22 Mayıs 2005
<B>İ</B>zmir’den yola çıkıp arka yollardan Torbalı, Tire, Ödemiş, Birgi, Bozdağ’daki Gölcük ve kayak merkezi derken, zirveleri karlı dağı döne döne inip, Gediz’in suladığı bereketli topraklarda gezimizi sürdürdük. Bu hafta sizi geçmişin en önemli kentlerinden birine götürmek niyetindeyim.
Avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar’la İç Ege’de aşmadık dağ, geçmedik ova bırakmıyorduk. Bahar hemen her köşede kendini göstermeye başlamış, çiçek çiçek dereye tepeye yayılmıştı. Doğa bayram yeri gibi telaşlı ve sevinçliydi. Bazen haritaya bakarak, bazen de önümüze gelen yollara ezbere saparak, hedefsiz, amaçsız ve adressiz dolaşıp duruyorduk.
Tire, Ödemiş, Birgi, Bozdağ’ın zirveleri derken, dibi görünmeyen uçurumların kıyısından ovaya doğru inmeye başladık. Adları da kendileri kadar ilginç olan küçük dağ köylerinin içinden geçiyorduk: Damkaya, Allahdiyen, Gökköy, Çamurhamam... Bir süre sonra aşağılarda Salihli göründüğünde vakit öğleyi bulmuş, karnımız acıkmıştı. Önce sağa dönüp Salihli’ye doğru ilerledik. Yol kıyısında köfteciler sıralanmıştı. Direklerin arasına gerdikleri afişlerde, en lezzetli odun köftesinin kendilerinde yapıldığını ilan ediyorlardı. Bir afişte de köftenin devekuşu etinden yapıldığı belirtiliyordu. Bacalardan yayılan iştah açıcı kokular tüm Salihli’ye yayılmıştı sanki. Bu tahrike fazla dayanamadık, bir tanesinin önünde park edip, alelacele köftelerimizi ısmarladık. Beklerken garsondan odun köftesinin özelliklerini öğrenme gayretine düştüm. Kuzu eti kullanılırmış. İçine bir şey katılmazmış. Meşe odununun közü üstünde ızgara edilirmiş... Ya çok acıkmıştım, ya da köfteler gerçekten çok lezzetliydi. Soluk almadan tabaktakileri silip süpürdüm.
Sonra direksiyonu Sart (Sardes) harabelerine doğru çevirdik. Yaklaşık iki kilometre sonra, tel örgülerin çevirdiği alanda binalar göründü. Buradaki ilk yerleşimin kesin tarihi bilinmiyordu. Bazı kaynaklara göre kentin tarihi MÖ 1500 yıllarına kadar dayanıyordu. Şimdiki Sartmahmut köyünün bulunduğu bu sessiz, renksiz, bir köşede unutulmuş bölgenin, asırlar öncesinde paylaşılamayan bir kent olduğuna insanın inanası gelmiyordu. Geçmişteki yaşam bir masal gibi inanılmazdı.
ANTİK SİNAGOG
Sart muazzam bir kent merkeziydi. Bu kentin inşası MÖ 17’de başlamış, bazı büyük binaların tamamlanması 200 yıl kadar sürmüştü. Tel örgülerin içinde kalan büyük alanda antrenman yapan atletlerin, hamama ve havuzlara gitmek için içinden geçtikleri iki katlı dev yapı -Gymnasion-, Sart’ın en etkileyici bölümünü oluşturuyordu. Mermer sütunların desteklediği tuğla yapı, MÖ 211’de İmparator Septimus Severus’un karısı Julia Domna ve oğulları Caracalla ve Geta’ya ithaf edilmişti.
Buradaki kazılarda bulunan ilginç diğer bir yapı da antik sinagogdu. John Freely’e göre, bilinen antik sinagoglar içinde en büyüğü olan bu kalıntının ölçüleri ve ihtişamı, Roma döneminde Sart’ta yaşayan Yahudi cemaatinin refahını gösteriyordu. Sinagog MÖ 220-250 yılları arasında inşa edilmişti. Mükemmel şekilde restore edilen Sart Sinagogu, mozaik süslemeleri ile Roma mimarisinin en güzel örneklerinden biriydi ve Anadolu’da bir benzeri daha yoktu.
Bahar bir kenara çekilmiş, yerini yaza bırakmıştı sanki. Antik taşların arasında dolaşırken terden sırılsıklam olmuştum. Sart harabelerinde bizden başka kimsecikler yoktu. Biz de konuşmadığımız için, koca alana mutlak bir sessizlik hakim olmuştu. Öylesine bir sessizlikti ki, tarihin üstünde koşuşturup duran kertenkelelerin ayak seslerini duyacaktık neredeyse.
Halbuki Sart, geçmiş dönemin en cıvıltılı kentiydi. Hem Pers yönetiminde hem Roma yönetiminde refah içinde yaşamıştı. Susa’dan başlayıp tüm Anadolu’yu geçen Kral Yolu Sart’ta sona erdiği için, burada her türden her renkten insana rastlamak mümkündü. Kentin nüfusu MÖ 2.yüzyılda 100 bine kadar yükselmişti. Diocletianus’un (284-305) hükümdarlığı döneminde Sart, Roma’nın Lidya eyaletinin başkenti olmuştu. Erken Bizans döneminde ise Hıristiyanlığın önemli bir merkezine dönüştü.
KENTİN YOK OLUŞU
Ve kentin sonu doğudan geldi. 616’da Sasani Kralı II. Hüsrev kenti yerle bir etti. Bu yıkım Sart’ın yok oluşunun başlangıcı oldu. Bir daha belini doğrultamadı. Her geçen gün biraz daha unutuldu. Küçüldü, toprak katmanlarıyla örtüldü ve sonunda bugünkü sessiz ve renksiz Sartmahmut köyüne dönüştü. Buraları bundan 200 yıl önce gören Fransız araştırmacı Charles Texier de kitabında, bu yok oluş için şunları yazmıştı: ‘Babil hariç, başka hiçbir kent insanoğlu tarafından böylesine zalimce yok edilmemiştir. Bu yıkıntıyı, buradaki kadar üzüntü verici bir tabloda göstermeye kimsenin gücü yetmez. Asya’nın kraliçesi diye tanımlanan bu şehrin o kadar süslü ve değerli binalarından, surlarından, hisarlarından ve duvarlarından bu güne birkaç tane taş kaldığına inanmak çok zordur...’
Gymnasion ve sinagogu geride bırakıp, bir kilometre doğudaki Artemis Tapınağı’na gittik. Bizi, bekçi ile kulakları kesilmiş iki çoban köpeği karşıladı. Köpekler yalancıktan iki üç kez havlayıp, tekrar ağaç gölgesine çekildiler. Tapınakta 20’ye yakın İyon başlıklı dev sütun, etkileyici bir görünüm sunuyordu. MÖ 300’lerde inşa edilen tapınağın yakınlarında yapılan kazılarda, bir de Kibele Tapınağı ortaya çıkarılmıştı. Bu, Sart’ta iki tanrıçaya birden tapınıldığının işaretiydi. Aslında tarihçiler, bu iki tanrıçanın da aynı tanrısal kimliğin, yani Anadolu’nun büyük bereket tanrıçasının iki farklı biçimi olduğunu belirtiyorlardı.
Bölgede yapılan kazıların başlangıcı 141 yıl öncesine dayanıyordu. İlk kazmayı 1854 yılında Spiegelthal, Bintepe mevkiinde vurdu. Sart’taki ilk sistemli kazı çalışması ise 1910-14 yılları arasında H.C. Butler başkanlığında Princeton Expedition tarafından başlatıldı. Ama 1958 yılına kadar fazla bir ilerleme kaydedilemedi. Daha sonra George M.A. Hanfmann başkanlığındaki, Harvard-Cornell araştırma projesi başlatıldı. Kazı çalışmaları o zamandan bu güne kadar her yıl düzenli olarak yapılmakta. Antik taşların arasında duran ve en az o taşlar kadar eski görüntü sunan paslı bir vinç dikkatimi çekti. Üstünde 1910 tarihi vardı. İlk kazı ekibi tarafından Amerika’dan getirilmiş, yıllar sonra emekli edilip, tapınağın demirbaşı ve süsü olmuştu.
Tapınağın yaklaşık 1500 metre yükseğindeki Akropol tepesine tırmanmayı gözüm yemedi. Herodot bile burası için, ‘neredeyse girilmesi imkansız dik bir merkezi hisar’ demişti. Ama Persler, üşenmemiş, tepeye tırmanıp, buradaki Sartlıları kılıçtan geçirmişlerdi. John Freely, Akropol tepesinin zirvesindeki harabelerin içinde, Mermnasoğulları kralına ait olduğu söylenen bir sarayın kalıntılarının olduğunu belirtiyordu.
Görkemli Sart’tan uzaklaşırken, tozlar içindeki Sartmahmut köyüne bakıp, ‘Muhteşem bir geçmişten ne hallere düşmüşsün’ demekten kendimi alamadım.
Geçmişten sıyrılıp, bugünü keşfetmek için haritayı açtım, çevreyi inceledim. Marmara Gölü’nün doğusundaki Demirköprü Baraj gölünün, davetkar davetkar göz kırptığını gördüm. Zeki’ye rotayı çizdim: ‘Kula’ya doğru ilerle, Köprübaşı istikametine sap, yolun haberi var, bizi göle götürecek...’ Gerçekten de yol bizi aldı, kıvrıldı, düzeldi, tekrar kıvrıldı, kızılçam ormanlarının arasından geçirdi, yeni yeşillenmiş tarlaları aşırdı, gelinciklere teğet geçti ve gölün kıyısında bıraktı.
BAHARIN AYNASI
Etrafta kimsecikler görünmüyordu. Bir iki meşe kargasının kanat sesinden başka çıt çıkmıyordu. Oraya gittiğimizde, yeşil tepeleri, beyaz bulutları, ulu ağaçları, gölde kendilerini seyrederken bulduk. Demirköprü Barajı, çevresine ayna olmuş güzellikleri yansıtıyordu. Bir anda, gölün altını üstünü şaşırdım. Gölün içinde ve dışında aynı görüntüler yüzüyordu. Burada her görüntüden iki tane vardı.
Kıyı kıyı ilerledik. Her koy başka bir güzelliği sergiliyordu. Bazı koylarda balık tavaları vardı. Etraf o kadar kimsesizdi ki, balık çiftliklerinde ne tür balık yetiştirildiğini soramadım. Alabalıktır diye kestirip attım. Daha sonra altı tane kemeri olan incecik eski bir köprüden geçtik. Tabelada köprünün adının Kız Köprüsü olduğu yazıyordu. Başka bir bilgi olmadığı için, bizi kurbağalı suyun üstünden aşıran bu güzelim köprünün, ne zaman, kimin tarafından yapıldığını bir türlü öğrenemedim.
Buralarda bahar çok aceleciydi. Çiçekleri açtırmış, tarlaları yeşile boyamış, ağaçları süslemiş, kuşlara neşe saçmış ve işini bitirdiğini sanıp gitmek istemişti sanki. Bir çimenliğe uzanmış bulutların koşturmasını izlerken, baharın başında yaz sıcağıyla sarmaş dolaş olmuştum.
