27 Kasım 2005
Güneşi bulmak için gittiğim Bodrum da yağmurlu çıkınca rotayı değiştirip, arka yollardan sessiz ve ıssız yaz mekanlarını aşıp, Karaburun Yarımadası’na gittim. Nergisleri, sümbülleri, güneşin batışını seyrettim. Kimsesiz lokantalarda, taze balıkların tadına baktım. Döndüm dolaştım, İstanbul’un kaosuyla bir kez daha kucaklaştım.
Geçen hafta, avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar Bodrum’dan aradı. Çoktandır sesi soluğu çıkmıyordu. Kuş gribini bahane edip, tüfeği duvara asmış. Artık oradan indirmeye de pek niyeti olmadığını söyledi. Bunca yılın avcısı, dereye tepeye çıkamayınca da sıkıntıdan patlamış, çareyi beni davet etmekte bulmuştu. Zeki’nin ettiği bir-iki kelime yollara düşmeme yetti de arttı bile: ‘Karda kışta İstanbul’da ne işin var. Burası hálá bahar. Hem de ıssız ve sessiz...’
Pendik’ten hızlı feribotla Yalova’ya geçip yola koyuldum. Kim bilir kaç kere gelip geçtiğim yollardı. Bulutlar yere inmiş, yağmur camları kırbaç gibi dövüyordu. Bu iç karartıcı havada, Bodrum’un güneşini düşlemekte zorlandım. Yağmura rağmen Karayolları vızır vızır çalışıyordu. Yolun büyük bölümü iki gidiş, iki gelişli otoyola dönüşmüştü bile. Sanırım bir yıla kadar, İstanbul-İzmir arasında tek şeritli yol kalmayacak.
Balıkesir’den sonra güneş ara sıra yüzünü göstermeye başladı. Işıkla beraber, yol kıyısındaki sonbahar renkleri de ortalığa döküldü. Sararmış, kızarmış meyve ağaçları, kavaklar, meşeler, kestaneler, renkli bir halı gibi çevreyi örtmüş üzüm bağları... Öğleye doğru Manisa girişindeki Örenay tesislerinde Manisa Kebabı için mola verdim. Aslında yola çıkarken programı yapmış, öğle yemeğinde burada olacak şekilde gazı ayarlamıştım.
İstanbul-Bodrum arası, ‘yol üstü lezzet durakları’ açısından oldukça zengin bir güzergahtır. Bursa’da İskender Kebabı daha yolculuğun başında insanı yakalar. Mustafa Kemal Paşa’da şerbeti akan tatlılar tahrik eder. Balıkesir’den hemen sonra Nizam Et Lokantası’nın, küçük acı tombul biberlerle yaptığı turşunun tadına doyum olmaz. Akhisar’da Ramiz’in köfteleri, Tire’de Kaplan Restoran’ın Tire köfteleri, üşenmeyip Salihli’ye doğru saparsanız meşhur odun köftesi, Aydın’ın çöp şişleri, Çine’de yan yana dizilmiş köftecilerden yükselen lezzetli kokular... Özetle ağız sulandıran bir güzergahtır.
İASOS YOLUNDA
Yolun sonunda yağmurlu bir Bodrum’la karşılaştım. Zeki, sanki suçlu kendisiymiş gibi, ‘özür dilerim’ dedi. Yağmura rağmen bir bütün gün yaz yorgunu kimsesiz koyları gezdik. Akşam marinanın barında kent kaçkınlarına kadeh kaldırdık. Sonra vakit geçirmeden ertesi gün Bodrum’u yağmurla baş başa bırakıp, Karaburun’a doğru yola çıkmaya karar verdik.
Mümkün olduğunca ara yollardan gidecektik. Bir rota çizip, gaza bastık. İlk duraklamayı İasos sapağına gelmeden yaptık. Yolun kıyısındaki büyükçe bir su birikintisinde cilveleşen pelikanların görüntüsü çok cazipti. Onların fotoğrafını çekip, Kıyıkışlacık’a doğru saptık. Ormanların arasından ine çıka, kıvrıla kıvrıla giden bir yoldu. İasos’ta önce akropol tepesindeki buluntuları gezdik. Kaynaklar buradaki yerleşimin MÖ 2000 yıllarına dayandığını belirtiyordu. Aslında İasos MÖ 5’inci yüzyılda Delos Birliği’nin önemli bir kentiydi. Topraklarında Persleri, Mısırlıları, Suriyelileri, Rodosluları Romalıları konuk etmişti. Kent, 14. yüzyılda Türklerin eline geçmiş ve o tarihten sonra da yok olup gitmişti.
Harabeleri gezip limana indik. İki balıkçı ağlarını ayıklıyordu. Baktım pek bir şey çıkmamıştı: Bir iki çipura, birkaç kaya barbunyası, mercan... Kıyıkışlacık’ın sokaklarında kimsecikler yoktu. Çevre sitelerdeki yazlıkçılar gidince köyün üstüne koyu bir sonbahar sessizliği çöreklenmişti. Nar ağaçlarını, yaşlı çınarları, salkım söğütleri, mandalina bahçelerini, zeytinlikleri geride bırakıp Akbük istikametine giden orman yoluna saptık.
Gürçamlar, Kazıklı köylerini geçtik. Akbük’ün sahilinde bir solukluk durup, yazlıkçılarını yolcu etmiş kumsalın ve denizin huzurlu sessizliğini seyrettik. Söke Ovası’ndan da el etek çekilmişti. Mevsimlik işçiler çadırlarını toplayıp gitmişler, çiftçiler kendilerini tembelliğin kollarına atmışlardı. Söke’ye saptık. Buranın tatlı maya ile yapılan ekmeği meşhurdur. Özellikle kahvaltıda tadına doyum olmaz. Fırını kapalı görünce hevesimiz kursağımızda kaldı.
