. Arıların mor kekikten, incir kekiğinden, peynir kekiğinden, bal kekiğinden, baharat kekiğinden yaptıkları balların lezzeti ve kokusu anlatılır gibi değildi. Bu bal, Datça’da yemenin yanı sıra ilaç olarak da kullanılıyordu. Balık ise ne yazık ki bilinçsiz avlanma yüzünden giderek azalmıştı. Ama yine de çevre kayalıklarda tutulan balıkların lezzeti damak çatlatan cinstendi. Ayrıca sızma zeytinyağı içinde sunulan ahtapot salatası, limon suyunda marine edilmiş çiğ balık, lakerda, sardalye dolması, subye güveç, ahtapot köftesi, kalamar ızgarası ve tavası, deniz börülcesi de masaların değişmez meze çeşitlerinin arasında yer alıyordu.
Yöre yemekleri ve içecekleri yerel ağızla şöyle adlandırılmıştı: Dalampa (papatya sapı), garaville (salyangoz), elmascık, çıtıramak, kışıyak, narpız, könger, garağan, gımgıma, sepsuyu, mürdümük, turpucu, celpleme, ilabada, mürdümcük çorbası, ütmek kavurması, dalankıta. Bu yemek ve içeceklerin hemen hepsi bitki kökenliydi ve adlarını bu bitkilerden alıyorlardı.
DAMAT TATLISI
Datça’nın en lezzetli yemeklerinin başında kabak çiçeği dolması geliyordu. Ben mevsiminde orada olduğum için doya doya bu dolmadan yeme şansını yakaladım. Yarımadanın diğer ünlü bir yemeği de garaville denen salyangoz yemeğiydi. Mart ayında toprak altından çıkıp, bahar yağmurlarının yeşerttiği körpe bitkilerle beslenen salyangozlarla yapılan bu yemeğin, birçok hastalığa çare olduğuna inanılıyordu. Bol domates, maydanoz ve sarımsakla lezzetlendirilen bu yemeğin yapılması sonbahar başlangıcına kadar sürüyordu.
Datça’nın tatlıları da insanı baştan çıkarıyordu. Bademli sultan tatlısı, sakızlı muhallebi, bademli baklava ve ‘damat tatlısı’ unutulur cinsten değildi. Bunlardan damat tatlısının lezzeti dillere destan olmuştu. El açması iki kat yufkanın arasına bir kat badem döşenerek kat kat yapılan bol şerbetli tatlıda yörenin zeytinyağı kullanılıyordu. Bu tatlı genellikle düğünlerde yapılıyor ve en büyük dilim, ilk gecenin mutlu geçmesi için gelinle damada sunuluyordu.
Yine bölgede antik dönemden beri yetiştirilen harnuptan (keçi boynuzu) yapılan pekmez de, özellikle ızgara etlerin yanında olağanüstü bir sos olarak kullanılıyordu. Ben bu muhteşem pekmezden birkaç şişe aldım. Şimdi tüm mangal partilerinde eti bu tatlı ile sunuyorum. Yemek yeme mekanlarına gelince; Yakaköy girişinde eski bir yağhaneyi restore ettirerek ‘Yakamengen’ adında bir restoran açan dört ‘İstanbul kaçkını’, oldukça lezzetli yemekler sunuyorlardı. Damağına düşkün olanların mutlaka bu sevimli restorana uğramalarını öneriyorum. Diğer bir lezzet mekanı da Mehmet Ali Ağa Konağı’ndaki ‘Elaki’ restorandı. Burada da yöre mutfağından lezzetli örnekler sunuluyordu. Palamutbükü’ndeki Cafe Vino ve Datça kasabasında Postane Sokağı’ndaki Ada Yeme-İçme Dükkanı da diğer lezzet durakları arasında yer alıyordu. Eğer balık meraklısıysanız limandaki restoranları öneririm. Sadece taze balıkların fiyatı konusunda ön pazarlık yaparsanız, yemeğin sonunda sürpriz bir hesapla karşılaşmazsınız.
Yazının başında da belirttiğim gibi Datça, deniziyle, manzarasıyla, tadıyla tuzuyla ‘henüz’ keşfedilmemiş bir cennet. Yolunuz düşerse mutlu olacağınızı söyleyebilirim.
SON SÖZ: Marmaris üstünden karayoluyla gelmek istemeyenler, Bodrum’dan kalkan feribotları kullanabilirler. Datça-Bodrum arasında her gün 09.00 ve 17.00 saatlerinde karşılıklı sefer var. Yolculuk bir saat 45 dakika sürüyor ve çok rahat. Rezervasyon için tel: 252- 316 0882 (Bodrum), 252- 712 2143 (Datça)