Haftaya İç Ege gezisi, Yanık Ülke Kula ve Bintepeler ile sona erecek.
Yazının Devamını Oku 15 Mayıs 2005
İç Ege’ye yaptığım yolculuğun ilk bölümünde bereketli ovaları, yeşermeye başlamış tarlaları, çiçeklerle süslenmiş ağaçları, baharı karşılayan kasabaları, sırtını Bozdağ’a yaslamış olan bölgenin en eski yerleşim yeri Birgi’yi anlatmıştım. Yolculuk bu hafta da sürüyor. Rotanın üstünde ilginç görüntüler var. Ege’ye ne zaman insem, bir bahane bulup Tire’ye mutlaka uğrarım. Bu sefer de öyle yaptım. Avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar’la birlikte izlediğim rotanın ilk aşmasında, İstanbul’dan yola çıkıp soluğu bereketli Küçük Menderes Ovası’nda almış, Bozdağ’ın eteklerindeki Birgi kasabasında geçmişin içinde dolaşmıştım. Omuzlarımıza yorgunluk çökünce de direksiyonu Tire’ye doğru kırmıştık. Tire’ye gitmek istememin nedeni, oradaki Tirem Oteli’ydi. Bölgede bir tek bu oteli biliyordum. Kasabanın merkezinde temiz bir oteldi. Anadolu’da, kasabalarda eli yüzü düzgün otel bulmak oldukça zordur. Onun için bu gezimde konaklamak için, bildiğim oteli seçtim. Tabii bir de Tire’nin tepesindeki Kaplan Köyü’nde, Kaplan Restoran’da güneşi batırmak da diğer bir nedenimdi. Sürekli okurlarım hatırlayacaktır, Kaplan restoranı, Hürmüz ile Lütfü’nün lezzetli ot yemeklerini birkaç yazımda yazmıştım.
Otele çantaları atıp, bir acele kıvrım kıvrım tırmanan yola koyulduk. Tırmandıkça Tire küçüldü. Nisan ayında bu tepelere ‘papatya karı’ yağar. Papatyalar ağaçların dibini yine kar beyazına boyamıştı. Biz restorandaki yerimizi aldığımızda, güneş Torbalı civarını kızıla boyamıştı bile. Lütfü itirazlarımıza aldırmadan masayı donattı. Küçük Menderes Ovası geçen yıllar daha karanlıktı. Güneş batarken görüntüler silinir, ova bir denizi andırırdı. Şimdi yayılmaya başlayan sanayi, bu karanlık denizi floresan ışıklarıyla soğutmuş, yok etmeye başlamıştı. Masada Zeki’yle, sanayi çevredeki işsizliğe çözüm olur mu diye tartışırken, yan masadan açıklama geldi: Meğer ovada kurulan fabrikalar, çevreden fazla işçi almıyorlarmış. Bir iki bekçi hepsi o kadar... Tüm işsiz gençlerin hevesleri kursaklarında kalmış. Fabrikalar hem tarım arazilerini yutuyor, hem de işsizliğe çözüm getiremiyormuş... Komşu masadaki Tireli, sorunu ve şikayetleri böyle özetledi. Güneş batarken restoran sessizliğe büründü. Güneş, Kuşadası’ndan İzmir’e kadar tüm ufku rengarenk boyadı. Dağların ardından yavaş yavaş kayboldu. Dağlar morardı, ova karardı. Ay incecik bir hilal olup gökyüzüne asıldı. O an kadehlerin çoğu batan güneş için kalktı.
TİRE’DE KAHVALTI
Ertesi gün erkenden yola çıktık. Tireli kadınlar sabahın o saatinde, yollara düşmüş sağlık yürüyüşü yapıyorlardı. Gözüm erkekleri aradı ama nafile bir arayıştı bu. Tire’nin ot yemekleri, köftesi kadar sabah kahvaltısı da meşhurdu. Tireliler sabahın 06.00’sında, tandır ve tandır suyuna pişirilmiş pirinç çorbasıyla kahvaltı yaparlardı. Gece yarısı dükkanlarını açan tandırcılar, en geç 07.00’de dükkanları kaparlardı. Biz sabahın bu saatinde tandır yemeye cesaret edemedik. Onun için Hüsamettin Camii’nin karşısındaki ünlü Namık kuyu kebapçısının önünden geçip, ara sokaktaki börekçiye gittik. Eski usta yoktu. Görevi yeğenine bırakmıştı. O da en az amcası kadar işin ehliydi. Yufkayı açtı, içine peyniri koydu, üstüne bir yumurta kırıp, tekrar katladı. İçinde kızgın yağın bulunduğu sacın üstünde çevire çevire nar gibi kızarttı.
Kahvaltıdan sonra uğradığım çarşıda, dükkanlar henüz açılmamıştı. İş olmadığı için esnaf geç geliyormuş artık. Bu yüzden Zeki’ye urgan çekenleri, semercileri, keçecileri, terlikçileri, nalıncıları gösteremedim. Sabahın sessizliğinde önce Tire’nin en önemli yapılarından biri olan Yahşi Bey Camii’ne gittik. İlçenin müzesine ev sahipliği yapan camiyi 1441 yılında II. Murad’ın paşalarından biri yaptırmıştı. Oradan 15. yüzyılın başlarında inşa edilen Ulu Cami’ye geçtik. Son olarak Tire’de eski Osmanlı evleri içinde en önemlilerinden biri olan Neşetoğlu Konağı’nı gördük. Esnaf kepenkleri açarken biz de kimine göre Keşişler Yöresi, kimine göre Şehr-i Muazzam, Eski Taht şehri, Ulemalar Yatağı, Ahi Kenti diye adlandırılan Tire’ye bir kez daha veda edip tekrar yola koyulduk.
KIRMIZI YELKENLİLER
Bir hızla ovayı aştık, Ödemiş’i geride bıraktık, Birgi’den sola sapıp Bozdağ’ı tırmanmaya başladık. Bozdağ aslında yanlış bir isimdi. Yemyeşil bir dağa bu adı kim, neden takmıştı acaba?.. Yol yılan gibi kıvrıla kıvrıla tırmanıyordu. Her virajda Küçük Menderes Ovası bir başka güzelliğini gösteriyordu.
Bir virajı dönerken, birden gökyüzünde kırmızı bir yelkenli belirdi. Ovanın üstünde süzülüyor tekrar yükseliyor, sonra tekrar kayıp gidiyordu. Bir kartal gibiydi. Sonra ona bir başkası göründü. Onu da bir başka kırmızı kanat izledi. Dağın zirvesinden kendini ovaya doğru fırlatan bu parapantçıları kıskandım. Bir an onlar gibi yeşil denizin üstünde kuş gibi süzülmek istedim.
Yol tırmandıkça tırmandı. Akçakmak’tan sola dönüp Gölcük’e kıvrıldı. Birkaç kilometre gittikten sonra Zeki sağa çekip durdu. Aşağılarda, çam ormanlarının arasına saklanmış bir krater gölü duruyordu. Bu tabloyu önce uzaktan seyrettik, sonra bir acele aşağıya indik. Gölün kıyısında amatör balıkçılar, sazan ve yayın için oltaları suya salmış bekleşiyorlardı. Sazlıklardaki kurbağaların sesi yeri göğü inletiyordu. Kıyıyı onlara bırakıp, köyün içine girdik. Evlere bakılırsa göl ovanın sıcağından kaçanların barınağı olmuştu. Sahilde kahveler sıralanmış, günübirlik ziyaretçiler için hediyelik eşya pazarı kurulmuştu. Bozdağ, zirvesindeki karlarla göl tablosundaki yerini alıyordu. Eteklerindeki üçgen tavanlı, rengarenk evlerin suya yansımaları, insana ‘kaçış düşleri’ kurduruyordu. Kentten kaçıp, buralarda bir süreliğine unutulmak nasıl olurdu acaba? Biz kent bağımlıları bu kaçışı başarabilir miydik?.. Bu soruları Zeki’ye sordum o da yanıt veremedi.
Kıyıdaki bir kahvede bir çay içimi dinlenip yolumuza devam ettik. Yönümüz Salihli’ye doğru idi. Yemyeşil Tozlu Yaylası’nı sağımıza alıp tırmanışı sürdürdük. Zirvenin yakınında bir yerde dağla aynı adı taşıyan Bozdağ kasabasından geçerken bir tabela ilgimi çekti: ‘Bozdağ Kayak Merkezi’. Hemen okun gösterdiği yöne dönüp, daha da yükseklere tırmandık. Dağ 2159 metre yükseklikteydi. Ama yola paralel uzanan uçurumlara bakınca insan kendini gökyüzündeymiş gibi hissediyordu. Ne Zeki ne de ben uçurumların dipsizliğini ve korkularımızı birbirimize dillendirdik.
Kuş uçmaz, kervan geçmez yollardan tırmandık, düz gittik ve sonunda hálá karlı bir tepenin eteğindeki tesise vardık. 20 odalı bir otel, şömineli salonlar, restoran, oyun odaları, teleskisi, telesiyeji ile bakımlı bir tesisti (Tel:232-544 0909). Şimdilik biri 650 metre, diğeri 450 metre uzunluğunda iki pisti vardı. Zirveden döne döne inen 4500 metrelik pist ise yapım aşamasındaydı. Öğrendiğime göre bu tesisi daha çok İzmirli kayak severler kullanıyordu.
Tesisi bekçilere emanet edip, tekrar uçurum kenarlarından Salihli’ye doğru inmeye başladık. Biz indikçe Bozdağ büyüdü, her şeye tepeden bakar oldu. Her virajdan sonra dağın başka bir yüzünü görüyorduk. Gördüğümüz her güzelliği görüntülemek telaşına düşünce de yol bitmek bilmiyordu. Eğer siz de günün birinde, Ödemiş üstünden Salihli’ye gitmek isterseniz yola vakitlice çıkın.
Yol haftaya da devam edecek. Bu kez Sart’a (Sardes), Lydia’nın eski başkentine gidip, geçmişte dolaşıp duracağız.
Yazının Devamını Oku 8 Mayıs 2005
Yolları özlemişim. Baharı bahane edip iç Ege’ye doğru yelken açtım. Ovalarda doğanın uyanışını, zirvelerde gözlerden gizlenmiş cennetleri gezdim. Bazı kasabalarda geçmişin izlerini izledim. Tabii yol üstündeki lezzetleri de ihmal etmedim. Çoktandır sesi soluğu çıkmayan avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar, geçenlerde telefon edip, ‘Yola çıkmanın tam zamanıdır... Baharı kaçırmayalım’ dedi. Hastaya ilaç sorulur mu?.. Hemen haritayı açıp, iç Ege’yi kapsayan bir rota çizdim. Rotayı çizerken, Fransız bilim adamı Charles Texier’in kitabından, John Freely’nin Türkiye Uygarlıklar Rehberi’nden ve Friedrich Sarre’nin Küçükasya Seyahati adlı kitabından yardım aldım. Daha sonra çantamı kontrol edip, eksik malzemeleri tamamladım. Çoktandır direksiyon sallamadığım için yolları çok özlemiştim. Arabamın da yolları özlediğini hissedebiliyordum. Hareket gününü dört gözle bekledim.