KIYI KIYI KARABURUN
Kuşadası’na 10 kilometre kala çok katlı binalar göründü. Sonra binalar ormana döndü. Bir zamanların şirin sahil kasabası, şimdi koca bir kent olmuştu. Bir acele geçip gittik. Seferihisar’da mandalina ağaçlarının dalları turuncu toplarla süslenmişti sanki. Bahçeleri koklaya koklaya sahile, Ceneviz Kalesi’nin duvarlarının arkasına saklanmış Sığacık Limanı’na çıktık. Bu liman Helenistik dönemde meydana gelen en önemli deniz savaşlarından birine sahne olmuştu. Arabayı bir kenara park edip, dar sokaklarda, limanın kıyısında dolaşıp, tekrar yola koyulduk. İnşaatçıların gazabına uğrayan Teos antik kentini de selamladıktan sonra, Urla’dan Karaburun Yarımadası’na girdik.
Virajlı yolda giderken bir de baktım ki, yarımada nergisler ve sümbüllerle kaplanmış, çiçek bahçesine dönmüştü. Önümüze önce Gülbahçe Köyü çıktı. Buranın içme suyu çok meşhurmuş. Bir zamanlar deve sırtlarına bağlanan damacanalarla, buradan İstanbul’a saraya su gidermiş. Sonra Karapınar Köyü göründü. Yol, denize sürtünerek ilerliyordu. Karşıdan, Foça’dan kopup gelen beyaz köpüklü dalgalar sahili dövüp duruyordu. Yol bir tepeye tırmandı ve Balıklıova tüm güzelliği ile gözler önüne serildi. Bu arada güneş bulutların arasından, yarımadanın üstüne ışıklarını fırlatmaya başladı.
Egeli yeme-içme ustası Nedim Atilla, Balıklıova’da Garip’in Yeri’ni önermişti. Denizin üstünde mütevazı bir restorandı. Garip bizi kapının önündeki buzluğa götürüp balıkları seçtirdi: Biraz barbunya tava, birer karagöz, kalamar tava. İçeceğimizi sordu söyledik. Garip, çarptı böldü, hesabı söyledi. İtiraz ettik, tabağa birkaç barbunya daha ilave etti. Salata, su ekmek, birkaç küçük meze müessesedenmiş. Kaç lira ödeyeceğimizi öğrenip, masaya oturduk.
ROMANTİK MORDOĞAN
Mordoğan benim için Türkiye’deki en romantik mekan isimlerinden biridir. Bu adı duyunca aklıma akşam güneşinde morarmış dağlar, mor sümbüller, begonviller gelir. Bu gidişimde biraz düş kırıklığı yaşadığımı itiraf etmeliyim. Köyün her yanını istila eden yazlık siteler, bu muhteşem adın çağrıştırdığı romantizmi gölgelemişti. Piri Reis ‘Kitab-ı Bahriye’de buradan ‘Emirdoğan’ diye bahsediyordu. Bu ad, buraya yerleşen bir yörük kolundan geliyordu. Sonraları Emirdoğan, Mordoğan’a dönüşmüştü.
Sonra Kaynarpınar ve İnecik önümüze çıktı. İnecik’in tabelası o kadar güzeldi ki, yoldan çıkıp tepeye tırmandık. Köy taş evleri, zeytinlikleri, bağları ile bir İtalyan köyünü anımsatıyordu.
Karaburun’a vardığımızda vakit daha erken olmasına rağmen güneş, yarımadanın ortasında yükselen Aladağ’ın arkasına saklanmış, hava kararmıştı. Önce limanı gezdik. Cami, bir lokanta, tepede yazlıkçı evleri ve kalacağımız otelle çevrilmişti. Asıl Karaburun Köyü tepedeydi. Buraya göç eden İzmirli Rumlarla birlikte, köyün çehresi değişmişti. Rumlara özenen yerli halk da derme çatma evlerini yıkıp, Rumlar gibi büyük taş evler inşa etmişlerdi.
Aladağ’ın güneşi saklamasına sinirlenmiştim. Aklımda fikrimde Karaburun’dan Sakız Adası’na doğru güneşi batırmak vardı. Dağın eteklerinde gaza basıp, burunları dönmeye başladım: Büyükliman, Haseki, Sarpıncık... Zirveye yakın bir yerde, düşlediğim manzarayı buldum; güneş bir buluta asılmış, Sakız’ın arkasına doğru iniyordu. Tepesine çöreklendiğim Aladağ, eski Yunanlılar arasında Mimas olarak biliniyordu ve heybetiyle tüm Ege’ye ün salmıştı. Homeros Odyssei’da ondan ‘rüzgara açık Mimas’ diye söz ediyordu. Antik dönem ilahilerinden birinde de şöyle anılıyordu: ‘Khios, adaların en şaşaalısı ve yalçın Mimas ve Korykos’un tepeleri...’
Güneş, Sakız’ı mora boyadı, sular menekşelendi, kuşlar esmer yüzlü akşamdan kaçtı. Karşımda her türlü hayale açık bir manzara duruyordu. Aladağ iyice kararınca otele döndük.
O akşam huzur içinde uyudum. Ertesi gün, Karaburun’un kızılçam ormanlarına, kekik kokan çalılarına, nergislerine, sümbüllerine avcı arkadaşım Zeki’ye veda edip, İstanbul’un yolunu tuttum. Yolda Karaburun’a doyamadığımı fark ettim.
Yazının Devamını Oku 20 Kasım 2005
Geçen hafta Ayvalık’a gidip zeytin hasadını izledim. Üreticilerle, uzmanlarla konuşup bu kutsal bitkinin bilinmeyen yanlarını öğrendim. Bu arada erken sıkım zeytinyağı ile yapılmış damak çatlatacak kadar lezzetli yemekleri de ihmal etmedim. Bu yıl hasattan hasada koşturup durdum. Bozcaada, Saroz, Mürefte ve İspanya’da üzüm hasadı, geçen hafta da Ayvalık’ta zeytin hasadı... Hasat kelimesi bende hep şenliği çağrıştırır. Bir yıl boyunca tarlada, bağda, bahçede ter döken, dondan, zamansız yağmurdan, aşırı sıcaktan, kuraklıktan, hastalıktan korka korka ürününü yetiştiren üretici, ancak hasattan sonra derin bir ‘ohh’ çekebilir. Öyle üzüm üreticileri bilirim ki, üzümü toplayıp şaraphaneye teslim ettikten sonra yorgan döşek 15 gün hasta yatarlar. Bir yıllık stresten sonra gelen gevşemeye vücutları dayanamaz. Bütün eklemlerinin, kaslarının ağrıdığından şikayet ederler. Kendilerini eşekten düşmüşe benzetirler.