Pendik’ten sabahın erkeninde bindiğimiz hızlı arabalı vapur, 45 dakika sonra Yalova’ya yanaştı. Halbuki reklamlarında 36 dakika yazıyordu. Modern bir araçtı. Arabanızı park edip, üst kattaki lüks salonda çayınızı, kahvenizi içiyor, karnınızı doyurabiliyordunuz. Gideceğimiz yerde her hangi bir bekleyenimiz olmadığı için, 9 dakikalık gecikmeye pek aldırmadık. Yalova, Bursa derken yol kıyıları renklenmeye başladı. Sarı çiçekli katır tırnakları, pembe, beyaz çiçeklerle tarlaları süsleyen ağaçlar, göz alabildiğine uzanan yeşil tepeler... Gök yüzünde, kuşlarla yarış eden beyaz bulut kümeleri nereye uçuşuyorlardı acaba? Baharı daha iyi görebilmek için direksiyonu Zeki’ye emanet etmiştim. O sürüyor, ben ise pencereden akıp giden muhteşem tabloları seyrediyordum. Toprağın bahar mahmurluğunu izlemeyi çok seviyordum. Onun için her bahar başında yollara düşüyordum. Mustafa Kemalpaşa’nın o muhteşem tatlılarını, Susurluk’un teneke tulumuyla yapılmış tostlarını ve köpüklü ayranını bir hızla -ve yutkunarak- geçip, Balıkesir’den Akhisar’a indik. Yola çıkarken planımızı yapmıştık: Öğleye doğru Akhisar’da olacak ve Ramiz’de köfte yiyecektik. Biz oraya vardığımızda köfte zamanı gelmişti. Zeki arabayı park ederken, ben köfte kokusuna doğru ilerliyordum.
Ramiz’in köftesi kadar onlarca çeşidin bulunduğu salata barı da ünlüdür: Piyaz, haşlanmış kuru börülce, kurutulmuş domates, taze ve kuru soğan, tere, kuzu kulağı, roka, marul, domates, zeytin, sivri biber, turşu çeşitleri, rendelenmiş havuç, turp, maydanoz, taze dere otu, taze nane... Ben her seferinde hangisinden alacağımı şaşırır, tabağımı tepeleme doldururum. Yine öyle yaptım. Pamuk gibi pidenin üstüne konmuş bir buçuk köfteyi, salata eşliğinde afiyetle yedim. Köfteler her zamanki gibi hem iyi pişmiş hem suyunu saklamıştı.
Aslında bu gezi aynı zamanda bir ‘köfte gezisi’ oldu. Akhisar’da Akhisar Köftesi, Manisa’da Manisa Kebabı, Tire’de Tire Köftesi, Ödemiş’te Yağlı Kebap, Salihli’de Odun köftesi yedik. Manisa’da pidenin üstüne çekilip tereyağı gezdirildikten sonra yenilen, Tire’de domatesli sosla birlikte servis edilen, Ödemiş’te, kırmızı biber, salça ile hazırlanmış yağa banılan ekmekle birlikte sunulan, Salihli’de meşe odunu közü üstünde ızgara edilen köftelerin tadı muhteşemdi. Aslında her bir köfteye ayrı bir destan yazılabilirdi!..
İzmir’de otoyola sapmadık. Çünkü hızlı gidince bahar pencereden akıp gidiyor, renkli bir çizgiye dönüşüyor, güzellikler görünmüyordu. Bornova’dan Kemalpaşa’ya, oradan Dağkızılca’ya indik. Çevre düzlükleri, zeytin ve incir ağaçları ile süslemişti. Kasabaya yaklaşırken her yeri zeytin ormanları kapladı. Taş evleri, zeytinyağı fabrikaları ile varlıklı bir yere benziyordu. Zeytinyağı’nın bereketi kokusuyla birlikte tüm Dağkızılca’ya sinmişti. Torbalı’dan sonra, Küçük Menderes Ovası tüm zenginliği ile görüntüye girdi. Ovanın dört bir yanında bir telaş vardı. Tarlalar sürülüyor, meyve ağaçlarının dibi çapalanıyor, bağlar havalandırılıyor, çobanlar kuzulu koyunların peşinde koşturuyorlardı. Kuşlarda bir daldan diğerine konup, birbirlerine baharı müjdeliyorlardı.
Tire’ye yaklaşırken bu bereket fışkıran ovaya, sanayiinin sızmaya başladığını gördüm. Geleceği düşünüp irkildim. Ovanın diğer ucundaki Ödemiş, pazar tatilinin rehavetini yaşıyordu. Sokaklar insansız, dükkanlar kapalıydı. Yağlı kebap yapanlar da mangalları yakmamıştı. Texier’den öğrendiğime göre 1800’lü yıllarda burada 1200 hane Türk, 700 hane Rum ve 400 hane de Ermeni yaşıyordu. 1840 yılında yapılan Rum kilisesinin inşaatı için, ‘Rum milleti’nden 500 bin kuruş toplanmıştı.
OSMANLI KASABASI
Ödemiş’i geçip, 8 kilometre ötede, Bozdağ’ın eteğindeki Birgi’de kontağı kapattık. Bozdağ’dan kopup gelen öfkeli sel suları, Birgi’nin ortasında bir dere oluşturmuştu. Suların eski öfkesi yoktu artık. Kenarındaki hayıtların, mersinlerin, zakkumların, çınar ve defnelerin gölgesinde, koca yatağının ortasında incecik bir su olmuş ovaya doğru iniyordu. Sağımıza dereyi solumuza evleri alıp yokuşu tırmanmaya başladık. Evlerin çoğu siyah-gri kayrak taşı ile yapıldığı için çevrede kasvetli bir renk hakimdi. Halbuki Texier, 19.yüzyıl ortasında gittiği Birgi’yi başka türlü anlatıyordu: ‘Türlü renklere boyanmış evleri ona alışılmış Müslüman şehirlerinde bulunmayan neşeli bir hal ve zengin bir görüntü verir...’ O mu yanılmıştı, yoksa renkler mi silinmişti acaba?
Birgi adını, buradaki Bizans yerleşim merkezi Pyrgion’dan almıştı. 14. yüzyılda Aydın beyi burayı ele geçirdikten sonra adı Birgi olarak anılmaya başlandı. Yokuşun ortasına doğru karşıma çıkan Çakır Ağa Konağı’nın güzelliği beni adeta büyüledi. 18. yüzyılın son çeyreğinde, zengin bir tüccar olan Çakırların Tahir Ağa tarafından yaptırılan bu konak, çevrede ayakta kalabilen en güzel Osmanlı yapılarından biriydi. Dış ve iç duvarlar, odaların tavanları çeşitli motiflerle bezenmişti. Anlatılana göre Çakır Ağa’nın iki eşi vardı. Eşleri geldikleri yerleri özlemesinler diye Ağa, İzmirli eşinin odasının duvarına İzmir manzarası, İstanbul’lu eşinin odasına da Boğaz manzarası çizdirmişti. Üç katlı ve U biçimindeki konak Kültür Bakanlığı tarafından tam 13 yılda restore edilmişti.
ULUCAMİDE’Kİ ŞAHESERLER
Konak’ta geçmişi düşledikten sonra yokuşu tırmanmaya devam ettim. Evlerin bazıları restore edilmiş, eski güzelliğine kavuşturulmuştu. Bazıları ise kaderlerine terk edilmişti. Baharın başı olmasına rağmen güneş kendini hissettiriyordu. Onun için yürürken heybetli çınarların gölgesini izliyordum. Tepedeki meydanlıkta Birgi’nin en önemli yapısı, 1312 yılında Aydın Emiri Mehmet bey tarafından yaptırılan Ulucami yükseliyordu. Cami, bir başka antik yapıdan alınan mermer bloklarla inşa edilmişti. Minarenin gövdesi, baklava biçimi verilmiş kırmızı ve turkuvaz renkli tuğlalarla örülmüştü. Caminin pencere kanatları başlı başına bir sanat harikasıydı. Selçuklu üslubunun tüm ustalığını ve güzelliğini bu ahşap kanatlarda görmek mümkündü. Minber kapısı ise insanı büyüleyecek cinstendi. 3000 parçadan oluşan bu kapıda hiç çivi kullanılmamıştı. Kapı Mağribi Abdülvahitoğlu Muzafferüddin tarafından tam sekiz yılda yapılmıştı. Bu kıymetli eser 1993 yılında çalınmış ve İngiltere’ye götürülmüştü. Uzun uğraşlardan sonra geri alınıp yerine konmuştu.
Ulucami’den sonra, İmam Birgivi Medresesi’ni, Sultanşah Türbesi’ni ve Şefikbey Yağhanesi’ni gezip, Bozdağ’ın eteğini süsleyen bu eski kasabayla vedalaştık.
Vakit akşama yaklaşmış, yorgunluk omuzlarımıza çökmüş bir vaziyette, Menderes Ovası’nda bir yılan gibi uzanan yoldan Tire’ye doğru hareket ettik. Haftaya rotanın devamı var: Tire’de güneş batımı, Bozdağ’ın zirvesi.
Yazının Devamını Oku 1 Mayıs 2005
Puslu bir pazar sabahı soluğu İzmir’in Urla’sında aldım. Limanda kıran kırana geçen balık mezadını seyrettim. Ünlü şair Yorgo Seferis’in çocukluk anılarıyla sokaklarda gezindim. Pazarında, lezzetli otların, sebzelerin arasında dolandım. Antik zeytinyağı fabrikasında, sekiz bin yıl öncesini düşlemeye çalıştım. Tüm bunları bir iskelenin çevresinde yaptım.
Kitap Fuarı için gittiğim İzmir’de, bir pazar sabahı herkes uyurken yola çıkıp, Urla’yla kucaklaştım. Burayı bilen dostlarım öylesine ısrarcı olmuşlardı ki, gitmeden edemezdim. Örneğin yeme-içme kültürü yazarı Ahmet Örs, Urla pazarını ballandıra ballandıra anlatmış, mutlaka gitmemi tembihlemişti. Şair, denemeci, yazar (bence filozof) Özdemir İnce de Urla’ya gidip, şiirlerini Türkçe’ye çevirdiği ünlü Yunanlı şair Seferis’in evini görmemi önermişti. Hatta Seferis’in sıla özlemi yüklenmiş bir şiirinden bir dörtlük okuyarak beni iyice tahrik etmişti. Bir de antik dönemden kalma Klazomenai zeytinyağı fabrikası vardı. Burayı uzun süre önce gezi listeme almış, ama bir türlü yolumu düşürememiştim. Tüm bunlar yan yana gelince, 25 kilometre ötemdeki Urla’ya gitmek şart olmuştu artık.