Hasatta sabahlara kadar eğlenmek, yiyip içmek, şarkılar söyleyerek tüm bir yılın sıkıntısını unutmak üreticilerin en doğal hakkıdır. Ben bu sıkıntıların hiçbirini çekmediğim halde, hasatlarda en çok eğlenenlerin başında gelirim. Nedense üreticiler kadar heyecanlanır ve neşelenirim.
Geçen hafta Ayvalık Ticaret Odası’nın davetlisi olarak, kalabalık bir gazeteci ve televizyoncu grubu ile Ayvalık’a gittim. İlk kez düzenlenen, az eğlenceli, bol açıklamalı ve lezzetli yemeklerin tadıldığı ‘Zeytin Hasadı ve Ayvalık Zeytinyağı Paneli’nde, bilmediğim bir sürü yeni şey öğrendim. İstanbul’a dönerken zeytin ağacına, zeytine ve zeytinyağına olan saygımın bir kat daha arttığını fark ettim.
Güneye yaptığım gezilerde genellikle Ayvalık’ta bir gün soluklanır, Cunda Adası’nda yörenin birbirinden lezzetli yemeklerinin tadına bakıp, yoluma devam ederim. Haritaya baktığınızda İstanbul’a yakın gibi görünen Ayvalık, aslında en uzakta kalan tatil beldesidir. Uçakla İzmir veya feribotla Bandırma üstünden gitseniz, her iki rota için de en az beş saat harcamanız gerekir. Halbuki Edremit’teki havaalanı normal uçakların inebileceği boyutlara getirilse, Assos’tan Ayvalık’a kadar tüm Körfez bölgesinde, hem turizm hem de ticaret daha da canlanacaktır.
ZEYTİN HASADI
Ayvalık’a vardığımızda hava dingindi ve sonbahar kokuyordu. İzmir-Ayvalık arasındaki otobüs yolculuğunda genellikle yemek konuşulup, mezeler hayal edildiği için herkes kurt gibi acıkmıştı. Cunda sahilinin önemli lezzet duraklarından biri olan Günay Restoran’da vakit geçirilmeden masalara oturuldu ve yemekler peş peşe tüketilmeye başlandı. Ben ağırlığı, deniz kestanesi ile papalina denen küçük balıklara verdim. Masaların kraliçesi ise birkaç saat önce sıkılıp, şişelere doldurulmuş olan erken hasat zeytinyağı idi. Zümrüt yeşili taze zeytinyağını, ekmeğin, peynirin, otların, salatanın, balığın, kalamarın, ahtapotun, kısaca masada ne varsa onun üstüne boca ediyorduk.
Ayvalık’ta erken hasat zeytinyağı ile karşılaşmamız işte böyle oldu ama, gece ilerlediği için zeytin üstüne konuşmaya ne vakit ne de dermanımız kaldı.
Hasadı izlemek için grup ertesi sabah, zeytin aşığı Mustafa Kürşat’ın zeytinliğinde buluştu. Pırıl pırıl güneşli bir gündü ve ilk kez bir zeytin hasadına tanık olacaktım. Bizim izlediğimiz erken hasattı. Ekimin ortasında başlayan ve kasım ortasına kadar süren bu hasadın zeytinyağı, yaprak yeşili (veya zümrüt) renginde oluyordu. Ağaçların arasında dolaşmaya başladım. İşçilerin kimi ağacın tepesinde kimi yerde dalları sıyırıp, zeytinleri ağacın altına serilen örtünün üstüne döküyorlardı. Bir üretici, bu yörede sırıkla vurma işleminin yapılmadığını, çünkü bu vurma sırasında genç dalların kırıldığını belirtti.
Daha sonra İspanya, İtalya, Yunanistan gibi zeytin ülkelerinde kullanılan modern hasat araçları tanıtıldı. Bunlardan bir tanesi elektrikli tırmığa benzer bir aletti. Düğmeye basınca tırmıklar ileri geri giderek daldaki zeytin tanelerini döküyordu. Diğeri ise tek kıskaçlı bir akrebe benzeyen bir araçtı. Kıskaç gövdeyi sarıyor, sonra ağacı sallıyordu. Bu öyle böyle bir sallama değildi. Katrina fırtınası bile bir ağacı böylesine sallayamazdı. Bu sallama karşısında ağacın tüm hücreleri titriyor ve olgunlaşan zeytinler bir sağanak gibi serili bezlerin üstüne dökülüyordu. İyi hoştu da bu sallantı ağaca zarar vermiyor muydu?.. Sordum soruşturdum olumsuz bir yanıt almadım.