Puslu bir sabahtı. İzmir Limanı bile uyanmamış, deniz yeni ütülenmiş çarşaf gibi dümdüzdü. Otoyola çıkmadım. Kıyı kıyı giden eski yolu izledim. Narlıdere’de hálá müteahhitlere direnen mandalina bahçelerinin kenarından geçtim. Bu bahçelerin yok oluşlarının çok uzaklarda olmadığını biliyordum. İnşaatçılara dayanmak kolay değildi. Hele Narlıdere gibi, deniz kıyısına omuz vermiş kıymetli topraklar onların iştahını kabartır, mandalina falan dinlemez, sarı, palet tekerlekli demir yığını araçlarıyla buraları dümdüz ederlerdi. Tıpkı demir paletli tankların, savaşlarda önüne geleni ezip geçtiği gibi.
Uzaklarda Mordoğan, Karaburun, Akdağ pus altına gizlenmiş görünmüyordu. Mordoğan adını çok seviyordum. Bende romantik çağrışımlar uyandırıyordu. Hep Mordoğan kasabasında, Mordoğan Boğazı’nı seyreden bir tepede, bahçesinde mor salkımların gölgelik yaptığı, duvarına mor begonvillerin sarıldığı bir evde yaşama düşleri kuruyordum. Akşamları İzmir’in göz kırpan ışıklarını da içine alan güzel düşlerdi bunlar.
HEM TAZE HEM UCUZ
Yüzlerce yazlığın sarmaladığı Urla’da oyalanmadan İskele’ye saptım. Zaten görmek istediklerim limanın çevresinde kümelenmişti. Arabayı park edip, çay içecek yer ararken bir kalabalık gözüme çarptı. Yanlarına gidip, sabahlarını selamladım. Balık mezadı varmış. Sekizgen mermer bir platformun üstüne, içi çeşitli balıklarla dolu tepsiler dizilmişti. Alıcılar sekizgenin çevresinde dolaşıp tepsileri inceliyor, birbirlerine bir şeyler fısıldıyorlardı. Hangi tepsiye kaç para sürecekleri konusunda ipucu vermeme gayreti içindeydiler. Biraz sonra mezat başladı. Mezadı idare eden tepsiyi eline alıyor, balığın cinsini söylüyor, başlangıç fiyatını ilan ediyordu. Sonra kıran kırana bir artırma. En çok parayı veren, balığını naylon torbaya doldurup evinin veya lokantasının yolunu tutuyordu.
Limanda balıkçı kayıkları sıra sıra dizilmiş, brandalarının üstüne çekmiş, küçük çırpıntıların sallamasıyla gecenin yorgunluğunu atıyorlardı. Denizden geç dönen birkaç kayıkta ağlar temizleniyordu. Limanın kedileri bu kayıkları paylaşmıştı. Kayıktan arada bir atılan balığı kapmak için tetikte bekliyorlardı. Lokantalar yeni güne kapılarını henüz açmamıştı.
Sonra Yorgo Seferis’in evinin bulunduğu sokağa doğru yürümeye başladım. Seferis 1900 yıllarında İzmir’de doğmuştu. Yaz tatillerinde ailesiyle beraber Urla’nın iskelesine gelirdi. Burada, denize yakın sokaklardan birinde yazlık bir evleri vardı. Küçük Seferis zamanının çoğunu iskelede balıkçıların arasında geçirir, onların ezbere okudukları destanları dinlerdi. Belki de şairliğinin ilk tohumları bu iskelede atılmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine, babası tası tarağı toplayıp Atina’ya göç etmişti. İlk şiirlerini Paris’te hukuk öğrenimi yaparken yazan (1918-1924) Yorgo Seferis, 1963 yılında yalnız Yunan şiirine değil, Avrupa şiirine de yepyeni bir soluk getirdiği gerekçesiyle Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştı.
SILA ÖZLEMİ
Seferis, Urla’dan (ve İzmir’den) çok küçük yaşta ayrılmış, ama aklı hep buralarda kalmıştı. Çocukluk yıllarında yaşadığı evi ona hep vatanını anımsatmış ve bu anılar onu aşırı biçimde duygulandırmıştı. Urla’daki ev onu hep mıknatıs gibi kendine çekmiş, büyülemiş, peşini bırakmamış, anılarıyla nefesini kesmişti. 1950 yılında İzmir’e gelen Seferis, Urla’ya gelip evini görmeyi de ihmal etmemişti. İzmir’den Urla’ya giderken yolda ‘Seferihisar’ tabelası gözüne ilişince, kendi adının buradan gelip gelmediği konusunda sorular aklına takılmıştı. Bu sorunun yanıtını bir türlü bulamamıştı. Şair günlüğünde, çocukluk günlerinin geçtiği evi şöyle anlatmıştı:
‘Ninemin eviyle bizim evin arkasını ayıran, kıyıya paralel sokağın ortasındaydık. Denize doğru yöneldik. Sular durgun değil, bir karabasan sessizliği içindeydi... Vapurların yanaştığı tahta iskele yerinde değildi, ama iskeleyi taşıyan beş altı kazığın yerli yerinde durduğunu hayretle gördüm. Batis’in kahvesinin kemerlerine ve onların üzerindeki yapıya da bir şey olmamıştı. Sonra hatırlayamadığım bir iki yapı. Daha sonra da evimiz.
Alt kattaki pencerelerin camları kırılmış, öndeki demir kapı iyice paslanmış. Biz orada oturduğumuzdan beri hiç boyanmamış anlaşılan. Hala ben de durur bu evin anahtarı, Atina’da... Üst kattaki kanatlı pencereler çürümüş, bir daha kapanamazmış gibi görüntüleri var. Duvarların sıvası dökülmüş. Evin içine bakmaya çalıştım. Ancak yemek odasını ayıran cam bölmeyi görebildim...’
PAZARIN YEŞİLLİKLERİ
Bir zamanlar Seferis’in ninesinin bahçesi olan meydanı geçip, evin bulunduğu sokağa geldim. İki katlı taş ev baştan aşağı yenilenmiş, duvarına da ünlü şair Yorgo Seferis’in burada yaşadığını belirten bir tabela asılmıştı. Evin yanındaki ikiz bina da otele dönüştürülmüş, adına da ‘Seferis’ denmişti. Ünlü şairin ablası İoanna ve ağabeyi Angelos ile koşuşturduğu sokakları geride bırakıp, pazar yerine doğru yürüdüm. Giderken aklıma Seferis’in bu ev için yazdığı şiirin mısraları takıldı kaldı:
‘Elimden aldılar evlerimi. Mutsuz
yıllara rastladık; savaşlar, yıkımlar, gurbet;
avcı bulur bazen göçebe kuşları
bazen bulmaz; av boldu
benim zamanımda, çok kişiyi alıp götürdü saçmalar;
ötekiler durmadan döner ya da çıldırır sığınaklarda
....’
Pazar yerinde beni yeşil bir tablo karşıladı. Tezgahlar yemyeşildi. Bir köşede biraz ileriden, Karaburun’dan gelen enginarların sabahleyin kesildiği belli oluyordu. Diğer tezgahlarda Arapsaçı, kılçıksız deniz börülcesi, ısırgan otu, kuzu ıspanağı, sütlüce, tere, roka, taze soğan, dere otu, kuzukulağı, dikme radika, turp otu, semiz otu, brokoli, pazı, ebegömeci, şırımay, kereviz yaprağı, labada, turp filizi, kereviz kökü, çoban düdüğü, işniş otu, bakla filizi... Ve adını bilmediğim diğer yeşillikler. Satıcılar işin ustasıydı. Bir yandan otu tanıtıyor, faydalarını sayıyorlardı: ‘Uzun köklüler otun acısını alır toprağın derinliklerine verir. Kısa köklüler ise baharatı ve acıyı yapraklara dağıtır...’ Bir yandan da nasıl pişirileceğini tarif ediyorlardı. Tabii ki bu tarifler benim gibi yabancı müşteriler için geçerliydi. Başka tezgahlarda ayıklanmış, kavanoza basılmış enginarlar, turşular, iplere kırmızı kolye gibi dizilmiş sivri biberler, küçük mor patlıcanlar, kırmızı turplar, kırmızı havuçlar yeşil tabloyu renklendiriyordu. Pazardan yutkunarak çıktım.
ANTİK ZEYTİNYAĞI
Sırada Klazomenai’deki antik zeytinyağı fabrikası vardı. Dor istilasından kaçan Klozomenailer, Urla iskelesine M.Ö 5. yüzyılda taşınmışlardı. Burası yöredeki ilk İon kentlerinden biriydi. Fabrika Hamdi Balaban’ın enginar tarlasında bulunmuştu. Demek ki aradan geçen asırlar enginarla zeytinyağının birlikteliğini bozamamıştı. Fabrika’nın geçmişi M.Ö 5. yüzyılın başlarına dayanıyordu.
Kazıları yöneten Prof. Dr. Güven Bakır ile grafiker Ertan İplikçi’nin ortak çalışmasından sonra buraya, o dönemde kullanılan presler, bucurgatlar, değirmen yeniden yapılmış, geçmiş canlandırılmıştı. Müzeyi gezince Ayvalık ve civarındaki küçük işletmelerde, bugün hálá o dönemin tekniğinin kullanıldığını hayretle gördüm.
İskeleye dönerken güneş yükselmiş, pus dağılmış, bahar yaza dönmüştü. Mezat bittiği için liman eski sessizliğine bürünmüştü. Çok değil bir iki hafta sonra yazlıkçılar sökün eder, bu sessiz günler yerini çocuk çığlıklarına, şen kahkahalara terk ederdi. Koşturmaktan zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım. Kıyıdaki kahveye oturup bir yorgunluk kahvesi söyledim. Rıhtımda sabahki kedileri gördüm. Karınları taze balıkla dolmuş, güneşin altında tembelliğin tadını çıkarıyorlardı. Urla’nın geçmişine ve bugününe veda edip tekrar İzmir’e doğru direksiyonu kırdım.
Yazının Devamını Oku 24 Nisan 2005
Budapeşte gezisini anlatan yazımın ilk ikisinde Buda’ın asırlık sokaklarını, korumaya alınmış yüzyıllık evleri, Tuna’yı süsleyen köprüleri, Peşte’nin geniş caddelerini, her biri birer mimarlık harikası olan binalarını, meydanlarını anlatmıştım. Son yazıda sıra en heyecanlı konuya, yeme ve içmeye, lokantalara ve pastanelere geldi. Eğer Buda’yı, Peşte’yi ve Tuna Nehri’ni aynı kare içinde görmek isteseniz, kentin en yeşil bölgelerinden biri olan Gellert Tepesi’ne tırmanmanız gerekiyordu. Aslında yokuş, yeşillik, geniş virajlar çizen bir yoldu. Ben arabayla çıktığım için, yürüyerek tırmanmanın ne kadar zor olduğu konusunda bir yorum yapamayacağım. Tepe dediysem yüksekliği topu topu 300 metreydi.