BAHÇEDE ZİYAFET
Biraz fotoğraf çektim, biraz zeytin topladım, dönüp dolaşıp, hasadın en heyecanlı yerine geldim. Zeytinlikteki muhteşem çiftlik evinin bahçesine muhteşem bir ‘Hasat Sofrası’ kurulmuştu. Görüntü bana İtalya’nın Toskana bölgesindeki kır lokantalarını anımsattı. Garsonların dolaştırdığı tepsilerdeki kelle peynirleri ile iştahımı tahrik ettim. Daha sonra açık büfeden tabağıma, kurutulmuş domates, kapari ve zeytinyağı ile yapılmış özel sostan, yaprak sarmasından, yeşil otlardan (turp otu, hardal otu, akkız, radika), favadan, kalamar yahnisinden, ahtapot salatasından azar azar koydum. Sıcak yemek olarak kuzu eti ve bol dereotu ile pişirilmiş Maratha’yı (Arapsaçı) ise biraz fazla kaçırdım. Otun anasonlu tadı öylesine lezzetliydi ki, ikinci tabağı reddedemedim. Bu yüzden mangalın üstünde zeytinyağı ile ızgara edilen o güzelim Sinarit balığından, Kalbura Bastı’dan, Lor Tatlı’sından çatal ucuyla yetinmek zorunda kaldım. Otobüse binmeden önce bu lezzetli yemeklerin düzenleyicisi Fatma Kürşat’ı, kızı bitki bilimcisi Zeynep Kürşat’ı, oğlu Ali Kürşat’ı hararetle kutladım.
Her yerde olduğu gibi Ayvalık’ta da, geleneksel sıkımhaneler teker teker kapanıyordu. Onların yerini alan modern tesislerin, hem daha hijyenik hem daha verimli olduğu söyleniyordu. Ama burada suyun sıcaklığı tartışması devreye giriyordu. Bu işleri iyi bilen Egeli gazeteci (gurme, amatör arkeolog, araştırmacı) Nedim Atilla sıkım işini şöyle özetledi: ‘Zeytin ezildikten sonra içine belli oranda su konur. Bu suyun sıcaklığı 38 dereceyi geçerse, yağın antioksidan özellikleri kaybolur. Soğuk suyla sıkılan zeytinden elde edilen zeytinyağı sağlığa en yararlı olanıdır ama verim az olur. Sıkımdan sonra yağ üste çıktığı için karasu kolayca ayrıştırılır.’
Nedim Atilla şimdi aralık ayını bekliyordu. O zaman Prof. Dr. Yahya Laleli’nin Kozak Yaylası’ndaki zeytinliklerine gidip, sabah güneş doğmadan ayazda üşümüş zeytinleri toplayacak, bir acele onları sıkıma götürecek, 20 dereceyi aşmayan suyla sıktırıp, tadına doyum olmayan bir zeytinyağı elde edecekti. Bundan bana da bir şişe göndereceğine söz verdi. Bu arada Yahya Laleli’nin bir zeytinyağı ‘şövalyesi’ olduğunu belirtmek istiyorum. Dr. Laleli, zeytinin, zeytinyağının kalitesini artırabilmek için var gücüyle çalışıyor, tüm kazandığını harcıyor, yurtdışında madalyalar kazanıyor ve tüm bilgisini diğer üreticilerle paylaşmaktan keyif alıyordu.
ZEYTİN SAVAŞÇILARI
Sıkımdan sonra sıra panele geldi. Panelde söz alan konuşmacılar Ayvalık Zeytinyağı’nın coğrafi işaretlenmesinin yapılmasını, AB kayda geçirmeden ağaç sayısını artırmayı, bozuk vasıflı devlet orman alanlarında zeytin ormanlarının kurulması için çalışmaların tamamlanmasını ve diğer sorunları anlattılar. Panel sonunda inandım ki Ayvalık bu işe kendini adamış, dünyanın liderliğine soyunmuştu. Gezi sırasında tanıştığım, dinlediğim Salih ve Sezai Madra kardeşler, Ali Güreli, Rahmi Gencer, Mustafa Kürşat, Yahya Laleli, Ahmet Sucu ve diğerleri sadece bölgelerinin değil, tüm Türkiye’nin zeytinyağı savaşı için kollarını sıvamışlardı. Onların hırslarını ve bilgilerini gördükten sonra, biraz destekle bu işi başaracaklarına inandım.
Son gün erkenden kalkıp, kıyı kıyı Cunda sahilindeki Taşkahve’ye doğru yürüdüm. Deniz çarşaf gibiydi ve etrafta kimsecikler yoktu. Bir balıkçı yakaladığı ahtapotları yumuşatmaya çalışıyordu. Bir diğeri ağa takılan kısmetleri ayıklıyordu. Ayvalık’ın Ali’si, delisi ve kedisi bol olur diyorlardı. Ben ilk ikisini göremedim ama tüm kediler sahildeki yerlerini almış bekliyorlardı. Bir çay içip, bir Ayvalık tostu yedim, tosttan kalan ekmek parçalarını kedilerle, martılarla paylaştım ve bu gezimin de noktasını koyup istemeye istemeye dönüş yoluna düştüm.
Hasat aralık sonuna kadar sürecek. Güneşli bir hafta sonunu siz de Ayvalık’a ayırabilir, bagajınızı -tabii ki midenizi de- lezzetli zeytinyağları, zeytinler, kelle peynirleri ve otlarla doldurup dönebilirsiniz.
HATIRLATMA: Eğer Ayvalık’a giderseniz, geziye başlamadan önce Ahmet Yorulmaz’ın ‘Ayvalık’ı Gezerken’ adlı kitabını mutlaka okumanızı öneririm. Bu kitap sayesinde bu sevimli beldeyi daha iyi tanıyacak ve seveceksiniz.
ZEYTİN ÜSTÜNE
Dünyada 700 milyon zeytin ağacı bulunmaktadır. 37 ülkede zeytin tarımı yapılmaktadır.
2000 yılı ortalamasına göre bir yılda İspanya 690.000, İtalya 504.600, Yunanistan 339.000, Tunus 150.000, Türkiye 130.000 litre zeytinyağı üretmektedir.
Ülkemizin toplam bağ bahçe alanlarının yüzde 22’si zeytinliktir. 585 bin hektar üretim alanında 101.600.000 zeytin ağacı bulunmaktadır.
Ürünün yüzde 70.6’sı yağlık, yüzde 29.4’ü sofralıktır.
Diğer üretici ülkelerde zeytinyağı tüketimi kişi başına 10-20 litre arasında değişirken ülkemizde tüketim bir kg’dan azdır.
Yazının Devamını Oku 13 Kasım 2005
Bilecik’in Osmaneli İlçesi , Sakarya Nehri’nin kıyısında, bereketli bahçeleri, ipekböceğinin biçim verdiği eski konakları, rengarenk doğası, lezzetli sebze ve meyveleri ile zamanın içinde akıp gidiyor. Eğer renkli bir sonbahar rotası arıyorsanız, geçmişin aynası Osmaneli tam aradığınız adres. Her hafta bir yerlere gitmek, gittiğin yeri dere tepe, cadde sokak dolaşmak, notlar almak, konuşmak, sorular sormak, fotoğraf çekmek, sonra gördüklerini düzgün cümleler halinde yazmak, keyifli olduğu kadar inanın ki çok zor ve çok da yorucu. Saat ve ısı farkları da işin cabası. Soğuk günlere adapte olan vücudumun, kendini birden 40 derece sıcaklıktaki bir çölün ortasında bulunca uğradığı şaşkınlığı ve bu yeni duruma uyum sağlamak için gösterdiği gayretin bana nasıl yansıdığını bir bilebilseniz!.. Yorgunluk, ağrılar, bezginlik, uykusuzluk... Bir de geceyle gündüzün yer değiştirmesi, zamanın kayması ve tüm alışkanlıkların ters yüz olması. Gezmek iyi hoş da, iş profesyonel boyutlara taşınınca keyif, işkenceye dönüşebiliyor bazen.
Bir de mevsimsel zorluklar var. Örneğin, kış aylarında olduğu gibi. Renklerin tek düzeleştiği bu mevsimde, ilginç mekanlara ulaşmak ekstra gayret isteyen bir eylem. Tüm bu yakınmalarıma bakıp da gezmekten usandığımı sanmayın. Benimki kısa bir ‘iç dökme...’ Bir kere Evliya Çelebi gibi, ‘Seyahat ya Resulullah’ demişim. Yani benim için artık dönüş yok. Her zaman ‘ben gidiyorum’ cümlesini kurmak zorundayım.
Bu kez de ‘kanıma’ fotoğrafçı arkadaşım Kadir Can girdi. Bilecik’in kazası Osmaneli’ne gitmeyi önerdi. Bu mevsimin renklerini anlattı, eski evlerinden söz etti, dalları yerlere değen meyve ağaçlarını ballandırdı, vadilerin, köylerin tabloya benzediğinden söz etti. Şaşırdım kaldım!.. Kütahya’ya, Bilecik’e, Eskişehir’e giderken hep Osmaneli’nin ortasından geçerdim. Bazen trafik ışıklarında durduğumda, kasabanın tepesindeki kiliseyi görürdüm. Onu merak ederdim bir tek. Kilisenin dışında, beni kasabanın içine davet eden bir görüntü gözüme çarpmamıştı. Onun için Kadir’in anlattıklarına şaşırdım. Aslında yörenin yabancısı sayılmazdım. Geyve Vadisi, Doğançay, Ali Fuat Paşa, Taraklı, Pamukova sevdiğim mekanların başında geliyordu. Birçok sıkıntımı, bu yörenin cennet yeşili tepelerine terk ettiğimi hatırlıyorum.
KASABANIN GEÇMİŞİ
Yağmurun soluklanmasını fırsat bilip, kuzeyli rüzgarların soğuttuğu bir sabah yola çıktık. TEM’i Adapazarı kavşağında terk ettik. Geyve Vadisi’nde Sakarya Nehri’nin koluna girdik. Dere tepe gidip, Ali Fuat Paşa’dan itibaren şeftali ağaçlarının kırmızı yaprakları, üzüm bağlarının sararmış kütükleri, yapraklarını dökmüş kavakların tül beyazı dalları, bulutların grisi, bahçelerdeki marulların, soğanların, karalahanaların yeşili, güneşin soluk turuncusu derken yolu bir çırpıda bitirip Osmaneli’ne vardık. Biz oraya vardığımızda kasaba henüz uyku mahmurluğunda, gözlerini ovuşturuyordu.
Önce kasabanın en tepesine çıkıp, Ortaçağ Roma kiliselerinin taklidi olan ve 19. yüzyılda yapılmış kiliseye gittik. Kilisenin içi temizlenmiş, etrafı düzeltilmiş, sonra da mahalledeki evlerin arasına terk edilmişti. Kasabanın aşıkları adlarının baş harflerini, iç duvarlara kazıdıkları kalplerin içine yazıp, ibadet yerinin kutsallığından mutluluk dilemişlerdi.
Sonra aşağıya, asırlık bir çınarın kol kanat gerdiği bir yokuşun ortasındaki kahvenin önüne oturduk. Çay yeni demlenmiş, tavşan kanı olmuştu. Erkenci birkaç yaşlıyla selamlaşıp, hal hatır sorduk. Kadir Can gelip gittikçe kasabanın geçmişine yolculuklar yapıp bilgiler toplamış. Aslında öğrendikleri pek fazla değildi. İki bardak çayla birlikte tükendi. Kadir’in bildikleri şunlardı: ‘Kasabanın adı 1913’e kadar Lefke idi. Melagina, Leukae gibi adları da vardı ama onlar belleklerde pek iz bırakmamıştı. Lefke kavaklı, ağaçlı yer anlamına geliyordu. 1913’te ise burayı topraklarına katan Osman Gazi’nin anısına adı Osmaneli olarak değiştirilmişti. Yörede kasaba halkına hálá Lefkeliler deniyordu. Kıbrıs’ın Lefke kentini, buradan giden göçmenlerin kurduğu söylentileri de vardı. Bir zamanlar İstanbul-Bağdat-Mekke yolu üstündeki Osmaneli Lefter adlı eşkıyası ile de meşhurdu. Lefter, boğazdan geçen kervanları talan edip, ticaret erbabına kan kusturuyordu. Yakın zamana kadar defineciler, Lefter’in gömdüğü hazineleri bulabilmek için dağı taşı delik deşik etmişlerdi. Çevre köylerde Traklara, Roma ve Bizans’a ait kalıntılar Osmaneli’nin tarihini epey eskilere götürüyordu...’