Gellert Tepesi, Budapeşte sosyetesinin tercih ettiği semtlerden biriydi. Bunda sanırım muhteşem manzarası başrolü oynuyordu. Zirvedeki parktan görünüş gerçekten de muhteşemdi. Sol tarafta saray, katedral, kale duvarları ile Buda, sağ tarafta parlamento binası, geniş caddeleri ile Peşte ayaklar altına serilmişti. Tuna ise geniş kıvrımlarla, iki yakanın arasında nazlı nazlı akıyordu. Köprüler birer kolyeyi andırıyordu. Uzaklarda Magrit Adası’na ve Gül Baba Türbesi’nin olduğu tepeye pus oturmuştu. ‘Eteklerindeki her şeyi küçülten tepe, sadece kenti bütün büyüklüğü ile gösteriyordu...’
Tepe adını, Venedik Piskoposu Gellert’ten almıştı. 1000 yılında Macaristan’ın ilk kralı Szent İstvan, halkını Gellert’in de yardımıyla Hıristiyan dinine inandırmıştı. Kralın ölümünden sonra kentte Hıristiyan olmayan halk ayaklanmış, Gellert’i bir fıçıya koyup, tepeden aşağıya Tuna’ya yuvarlamışlardı. Sonraları tepenin yamacına, fıçının düşüp parçalandığı kabul edilen yere bir anıt yapılmıştı. Venedikli Gellert buraya dikilen heykelinde, elinde haçıyla Budapeşte’yi kutsuyordu sanki.
TUNA’NIN ADASI
Kentte görülmesi gerekli bir başka yerde Magrit Adası’ydı. Tuna’nın ortasında, bir mekiği andıran görüntüsüyle bu ada, ağaçlarla gölgelenmiş bir sığınaktı. Adaya Magrit Köprüsü’nden gidiliyordu. 11. yüzyılda burası dinsel inziva için kullanılıyordu. Dünya nimetlerinden elini eteğini çekmek isteyenler buraya sığınıyorlardı. Bu sığınmacılardan biri de, adaya adını veren Kral IV. Bela’nın kızı Magrit’ti. Moğol istilasından korkan kral, bu tehlikenin geçmesi için kızını adak adamıştı. Moğollar gidince sözünün arkasında duran kral, kızı Magrit’i dokuz yaşındayken burada yaptırdığı manastıra kapatmıştı. Talihsiz kız ölünceye kadar bu adada kaldı. Kilise 1943 yılında Magrit’in azize olduğuna karar verdi. Söylentiye göre, daha sonraki yıllarda Osmanlılar bu adayı bir ‘safahat yuvası’na dönüştürdüler.
1896’da halka açılan ada, şimdi hafta sonu pikniklerinin yapıldığı, sağlık koşularının ve yürüyüşlerinin düzenlediği huzurlu bir parka dönüşmüştü.
Kentte son gittiğim yer Gül Baba Türbesi oldu. Türbe Gül Tepesi’nde, sekizgen bir yapıydı. Hemen yanında, Gül Baba’nın bir heykeli duruyordu. Belki de mevsimsiz gittiğimden etrafta pek gül fidanı göremedim. Bazı kaynaklar Gül Baba’yı şöyle tarif ediyorlardı: ‘Merzifonlu bir Bektaşi fakiri. Fatih zamanından beri her savaşa gönüllü girdi. Başına taktığı gülden, beline kuşandığı kılıçtan başka malı yoktu...’ Baba’ya saygılarımı sunup, tepenin dönemeçli dar sokaklarından tekrar Magrit Köprüsü’ne indim ve Budapeşte sokaklarını arşınlamaya son verdim.
Gezinin en lezzetli bölümüne, yani yeme-içme kısmına gelirsek!.. Eğer kilo ve kolesterol sorununuz varsa Macar yemeklerinden uzak durmalısınız. Tatlar bizim damağımızın pek yabancısı sayılmazdı. Zaten 150 yıllık Osmanlı işgali ülke mutfağını etkilemişti. Balkan ve Orta Avrupa, özellikle Alman mutfaklarının etkilerini de görmek mümkündü. Aslında yemekler özenli, süsleme sanatına uygun yemekler değildi. Sulu, taşra işi ama oldukça lezzetliydi. Yani bol ekmek banacak cinstendi. Macarlar birçok ülkenin yaptığı gibi, turistler yiyemez diye yemeklerini modernleştirip, tatları bozmamışlardı. Yemeğin orijinali neyse öyle bırakmışlardı.
Macar yemeklerinin değişmez malzemelerinin başında, paprika denen kırmızı biber geliyordu. Bu biberin kullanılmadığı yemek yok gibiydi. Paprika bildiğimiz türden ‘gavur acısı’ bir biber değildi. Acı paprika, ağızda rahatsız etmeyen hafif bir acılık veriyordu. Tatlı paprika ise yemeğe daha çok renk ve koku katmak için kullanılıyordu. Bu biberler aynı zamanda, turistlerin en çok rağbet ettikleri hediyelik eşyaların başında yer alıyordu. Küçük torbalar, seramik kaplar içinde, yanlarında tahtadan oyulmuş küçük biber kaşıklarıyla satılan paprikalar, turistler tarafından adeta kapışılıyordu. Darısı Kahramanmaraş’ın lezzetli biberine, Urfa’nın İsot’una demekten kendimi alamadım.
ANA MALZEMELER
Macar yemeklerinde biberden başka kullanılan ana malzemeleri şöyle sıralamak mümkündü: Yeşil biber, lahana, soğan, domates, domuz yağı, et, tavuk, hindi ve av etleri. Hemen hemen tüm yemekler, bu ana maddelerin çeşitli şekilde pişirilmesinden oluşuyordu.
Macar yemeği denince hemen akla gelen gulaş, aslında çorba anlamında kullanılıyordu. Tavuklu, balıklı, etli gulaş bu mutfağın değişmez başlangıç yemeğiydi. Diğer önemli bir tüketim maddesi de kaz ciğeriydi. Sıcak ve soğuk olarak yediğim kaz ciğerlerinin, Fransa’da yapılanlardan daha lezzetli olduğunu söyleyebilirim. Göl ve dere balıkları ise bana çok tatsız tuzsuz geldi. Bu balıklar daha çok, bol acı paprika ile yapılan çorbalarda kullanılıyordu. Yemeklerin hemen hepsi bol sulu ve sosluydu. Onun için insanın eli durmadan ekmek sepetine gidiyordu. Etler genellikle, soğanla kavrulmuş patates veya şekerle tatlandırılmış ekşi kırmızı lahana eşliğinde servis ediliyordu.
Macar salamı, biberli kalın sosisler, jambonlar da Macar mutfağının en lezzetli malzemelerini oluşturuyorlardı. Sabah kahvaltılarında tabağımı bu şarküterilerle doldurmayı asla ihmal etmedim.
Budapeşte’de, Kehli adlı restoranda yediğim en ilginç yemek, ‘Velöş Csont’ denen ilikli kemik oldu. Masaya kızarmış ekmek ve dövülmüş, paprikayla renklendirilmiş sarmısak eşliğinde koca bir kemik geldi. Kızartılmış ekmeğe önce sarmısağı sürdüm. Sonra üstüne, kemiğin içinden çıkardığım ilikten bir miktar koyup afiyetle yedim. Ağır ama çok lezzetli bir yemekti.
Macar lokantalarında porsiyonların çok büyük ve doyurucu olduğunu hatırlatmakta yarar görüyorum.
PORSİYONLAR
Eğer Fransa’da olduğu gibi giriş, başlangıç ve ana yemek yemeğe yeltenirseniz, masadan mide fesadına uğramış bir vaziyette kalkarsınız. Onun için bir ana yemekle yetinmenizi öneririm. Eğer birkaç kişi gittiyseniz, hepiniz ayrı bir yemek ısmarlayıp, paylaşabilirsiniz. Böylelikle bir çok yemeği tatmış olursunuz. Bir başka önerim de, bu ağır yemekleri öğle yemeniz konusunda olacak. Akşamları ise eğer bulabilirseniz, hafif yemeklerle geçiştirmekte yarar var.
Lokanta ve pastanelere gelirsek: Erzsebet Caddesi üstündeki New York Cafe, kentin en önemli kahvesi ve lokantası. 1894 New York Sigorta Şirketi’nin binası olarak yapılmış. Kahveye dönüştükten sonra aristokrasinin, sanatçıların özellikle yazarların vazgeçemediği bir mekan olmuş. Bir diğer önemli mekan da, yine geçen yüzyıldan kalan Gundel lokantası. Uzun önlüklü garsonların hizmet ettiği tarihi lokantada, Çigan müziği eşliğinde Macar mutfağının gerçek tatlarını bulabilirsiniz. Yemek sonrasında içine badem konulup üstü çikolata sosu ile kaplanan krepin -Gundel Palacsinta- mutlaka tadına bakmalısınız. Mokus Caddesi’ndeki Kehli’de ise büyük porsiyonlarda otantik Macar yemeklerini tadabilirsiniz. Alışveriş caddesi Vaci’deki Fatal’da soğuk çilek çorbası ile tahta tabaklarda servis edilen ev yemeklerini öneririm. Eski Buda’da, Kale civarındaki Fortuna ve Alabardos’u da ihmal etmemek gerekir.
Son olarak kente gelen herkesin bir kere uğrayıp kahve içmesi ve tatlı yemesi gereken, asırlık Gerbeaud Pastanesi’nden söz edeceğim. Vörösmarty Meydanı’nda, İsviçreli şekerci Emil Gerbeaud tarafından kurulan bu pastane, şıklığı ile göz kamaştırıyor. Eğer buraya yolunuz düşerse, kestane püresi ile Dobos adlı pastadan yemeyi ihmal etmeyin.
Budapeşte, önüne ardına gün eklenmiş bir hafta sonu için ideal adreslerden biri. Bir kenara not etmenizi öneririm.
Yazının Devamını Oku 17 Nisan 2005
Geçen hafta Budapeşte’nin, Buda tarafındaki asırlık sokaklarda dolaşmış, kenti Balıkçı Burcu’ndan kuşbakışı seyretmiştim. Sonra acelesiz, telaşsız bir yürüyüşle Zincirli Köprü’den geçip, Peşte tarafındaki cadde ve sokaklarda kentin ruhuna sızmaya çalışmıştım. Zincirli Köprü’den geçip hemen Peşte’nin tarih sinmiş sokaklarına sapmadım. Acelem yok, vaktim çoktu. Kent nasıl olsa bir ahtapot gibi beni sarıp sarmalayacak, içine alacaktı. Önce sağa dönüp, bir süre Tuna kıyısında yürüdüm. Yeşillikler arasındaki Gellert Tepesi’ni, Buda’nın sırtlarını süsleyen görkemli sarayı seyrettim. Sonra gerisin geri dönüp, en büyük caddelerden biri Jozsef Attilla’dan yürüyüp, dar bir sokağa saptım. Birkaç metre sonra kendimi Vörösmarty Meydanı’nda buldum. Buraya, uzaktan gördüğüm küçük dükkanlar ve ızgaralardan yükselen kokular yüzünden sapmıştım. Aslında bu rastlantısal sapış iyi de oldu. Çünkü ülkenin en ünlü pastanesi Gerbeaud’u bulmak için, zaten burayı arayacaktım. Meydanı gezmeden önce, asırlık pastaneye oturup bir yorgunluk kahvesi içtim. Buradaki görüntüleri ve muhteşem tatları daha sonra anlatacağım.
Sızlayan ayaklarımı biraz teselli ettikten sonra, meydanda hediyelik eşya satan küçük dükkanların arasında dolaştım. Tabii ki ilgimi en çok yemek satan tezgahlar çekti. Sobaların üstündeki büyük kazanlarda Gulaş kaynıyor, dev tavalarda sebzeler sote ediliyor, ızgaralarda sosisler ve şişe geçirilmiş tavuklar, görüntüleri ve yaydıkları kokularla seyredenleri tahrik ediyordu. İradeleri zorlayan bir andı. Biraz sonra kendimi bir masada, yanında patates salatası bulunan büyükçe bir sosisin başında buldum.
BİR TATLININ PEŞİNDE
Hazım yürüyüşünü, birbirinden şık mağazaların süslediği Vaci Sokağı’nda yaptım. Bu sokakta kentin geçmişine ait pek iz yoktu. Her yerde bulunan cinsten bir alışveriş caddesiydi. Bir yan sokağa sapıp, mağazaların ışıltısından uzaklaştım. Bir süre sonra Petöfi Sandor caddesinde yürüdüğümü anlayınca şaşırdım. 23 yıl önce kaldığım sokak önümde uzanıp gidiyordu. Önce etrafta belleğimde kalan kırıntıları aradım. Birkaç bina dışında pek bir şey hatırlayamadım. Kaldığım pansiyonun kapısında duraklayıp, yaşlı karı kocayı anımsamaya çalıştım. Sonra caddenin başlangıcındaki Ferenciek Meydanı’na çıktım. Bir pastaneyi arıyordum. Az sonra elimle koymuş gibi buldum. Adını unutmuştum: Jegbüfe’ymiş. 23 yıl önce bir gün bu pastaneye gelmiş, bir tatlı yemek istemiştim. O zamanlar rejim henüz değişmemiş, servis sektörü bu kadar gelişmemişti. Herkes kendi işini kendi görüyordu. Tatlıyı alabilmek için pastanenin bir ucundaki kasaya gidip, tatlının adını söylemem, parayı ödemem ve fiş almam gerekiyordu. Sonra fiş tezgahtara veriliyor, istenilen yiyecek alınıyordu. O zamanlar ortalıkta dolaşan garson falan yoktu. Sıra bana gelince Macarca bilmediğim için kasada oturan adama tatlının ismini söyleyemiyor, bekleyenlerin tepkisinden çekindiğim için sıradan çıkıyordum.
Üç gün hep aynı uğraşı vermiş ama o tatlıyı ısmarlamayı bir türlü becerememiştim. İşte şimdi fırsatı yakalamıştım. Pastaneye girip, pencere kıyısındaki bir masaya oturdum. Ne yiyeceğimi soran garsonu kolundan tutup tezgaha götürdüm. 23 yıldan beri hasretini çektiğim tatlıyı gösterdim. Sonra da afiyetle yedim. Öğrendiğime göre, 23 yıl sonra kavuştuğum ‘Kremeş Milföyü’ meğerse dünyanın en lezzetli milföylerinden biriymiş. Meraklılarına duyururum.
BİNALAR VE HEYKELLER
Sonra tekrar kentin sokaklarına daldım. Gezdikçe bu kentin, birçok Avrupa kentinden daha şık olduğunu gördüm. Bu 19. yüzyıl şıklığıydı. Okşayıcı ama biraz da abartılı bir şıklık. Murat Belge bu abartıyı şöyle açıklamıştı: ‘Macarlar 18. yüzyıldan başlayan birçok bağımsızlık mücadelesi verip bunlarda başarısızlığa uğradıktan sonra, 19.yüzyılın sonunda, Almanlar’ın gerisinde, ikinci sınıf insanlar olmadıklarını, kurdukları kentle kendilerine kanıtlamaya çalışmışlar. Şehrin binalarındaki görkemin -ve bir miktar hilenin- gerisinde, biraz da çocuksu olan ya da bugün öyle görünen bu gayret yatıyor. Onun için bu kentte tarih özel bir biçimde önemli...’
Binalara bakınca burada bir zamanlar mimarların, demircilerin, taş ustalarının, heykeltıraşların, yapı ustalarının kıyasıya yarıştıkları belli oluyordu. Binaların ön yüzleri heykeller, ferforjeler, rölyefler ve resimlerle öylesine güzel süslenmişti ki, bir binadan diğerine geçişim epey zaman alıyordu. Macarlar sadece binaları değil, geçmişe ait her şeyi korumuşlardı. Bunun en büyük kanıtı, kentin her yanını süsleyen heykellerdi. Her yaşayana bir heykel düşüyor desem abartmış olur muydum acaba? Heykeller sadece meydanları değil, parkları, evlerin ön yüzlerini, sütunları, köprüleri de süslüyordu. Bunlar sadece politikacılara, askerlere, ulusal kahramanlara ait değildi. Adını bilmediğim yazarlar, şairler, müzisyenler, bilim adamları da heykel olup geçmişten bugüne kalmışlardı.
Heykellere, muhteşem binalara baka baka, Nador Caddesi’nden Parlamentoya doğru ilerledim. Önce Etnografya Müzesi’ne girdim. Bu bina Parlamento için açılan yarışmaya sunulan projelerden biriydi. Görkemli bir yapıydı. Rönesans, Barok ve Klasisizm öğelerinin birleştiği bina, 1945 yılına kadar Yüksek Mahkeme olarak kullanılmıştı. Oradan çıkıp tam karşısındaki parlamento binasına yürüdüm. Tuna kıyısındaki bu bina, Almanya ve İngiltere’den sonra Avrupa’nın üçüncü büyük parlamentosuydu. Yirmi küsur yılda (1884-1906) inşa edilen bu gösterişli binanın uzunluğu 300 metre, en yüksek noktası 96 metreydi. 18 bin metrekarelik bir alanı kaplayan binada tam 700 oda vardı. Dış cephesini 300 heykelin süslediği bu binaya tam 27 ayrı kapıdan giriliyordu ve süslemeler için 40 kilo altın kullanılmıştı.
Parlamentonun yanındaki küçük parkta bir banka oturup, biraz ilerimdeki Attilla Jozsef heykelini seyrettim. Macarların radikal şairi de benim gibi yorgun görünüyordu. Elinde şapkası ile basamaklara oturmuş, kim bilir hangi şiirinin hangi mısrasını aklına yazıyordu!.. Enerjimi yerli yerine koyduktan sonra, kentin kılcal damarları olan ara sokaklardan döne dolaşa Budapeşte’nin en gösterişli caddesi Andrassy’e çıktım. Burada da binaların hepsi özenli, görülmeye değer, süslü ve taş ustalığının en iyi örnekleriydi. Ama Murat Belge bu konuda insanın aklını karıştırıyordu. Belge, bu caddenin yapılışını anlatırken şöyle bir açıklama yapmıştı: ‘Bu caddeyi açmak için buralardaki bir yığın tek ya da çift katlı evi yıkıp yerine gösterişli binaları yapmışlar; ama görünüşe aldanmayın! Koca kesme taş gibi duran o şeyler aslında ustaca yapılmış sıvalar. Altında tuğla var...’ Benim bu sava pek inanansım gelmedi.
Andrassy Caddesi’nin en görkemli binası olan Opera’nın önünde biraz oyalandım. Macaristan’ın en ünlü mimarı Miklos Ybl tarafından 1875-84 yılları arasında yapılan bu binanın masrafları için, İmparator Franz Joseph tam bir milyon altın forint vermişti. Burada konser izlemek epey keyifli olurdu ama, oteldeki görevliler bir hafta boyunca hiç yer olmadığını söylemişlerdi. Yine de binanın kapısında uzun bir kuyruk vardı. Onlar neyi bekliyorlardı acaba? Kahramanlar Meydanı’na yaklaşırken gözüme büyükçe bir kitapçı çarptı. Kapısından dalıverdim.
Macarlar, bildiğim kadarıyla Avrupa’nın en çok kitap okuyan milletiydi. Benim gibi bir başka işiniz de kitap yayıncılığı olursa, buradaki meslektaşlarınızı kıskanmadan edemezsiniz. Kitabın ne kadar çok satın alındığının ipuçları kapıdan girer girmez görünüyordu. Müşteriler, tıpkı süpermarketlerde olduğu gibi kollarına birer alışveriş sepeti asıyorlardı. Bu sepetler biraz sonra kitapla doluyordu. Ama ülke AB’ye üye olduktan sonra pahalılık kitaba da yansımış, sepetler yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlamıştı.
KAHRAMANLAR MEYDANI
Andrassy’nin sonundaki Kahramanlar Meydanı’nın (Hösök Tere) ortasında uzunca bir sütun, sütunun zirvesinde kanatlı Cebrail heykeli vardı. Meydanı çevreleyen yarım dairelerde ise Macar kralları yan yana dizilmişti. Krallara saygılarımı sunup, kalan son enerjimle Dozso György caddesine saptım, Szechenyi Hamamı’na doğru yürüdüm. Budapeşte, Avrupa’nın belli başlı kaplıca kentlerinden biriydi. Onun için kentin kaplıcaları çok ünlüydü. Osmanlılar da buraya birçok hamam yapmışlardı. Rudas, Racfürdo ve Sokollu Mustafa Paşa’nın yaptırdığı Kiraly o günlerden kalan hamamlardı. Hayvanat bahçesinin tam karşısındaki Avrupa’nın ilk hamamı Szechenyi geniş bir alanı kaplıyordu. Binanın avlusundaki sıcak su dolu havuzlar, şifalı sularının yanı sıra burada mayoyla oynanan satranç turnuvalarıyla da ünlüydü. Söylentilere göre bu havuzlar, sosyalizm devrinde rejim muhaliflerinin buluşma ve konuşma -gizli- yeri olmuştu.
Kentin gerisi, en önemlisi yiyeceği, içeceği, lokantaları, pastaneleri haftaya kaldı. Kolesterol yüklü lezzetleri merak ediyorsanız haftaya buluşalım.
Yazının Devamını Oku 10 Nisan 2005
Buda ve Peşte, Tuna’nın ayırdığı iki güzel. Asırlık evler, sokaklar, binalar, birbirinden güzel köprüler, her meydanda, her köşede yükselen heykeller, geçmiş ve bugün, iç içe sakin ve sessiz akan zamanın tadını çıkartıyorlar. Geçen hafta Avrupa’nın en güzel kentlerinden biri olan Budapeşte’de ilkbaharı yaşadım.