Kadir’in anlattıklarına kulak misafiri olan yaşlıların yüz ifadelerinden, kasabalarının geçmişini benimle birlikte ögrendikleri belli oluyordu. Geçmişin hikayesiyle çaylar aynı anda bitti ve kalkıp, Osmaneli’nin bugünden çok düne benzeyen dar sokaklarını arşınlamaya başladık.
Yeni biçimsiz binalarla, eski güzelim konaklar yan yana sokaklara dizilmişlerdi. Yanık Konak, Ellez Mehmet’in hanı, Beyler Konağı, Keskinler Konağı, Helvacıların evi... Diğerlerinin de bir adı vardı ama Kadir’in hatırladıkları bunlardı. Evler Mudurnu’da, Göynük’te, Beypazarı’nda gördüğüm evlerden farklıydı. Tahta ve kerpiç kullanılarak yapılan evlerin boyutları daha büyük, katları daha fazlaydı. Bunun nedeni ipekböceği idi. Osmaneli’nin mimarisini bu küçük kurtçuk belirlemişti. Yani dönemin üretim biçimi mekana yansımıştı. Bu koca konakların en üst katları olduğu gibi ipekböceğine ayrılmıştı. Bu salona dut yaprakları seriliyor, böcekler diledikleri gibi besleniyorlardı. Konağın bir bölümünde de dut yaprağı depolanıyor, geriye kalan küçük bir bölüme de tüm aile sığışmaya çalışıyordu.
Osmaneli’nde cumhuriyetten önce üç ipek fabrikası olduğu, cumhuriyetten sonra bunun bire indiği anlatılıyordu. Şimdi ise sadece bir baca kalmıştı. Dumansız, gökyüzüne doğru uzanan yalnız bir baca... Kasaba bir zamanlar baştan aşağı bu konaklarla kaplıydı. Ama 1874’te çıkan yangın kasabayı değiştirmiş, bine yakın ev yanmış, kala kala iki yüz ev kalmıştı. Kasabanın genç kaymakamı Osman Hacıbektaşoğlu ile Belediye Başkanı Selahattin Çetintaş, kolları sıvayıp bu güzelim konakları onarmaya koyulmuşlardı. Kendilerine örnek olarak da Safranbolu ile Beypazarı’nı aldıklarını söylüyorlardı. Onların bu gayretine kasabalılar da destek oluyordu. Örneğin emekli olduktan sonra çini ustalığına soyunan Ethem Düzkan, İlçe Tarım Müdürü Halim Kesici aklını Osmaneli’ne takanlardan bazılarıydı.
Kaymakamla buluşmak için Balaban Meydanı’na giderken yine dar sokaklara daldık. Bu sokakları, üstünde koca kırmızı narların sallandığı ağaçlar süslemişti. Narları nedense ağaçlara asılmış kırmızı kağıt fenerlere benzettim. İki adımda bir karşımıza küçük bir fırın çıkıyordu. Mahalleli, ekmeğini, yemeğini bu fırınlarda pişiriyor, etrafa yayılan kokular tüm sokağın iştahını kabartıyordu.
Osman Hacıbektaşoğlu tarif etti, biz gittik. Kasabadan uzaklaştıkça doğa daha da renklendi. Sarı ayvalı ağaçlar bütün vadiyi kapladı. Kaymakamın anlattığına göre Osmaneli meyvesiz kalmıyordu. Şeftali, dut, üzüm, elma, armut, ayva, nar... Biri biterken diğeri daldaki yerini alıyordu. Kasaba çevrenin manavı gibiydi adeta. Yol bir iniyor bir çıkıyordu. Yükseklerden bakınca Göksu Vadisi tüm güzelliğini cömertçe gösteriyordu. Kaymakam anlatıyor ben hayal kuruyordum: Bu yollar biz kent bunalmışlarını ne güzel kaçırır, dinginliğe götürürdü kim bilir. Kimimiz yürür, kimimiz koşar, kimimiz tırmanır, kimimiz bisikletin pedalına basar dururduk.
ÇAMAŞIR YALAĞI
Kaymakam Belenalan Köyü’nde arabayı durdurup önümüze düştü. İlginç bir şey göstereceğini söylüyordu. Sağa sola selam sarkıtarak köyün camisine geldik. Kaymakamın işaret ettiği yere girince çamaşır yıkayan bir kadın gördük. O da bizi gördü ama görmemezlikten geldi. Bir yalakta çamaşırlarını çitilemeyi sürdürdü. Biraz dikkat edince, çamaşır yalağının tarihi ve nereden geldiği belli olmayan antik bir lahidin üst kapağı olduğunu gördüm. Kadına kolaylık dileyip tekrar camiye yaklaşınca, lahidin diğer üç yüzünün de cami girişine döşeme taşı olduğunu gördüm. O zaman anladım ki Osmaneli birçok uygarlığın uğrak yeri olmuş, bereketli toprakları asırlar boyu konanı göçeni beslemişti.
Döne döne inip, Sakarya Nehri’nin kıyısında durduk. Biz durduk ama nehir şırıl şırıl akıyordu. Karadeniz’le kucaklaşmak için sabırsızlanıyordu sanki. Osman Hacıbektaşoğlu Sakarya ile nasıl kucaklaşacaklarını anlattı. Kıyıya parklar, kahveler, yürüme yolları, balık tutma alanları yapılacaktı.
Osmaneli’nden ayrılırken gün akşama dönüyordu. Yolda kasabanın baharını, meyve ağaçlarının çiçek açtığını, kuş sesleri arasında tepelerde yürüdüğümü düşledim. En çok da Sakarya’nın kıyısında balık tutma düşü hoşuma gitti. Düşümde, akıp giden suya attığım oltaya 15 kiloluk bir yayın balığı takılmıştı. Baharda bu düşümü gerçekleştireceğimi sanıyorum. Osmaneli’ne sizi de beklerim.