Yarı dolu uçakta Budapeşte’ye doğru uçarken, 23 yıl öncesini hatırlamaya çalışıyordum. O zamanlar Cumhuriyet Gazetesi’ndeydim ve TIR şoförleriyle ilgili bir röportaj için yollara düşmüştüm. Karlı, çok soğuk bir mart ayıydı. Bütün Avrupa’nın buz tuttuğu bir kış olmuştu. Bulgaristan’ı geçmiş, Romanya’nın Arad kentindeki bir mobilya fabrikasında yükleme yapmıştık. Sonra şoför rotayı Budapeşte’ye doğru çevirmişti. Çünkü orada bir sevgilisi vardı ve onunla buluşacaktı. Öğretmenlik yapan kırmızı suratlı, etine dolgun kız, benim için kentin Peşte yakasında, ortalık yerdeki bir sokakta, bir pansiyon kiralamıştı. Sokağın adı o günden beri nedense hiç aklımdan çıkmamıştı: Petöfi Sandor. Daha sonra bu adın, Macaristan’ın ünlü şairine ait olduğunu öğrenmiştim. Şoför ve sevgilisi, beni bir apartmanın dördüncü katında, yaşlı ev sahipleriyle tanıştırmışlar ve bir hafta sonra buluşmak üzere gitmişlerdi. Bana evlerinin odasını kiralayan karı koca, çat pat Almanca’dan başka dil bilmedikleri için, hiç kimseyle hiçbir şekilde iletişim kuramıyordum.
TEK VÜCUT
Uçakta işte o günleri hatırlamanın gayreti içindeydim. Sokakları, köprüleri, Tuna’yı gözümün önüne getirmeye çalışıyordum. O zamandan bu güne, Tuna köprülerinin altından çok sular akıp gitmiş, rejimler, yaşamlar, yasalar baştan başa değişmişti. Budapeşte’nin şimdisi nasıldı acaba? Yanıma okumak için Brezilyalı ünlü müzisyen Chico Buarque’nin, ‘Budapeşte’ adlı kitabını almıştım. Niyetim her zamanki gibi, gittiğim kentte geçen bir romanı okumak, ondan kent hakkında ipuçları yakalamaktı. Kitabı bitirdiğimde bu kez yanıldığımı anladım. Buarque kitabında, başkalarının imzasıyla yazan bir yazarın Budapeşte’de geçen aşk hikayesini anlatıyordu. İsimsiz sokaklar, adressiz evler, güzel bir kadın, nefis bir aşk hikayesi... Muhteşem bir kitaptı ama, içinde Budapeşte’nin görüntüsü yoktu. Ben yine de sokaklarda dolaşırken, Buarque’nin kahramanlarını görür gibi oldum. Tıpkı Prag’da Milan Kundera’nın aşklarını gördüğüm gibi.
Budapeşte, Tuna’nın iki kıyısındaki iki kentin, sonradan kucaklaşmasıyla oluşmuş bir kentti. Buda tepede, Peşte ise düzlükteydi. Bu iki kent 1873 yılından beri ‘tırnakla et’ örneği tek vücut olmuşlardı. 1930’lu yıllarda Budapeşte’ye giden İsmail Habib Sevük bu ikiliyi şöyle tanımlamıştı: ‘Tuna’nın ayırdığı Buda ile Peşte, Haliç’in ayırdığı İstanbul ile Beyoğlu’na birçok taraflardan benziyor: Buda garpta, Peşte şarkta, Buda eskidir, Peşte yeni, biri asaletli biri mazisiz, şeref Buda’da servet Peşte’de, mabetle tarih Buda’ya bağdaştı, bankayla banker Peşte’de kaynaşıyor. Hep İstanbul’la Beyoğlu gibi...’
Eski Buda’da, Tuna’ya ve Peşte’ye kuşbakışı bakan tepedeki Hilton Oteli’nde kalıyordum. 1976 yılında yapılan bu otelde, tarihi kalıntılarla çağdaş mimari iç içe geçmişti. Otelin bulunduğu yerde, 1254 yılından itibaren bir kilise sonra da bir cizvit manastırı yer almıştı. Bina bu kalıntıların üstüne ve arasına inşa edilmişti. Kentin her yerinden görülen otel büyük tartışmalara yol açmıştı. Çok ilginç bir yapıydı ve odamın penceresinden kent muhteşem görünüyordu.
Eski Buda’da, kentin uzak geçmişini görmek mümkündü. Turistlerin doldurduğu meydanı gotik kulesi, renkli tuğlalarla kaplanmış damıyla Kral I.Matyas’ın adını taşıyan katedral süslüyordu. Katedralin önündeki meydanda ise kenti veba salgınından koruması için yapılmış olan Kutsal Üçlü Anıtı yükseliyordu. Katedralin çevresini ‘Balıkçı’nın Burcu’ diye adlandırılan, kulelerle bezenmiş bir kale duvarı çevrelemişti. Bu duvarlar çevreye bir masal havası yüklüyordu. Tuna’nın en güzel görüntüsü buradan çekildiği için, surların üstünde ellerinde fotoğraf makineleri olan turistler -çoğu Japon’du- koşuşturup duruyordu.
ASIRLIK EVLER
Meydandan uzaklaşınca sokaklar tenhalaşıyordu. Kuruluşu 13. yüzyılın sonlarına dayanan semtteki evlerin hemen hepsi koruma altına alınmıştı. Duvarlarına çakılan plakalardan çıkardığım kadarı ile evler 1700’lü yıllardan kalmaydı. İki en fazla üç katlı olan binaların ön yüzleri resimler, heykel ve rölyeflerle süslenmişti. Demir çemberli kapıların ardındaki avluların bazılarında dükkanlar, kahveler, lokantalar sıralanmıştı. Bir zamanlar soyluların ve tüccarların evlerinin bulunduğu ‘Lordlar Sokağı’ndan bakıldığında ise Buda’nın yeni ve çirkin yüzünü görmek mümkündü.
ZÜMRÜT GERDANLIK
Sakin sokaklarda dolaşırken dikkatimi kuş sesleri çekti. Kendileri görünmüyordu ama dört bir yandan sesleri yükseliyordu. Çeşit çeşit kuş sesiydi. Sonradan bu seslerin hiç dinmediğini keşfettim. Sakalar susunca, floryalar şakıyor, karanlık basınca da çalı bülbülleri devreye giriyordu. Aydınlıkla birlikte tekrar sakalar şarkılarına başlıyordu.
Meydandan aşağıya döne döne inen merdivenler, önce bir meydana ardından da Zincirli Köprü’ye (Szechenyi) ulaşıyordu. Bu köprü Tuna’nın üstündeki köprülerin en güzeliydi. Zümrüt taşlarla süslenmiş bir gerdanlık gibiydi. Köprüye adını veren Kont Istvan Szechenyi, ülkenin en sevilen ve sayılan kişilerinden biriydi. Köprünün yapılış öyküsü şöyle anlatılıyordu: Genç Szechenyi bir kış günü Viyana’daki babasının ölüm haberini almıştı. O zamanlar Tuna’da karşıdan karşıya portatif köprülerle geçiliyordu. Ama hava rüzgarlı olduğu için portatif köprü kaldırılmıştı. Szechenyi karşıya geçebilmek için bir hafta beklemek zorunda kalmıştı. İşte bu olaydan sonra Tuna’nın üstüne sabit bir köprü yaptırma fikrini aklına koymuştu. Bunun için tüm Avrupa’yı gezdi. Sonunda Adam Clark adlı bir mimarla anlaştı. Kente bu önemli eseri kazandıran Szechenyi, 1860 yılında gözaltındayken intihar etti. Bu hazin olaydan sonra oğlu Ödön İstanbul’a gidip, Osmanlı devletinden iş istedi ve ‘Seçenyi Paşa’ adıyla İtfaiye teşkilatının başına geçti.
Köprünün karayla birleştiği noktalardaki heybetli aslan heykelleri, Zincirli Köprü’ye ayrı bir güzellik ve asalet katıyordu. Çiseleyen yağmura aldırmadan köprünün yaya yolundan Peşte’ye doğru yürüdüm. Ortalık yerde durup, hızlı hızlı akıp giden çamurlu suları, akıntıya kapılmış martıları seyrettim. Tuna bu kentin her şeyi demekti. Kenti ‘Tuna Kraliçesi’ olarak tanımlayan İsmail Habib Sevük, onu şöyle anlatıyordu: ‘Avrupa’nın en büyük suyu burada, kavisleri açık bir S harfi gibi ferah bir kıvraklıkla uzanıyor. Koca nehir hiçbir şehre böyle göğsünü gererek ve belini bükerek neşeli neşeli sokulmadı ve hiçbir şehir de onu burası gibi candan kucaklamamıştır. Tuna Belgrat’ı görür, fakat Belgrat Sava’ya bakar. Tuna Viyana’yı dolanır, fakat Viyana Tuna’ya sadece eteğini iliştirmiştir. Halbuki Budapeşte’de, nehirle şehir, aşıkla maşuk gibi sarmaş dolaş olmuştur...’
Niyetim karşı kıyıdaki Peşte’de, adressiz ve telaşsız bir yürüyüşle kentin kılcal damarlarına, ruhuna nüfus etmekti. Kentin beni sarmalamasını, içine çekmesini, geçmişiyle tanıştırmasını, bugüne döndürmesini istiyordum. Bunu heykelli meydanlarda oturarak, binalara dokunarak, insanları izleyerek gerçekleştirebilirdim. Kent, gezmek isteyenlere otobüs, tramvay, metro gibi olanaklar sunuyordu ama ben yürümeyi tercih ediyordum. Budapeşte’de yürürken kendimi hep bir müzede dolaşıyormuş gibi hissettim. Bu kentin -bütün kentlerin- tadına ancak yürüyerek varılabilirdi, ben de öyle yaptım.
Sokaklar, muhteşem binalar, anılar haftaya kaldı. Kaldığım yerden gezintiye devam edeceğim. Sizi de bekliyorum.
Yazının Devamını Oku 3 Nisan 2005
Bu hafta Güney Afrika’dan söz edeceğim, ama bu, alışılmış bir gezi yazısı olmayacak. Size bu ülkenin kentlerini, doğasını, safarilerini değil de şarabını anlatmaya çalışacağım. Gidişli gelişli, anıların girip çıktığı bir yazı olacak. Bu yazıyı yazmama, Şarap Dostları Derneği’nin bu ayki toplantısında tattığım Güney Afrika şarapları neden oldu. Şarap Dostları Derneği de neyin nesidir diye soracak olursanız; bundan yaklaşık 15 yıl önce, rahmetli Tuğrul Şavkay’ın önderliğinde 15 şarap düşkünü arkadaş bir araya gelip, şarabı bilinçli içebilmek için bir dernek kurmuştuk. Ayda bir yaptığımız toplantılarda adım adım, şarabın rengini, kokusunu, üzüm cinslerini, bekleme sürelerini, fıçıyı, mantarı öğreniyorduk. Bu toplantılarda, işi iyi bilen önolog Doç. Dr. Ertan Anlı, Tekel’in şarap uzmanı Tezcan Gürkan, her konuda bilgi sahibi olan yiyecek-içecek uzmanı Osman Serim bir öğretmen gibi bizi eğitiyorlardı.
Temel konuları öğrendikten sonra sıra tadıma gelmişti. Topladığımız aidatlarla, her ay değişik bir ülkenin değişik üzümlerden yapılmış şaraplarından alıyor, tadıyor, üzümlerini konuşuyor, bağcılığı hakkında bilgiler ediniyorduk.