Yazının Devamını Oku 6 Kasım 2005
Kitap Fuarı için Frankfurt’a her yıl bir kere giderim. Benim gittiğimde kent sonbaharın en güzel renkleriyle makyajını yapar, süslenir, tüm güzelliklerini ortaya döker. Buna rağmen Frankfurt beni içine çekmez, sarıp sarmalayamaz nedense. İstanbul Kitap Fuarı biter bitmez soluğu Frankfurt Kitap Fuarı’nda aldım. Bu beşinci kez gidişim olduğu için deneyimliydim. En rahat yürüyüş ayakkabılarımı giymiş, salonların sıcağına, dışarının yağmuruna ve soğuğuna karşı önlemlerimi almıştım. Önceki gelişlerimden, bu gezinin en zor gezilerimden biri olacağını biliyordum.
Kitap Fuarı, koca bir alana yayılmış, her biri bir futbol sahası büyüklüğündeki 9 salonda gerçekleştiriliyordu. Bu yıl fuara katılan 101 ülkeden 7200 yayınevi, ikişer katlı olan bu salonlarda, kendilerine ayrılmış büyüklü küçüklü bölümlerde, yazarlarını, kitaplarını tanıtıyor, onları bir başka ülkeye pazarlamaya çalışıyorlardı. Bu fuarda bizde olduğu gibi kitap satışı yoktu. Onun için koridorlarda koşuşturup duranlar yayınevi görevlileri, editörler, yazarlar, telif ajanlarıydı.
Yayınevleri konuklarına ikramda kusur etmiyorlardı. Kimi ülkesinin ünlü bir gıda maddesini, kimi şekerini, kimi posterini, kimi kalemini hediye ediyordu. Ama ikramların en gözde malzemesi şarap ve şampanyaydı. Randevular karşılıklı kadeh tokuşturarak başlıyordu genellikle. Onun için de koridorlarda yürüyenlerin yanakları kırmızı, neşeleri yerinde oluyordu. Fuara katılanlar, yemek işini binaların önündeki seyyar sosisçiler de hallediyorlardı. Bu lezzetli sosisleri yiyebilmek için kuyrukta bir süre beklemeyi göze almak gerekiyordu. Sosisini, birasını alanlar üstleri muşamba ile kaplı sıralarda hem karnını doyuruyor, hem de ayaklarının isyanını dindirmeye çalışıyorlardı.
Beş kere Frankfurt’a gittim ama, fuarı gezmekten kenti gezmeye zaman ayıramadım. Veya ayırmak içimden gelmedi. Bu kente ısınamadım. Frankfurt’u ‘benim kentlerim’ listesine bir türlü sokamadım. Frankfurt bende hep gri bir hava, çisil çisil yağan bir yağmuru çağrıştırdı. Aslında bu görünümün suçlusu kent değildi. Frankfurt’a hep aynı zaman diliminde, sonbaharın ortalarında gittiğim için, doğal olarak ıslak bir hava ile karşılaşıyordum. Yaz başında gitsem, güneşli günlerin ortasına düşeceğimi bilemiyordum.
RENGARENK SONBAHAR
Yağmur yüzünden sığındığım bir kahvenin buğulanmış camlarından bakarken, ‘Frankfurt’a haksızlık mı yapıyorum?’ diye kendime sordum. Kent bu mevsimde rengarenk makyajını yapıyor, süsleniyor, püsleniyor, tüm güzelliklerini sergiliyordu. Ama yine de benim gibi karmaşası bol kentleri sevenlere yaranamıyordu. Etrafını çevreleyen ormanlar bu mevsimde, ressamın renkleri karıştırdığı palete dönüşüyordu. Ağaçlar renkli yapraklarını takıştırıyor, ağaç dipleri sararmış, kızarmış yapraklarla örtülüyordu.
Bu kenti sevenlerden biri de Ahmet Haşim’di. Aslında ondan başkası da bu kenti uzun uzadıya yazmamıştı. Tedavi olmak için 1933 yılında Frankfurt’a giden şair, burası için yazdığı yazılarda hep sevecen cümleler kullanmıştı. Örneğin ‘Frankfurt Seyahatnamesi’nde sonbaharı şöyle anlatmıştı: ‘Orman yapraklarının bir kısmı yerleri kaplayan sonbahar çimenlerinin üstüne dökülmüş, bir kısmı da henüz dallarında idi. Fakat yerde ve daldaki yaprakların hepsi de kırmızı ve sarı idi. O kadar kırmızı ve o kadar sarı ki, güya büyük bir yangının alevleri ormanın her tarafını sarmış ve bütün ağaçlar büyük birer meşale halinde bu bulutlu sonbahar seması altında sessiz bir yanışla yanıyorlardı...’
Benim gördüğüm kadarı ile Frankfurt iki merkezli bir kentti. Birinci merkez alışveriş ağırlıklıydı. Ünlü mağaza Kaufhof’un etrafını çeviren bu merkezde yollar araç trafiğine kapatılmıştı. Lüks mağazalar, cafeler, restoranlar bu sokakların süsleriydi. Main Nehri’ne açılan caddelerin üstündeki Römerberg Meydanı eski evleri, kafeleri, ortadaki Adalet Heykeli ile bölgenin en ilginç mekanlarından biriydi. Vitrinler öylesine tahrik ediciydi ki, insan mağazanın önünde duraksamadan edemiyordu. Ahmet Haşim’e bakılırsa bu cazibe 72 yıl önce de aynıydı. Şair o zamanın vitrinlerini şöyle tarif ediyordu: ‘Büyük ve zengin camekanları, henüz elifini bilmediğimiz bir göz avlama sanatının zalim incelikleriyle düzeltilmiş mağazalar... Sabahın pembe aydınlığında parıl parıl parlayan kocaman billur camların arakasında adi bir meyve, çiğ bir biftek, bir cep defteri, bir halı, bir stilo, firuzeden bir bilezik veya pırlanta bir gerdanlığın korkunç cazibesiyle gözü çekiyor.’