İlk başta bir arkadaş grubu olan derneğimiz, katılımlarla büyüdü, büyüdükçe tadım işleri daha ciddiye alındı, dünyanın çeşitli ülkelerinden şarap uzmanları geldi. Özetlersem, küçük arkadaş grubu, çoğaldı, büyüdü yüzlerce şarap severin, şarabı öğrendiği, Türkiye’nin tek ve en ciddi bir şarap derneğine dönüştü.
Şarap Dostları, her ayın ilk haftası toplanıp yıl başında saptanan tadımları gerçekleştiriyor. Bu ay sırada Güney Afrika Şarapları
-benim favorim- vardı. Toplantıya Güney Afrika’dan gelen bir şarap uzmanı ile ülkenin Türkiye Büyükelçisi Sobizana Mngqikana da katıldı. Size bu tadım notlarını aktarmadan önce, Güney Afrika’da bu şaraplarla nasıl tanıştığımı anlatacağım.
Güney Afrika’ya birkaç kez gittim. İlk gidişim 90’lı yılların başına denk gelmişti. Her gezimde olduğu gibi bu gezimde de bir bahane vardı: Padişahın emriyle bu ülkedeki Müslümanlara dinin kurallarını öğretmeye giden Ebu Bekir Efendi’nin izlerini arayacaktım. Onun yardımcılığını yapan Ömer Lütfi Efendi, bu uzun yolculuğu ve Cape Town’da başlayan maceranın bir kısmını kaleme almış, ben de bir tesadüf okumuştum. Uzun lafın kısası bir karlı kış günü uçağa atlayıp, yaz sıcağının kavurduğu Cape Town’da soluğu aldım.
OKYANUSLAR KOL KOLA
Kente gidişimin ikinci günü, Ümit Burnu’nu tepeden gören bir restorana oturdum. Karşımda muhteşem manzara vardı. Atlas Okyanusu ile Hint Okyanusu tam önümde kucaklaşıyor, sonra kol kola girip Ümit Burnu’nu birlikte dövüyorlardı. Uçsuz bucaksız muhteşem bir manzaraydı. Yemeğim gelinceye kadar bir bardak Chardonay istedim. Garson biraz sonra iyi soğutulmuş beyaz şarabı getirdi. Öylesine lezzetli bir şaraptı ki, bunu üzümün kalitesine, fıçı kokusunun dengesine değil de manzaranın güzelliğine bağladım. Ardından yemekle birlikte gelen kırmızı şarap da -Le Bonheur- şaşırtıcı lezzetteydi. Baharat ve kırmızı meyve kokulu, dolgun gövdeli, mor ışıltılı yakut renkli muhteşem şarabı yudumlarken, hem tabağımdaki eti yemeyi hem karşımda kucaklaşan iki okyanusu seyretmeyi unuttuğumu şimdi bile hatırlıyorum.
Cape Town’da kaldığım üç gün değişik şarapları tattım. Hepsi birbirinden güzeldi. Dönünce soluğu Ebu Bekir Efendi’nin torunu Osman Serim’in yanında aldım. Kendisi yiyecek-içecek uzmanı olduğu için bu konuları bilirdi. Ben ona dedesinden kalan izleri anlattım, o da bana Güney Afrika şarabını. Yetinmedim dergilerden, kitaplardan okudum.
Güney Afrika’da şarapçılığın temellerini, Hindistan’a yapılan gemi seferlerine taze gıda sağlamak amacıyla 1652 yılında kurulan ‘Dutch East India’ şirketi atmıştı. İlk bağlar 1655’te dikilmiş, ilk şaraplar da 1659’da elde edilmişti. 17. yüzyılın sonlarında Fransızların bölgeye yerleşmesiyle kalite artmaya başlamıştı. 19. yüzyılın başlarında İngilizlerin Cape Town bölgesini işgal etmeleri en çok şarap üreticilerinin işine yaramıştı. Artan talebi karşılayabilmek için dağ taş bağlarla kaplanmıştı. Üretim 4,5 milyon litreye kadar yükselmişti.
Zamanla kalitenin düşmesi, ardından bağları yok eden filoksera -bir çeşit kanser- salgını Güney Afrika şarapçılığına büyük bir darbe vurdu. Zor durumda kalan üreticiler 20. yüzyılın başlarında ilk şarap kooperatifini kurarak yeniden kolları sıvadılar. Bugün ülkede tam 116 bin hektar bağ var. Bu bağlarda 4500 çiftçi çalışıyor. Üretiminin yüzde 20’sini ihraç eden ülke, dünya şarap üretiminin yüzde 3’ünü sağlıyor.
DERE TEPE BAĞ
İlk gidişimden birkaç yıl sonra, yine bir kış günü Güney Afrika’ya gittim. Bu sefer bahanem falan yoktu. Şarabın peşine düşecek, şarap içecektim. Ülkede bağların hemen hepsi Cape Town civarında bulunduğu için bu kentte postu serdim.
Bağlar genellikle, kenti çevreleyen dağların arasındaki vadilerin yamaçlarında, Cape Dağları’nın eteklerinde kurulmuştu. Denizden kopup gelen nemli rüzgarlar, bağların biricik sevgilisiydi. Bu rüzgarlar salkımları kucaklayıp, güneşin öfkesinden koruyor, toprağın tüm lezzetini tanelerinde biriktirmesine olanak sağlıyordu. Yani kaliteli üzüm için tüm şartlar mevcuttu: Farklı karakterde toprak, nem dolu rüzgarlar, yeterli gün ışığı.
Bu gezimde kendimi, gazeteci değil de ‘Şarap Dostları Derneği’ yöneticilerinden biri olarak tanıtmıştım. Bizim küçücük derneğe öylesine değer vermişlerdi ki şaşırıp kalmıştım. Bana her gittiğim yerde bir ‘Şarap Şövalyesi’ gibi davranmışlardı. Gezime ülkenin en eski üretim alanı Constantia ile başladım. Ardından kırmızı şarap ağırlıklı üretim yapan Durbanville’e gittim. Daha sonra ülkenin en önemli şarap bölgesi olan Stellenbosch’a geçtim. Sevdiğim şarapların çoğu burada üretildiği için bu bölgede daha fazla vakit geçirdim. Nederburg malikanesinin bulunduğu Paarl bölgesinin Cabarnet Sauvignon’larıyla doldurduğum kadehleri elimden bırakamadım. Ve o gün bugündür Güney Afrika şaraplarının bir tutkunu oldum çıktım.
TADIM NOTLARI
Şarap Dostları Derneği’nde yapılan geçen haftaki tadıma gelirsek; dikkatimi çekenleri şöyle sıralayabilirim: Palladius 2002 (beyaz): alkol derecesi çok yüksek (Yüzde 14.9) olmasına rağmen dengeli bir şaraptı. Tropikal meyve aromaları ön plandaydı. Tipik ‘yenidünya’ özelliklerini taşıyordu. Collumella 2001 (kırmızı): Shiraz üzümü ağırlıklı bu şarabın da alkol derecesi oldukça yüksekti (yüzde 14.8). Buna rağmen çok dengeli bir şaraptı. Tanenleri oldukça yoğundu. Baharat ve kırmızı meyve kokuları kendini hemen fark ettiriyordu. Saklanmaya elverişli, gövdesi oldukça kuvvetliydi. Şıranın elde edilmesinden, şarabın şişelenmesine kadar ‘Gentle wine making’ denilen bir metot benimseyen De Toren şarapevinin yeni nesil şaraplarından ‘De Toren Fusion 2001’ tadıma katılanların ortak beğenisini topladı.
Tadıma son noktayı, meşhur Rust En Verde şarapevinin, 1992 mahsulü üzümlerinden yapılan şarabı koydu. Deri kokuları içeren, rengi tuğlaya dönüşmüş 13 yıllık bu şarap, beklenilen sükseyi yapmadı. Tadımın sonunda şaraplar hakkında kararsız kaldım. Seçilen şaraplar, fiyatları çok yüksek olmasına rağmen, bende ‘unutulmaz anlar’ yaşatmadı. Damağımda patlamalara neden olmadı. Ben daha uygun fiyatlara daha lezzetli şaraplar içmiştim. Ama toplantı bittikten sonra sunulan meşhur Constancia likör şarabı, kelimenin tam anlamıyla müthişti. Bu şarap 18. yüzyılda Avrupa’daki bütün saraylarda baş tacı edilmişti.
Tadımdan sonra bir kere daha anladım ki, Güney Afrika Şarapçılığı dört nala kalkmış, kendinden biraz önde koşan Avustralya, Şili ve Arjantin’le kıyasıya bir yarışa girmişti. Bizler, topraklarımızda tarih öncesi dönemlerden günümüze miras kalan şarabı yok etmek için her türlü çabayı gösterirken, bu işi sonradan öğrenenler, dünya sofralarının en baş köşesine kurulmuşlardı bile.
>Tadılan şaraplar
Rustenberg 2003 (beyaz) Üzüm cinsi: Chardonay. Alkol derecesi:14,5. Yıllanma potansiyeli 5 yıl. Fiyatı: 21 dolar
Hamilton Russell 2003 (beyaz) Üzüm cinsi: Chardonay. Alkol derecesi: 12,5. Fiyatı: 31 dolar
Palladius by Eben Sadie 2002 (beyaz) Üzüm cinsleri: Viognier, Chardonnay, Chenin Blanc, Grenache Blanc. Fiyatı: 58 dolar
Bouchard Finlayson 1997 (kırmızı) Üzüm cinsi: Pinot Noir. Alkol derecesi: 13,47. Fiyatı: 103 dolar. 1997 yılında sıra dışı bir mahsul elde edildi.
Stellenzicht 1998 (kırmızı) Üzüm cinsi: Shiraz. Alkol derecesi: 14,8. Fiyatı: 84 dolar.
Boschendal 2000 (kırmızı) Üzüm cinsi: Shiraz. Üzümler elle toplanmış. Alkol derecesi: 14,79. Fiyatı: 22 dolar.
Columella by Eben Sadie 2001 (kırmızı) Üzüm cinsleri: Shiraz, Mourvedre. 2003 Wine Guide’ında 5 yıldız aldı. Fiyatı: 77 dolar.
De Toren 2001 (kırmızı) Üzüm cinsleri: Cabarnet, Merlot, Malbec, Cabarnet Franc, Petit Verdot. Fiyatı: 54 dolar. Yıllandırılmaya elverişli. Alkol derecesi: 14,5.
Rust En Verde 1992 (kırmızı) Üzüm cinsleri: Cabarnet Sauvignon, Shiraz, Merlot. Alkol derecesi: 12,5 Fiyatı: 60 dolar
Waterford 2001 (kırmızı) Üzüm cinsleri: Cabarnet Sauvignon, Cabarnet Franc. Alkol derecesi: 13,5. Fiyatı: 20 dolar.
ÖNEMLİ NOT: Kırmızı şaraplarda en gövdeli ürünler 1998, 2000, 2001 yılları üzümlerinden elde edildi. En kaliteli şaraplar ise 1999 ve 2003 yılları mahsulünden üretildi. Beyaz şaraplarda ise göze çarpan yıllar şöyle sıralanıyor: 2004, 2003, 2001, 1995.
Yazının Devamını Oku