Kentin diğer merkezi de, Hauptbahnhof’un (merkez gar) etrafıydı. Renkli gece hayatı arayanlar için garın etrafındaki sokaklar çeşitli olanaklar sunuyordu. Aslında bu merkezdeki görüntüler, tüm dünyadaki tren istasyonlarının çevresinde olduğu gibi düzen dışıydı. Bu da Frankfurtluların pek hoşuna gitmiyordu. Ama aynı ahali, merkezi süsleyen gökdelenleriyle çok övünüyordu. Hatta daha ileri gidip Frankfurt’a ‘Mainhattan’ diyerek onu New York’un Manhattan Adası’na bile benzetiyorlardı.
CAM, ÇELİK VE MERMER
Aslında Frankfurt’un sokaklarını süsleyen cam, çelik, mermer karışımı binalar, düzgün caddeler, burasının sürprizleri barındırmayan, aklı fikri işte ve parada olan sıkıcı bir kent olduğunun kanıtıydı. Sık sık görüşlerine başvurduğum Ahmet Haşim de, ‘Frankfurt Seyahatnamesi’nde bu düzenden şöyle yakınıyordu: ‘Yarabbi, bu şehirde ufak bir yıkıntı, küçük bir ihmal, yerine konulması unutulmuş bir taş, kapatılmamış bir çukur yok mu? Bu kusursuz hendese içinde insan nefes darlıkları duyuyor. Ruskin’in dediği gibi muhayyilenin mesut bir faaliyete girebilmesi için biraz harabe görmek de lazım...’
Frankfurtlular, yüksek binaları kadar bir de ünlü gezgin Rothschild’in ve Goethe’nin hemşerisi olmakla da övünüyordu. Goethe’nin bir zamanlar yaşadığı bina, turistlerin uğrak yerlerinin başında geliyordu. Tabii ki evin içinde, şairin Faust adlı eseri yazdığı üstü mürekkep lekeleriyle kaplı masa en ilgi çeken eşya oluyordu. Herkes bu lekeleri yakından görebilmek için birbirlerini omuzlamaktan kaçınmıyordu. Haşim, bu kutsal lekeleri şöyle anlatmıştı: ‘Bu hayran gözlerde lekeler, mürekkep lekesi değil, fakat bir ebedi lacivert semada namütenahi yıldız serpintileri idi.’
GECELER SÖNÜK
Frankfurt gece yaşamı olmayan bir kentti. Aslında tüm Alman kentleri -Berlin hariç- veya tüm orta ve kuzey Avrupa kentleri de böyleydi. Hafta arasında akşam yemeği genellikle 18.00 civarında yeniyor, biraz televizyon derken 22.00 civarında ışıklar sönüyordu. Gece yaşamı cuma, cumartesi akşamları biraz canlanıyordu. Sachsenhausen’ın dar sokaklarındaki barlar, restoranlar hafta sonları tıklım tıklım doluyor, hafta içi biriktirilen sıkıntılar burada fırlatıp atılıyordu.
Kentin damak tadına gelirsek; Frankfurt denince akla hemen, yanında patates salatası ve yaban turpu hardalıyla yenen Frankfurter denen sosis geliyordu. Kentin diğer bir yemeği de dereotlu patates çorbasıydı. Taze patates ile servis edilen Ringa balığı salamurası ise gözde tatlardan biriydi. Soğan, elma, defne yaprağı ve elma şarabı ile pişen lahananın eşlik ettiği domuz kotlet de masaların en aranan yemeklerinin başında geliyordu. Hemen hemen her yemeğin yanına, yedi çeşit yeşillikten yapılma yeşil sosla tatlandırılmış patates konuyordu. Yemekler genellikle, köy ekmeği eşliğinde yenen el yapımı bir köy peyniri ile başlıyor, mürdüm eriği peltesi ile yapılan bir pasta ile de son buluyordu. Tüm bu yemeklere ise Frankfurt’un ünlü elma şarabı eşlik ediyordu.
Kentte ayrıca bol bol dönerci, şiş kebapçı ve başta İtalyan olmak üzere önde gelen dünya mutfaklarından örnekleri de bulmak mümkündü.
Kenti anlatmaya ünlü şair Ahmet Haşim’le başladım, onun gözlemleri ile bitireceğim: ‘Frankfurt gecelerinin karanlığı kadar fakir bir karanlık bilmiyorum. Kahveler yeknesaktır, kabareler soğuk ve tenhadır. Varyete tiyatroları eğlencesizdir, dansingler tatsızdır, sinemalar ise lisan bilmeyen bir adam için bir takım ahmakça resimlerin birbirini izlediği bir sinir ve iç sıkıntısı yeridir...’
Benim bugünkü, Ahmet Haşim’in ise 72 yıl önceki izlenimleri böyle. Belki siz başka güzellikler yakalayabilirsiniz!..
Yazının Devamını Oku 30 Ekim 2005
Eminönü’nden binip, iskele iskele Anadolu Kavağı’na kadar süren vapur yolculuğunun ilk bölümünü geçen hafta anlatmıştım. Hep karadan bakıp, övgüler dolu cümleler kurduğumuz Boğaz’ın ortasından kıyılar nasıl görünüyordu acaba? Yolculuğun geçen haftaki bölümü Beşiktaş’ta bitmişti. Bu hafta kaldığımız yerden devam edeceğim.
Beşiktaş iskelesinden sonra vapur, iki yaka arasında vızır vızır çalışan dolmuş motorlarına düdük çala çala aralardan sıyrıldı. Vapuru o an, yaramaz çocuklara öfke savuran bir ağabeye benzettim. Halbuki bu motorlar da, vapurlar kadar buranın eskisiydi. Kalabalıktan kurtulan vapur, kıyıya yakın bir rotadan yoluna devam etti. Görüntüye giren Serencebey tepeleri de tıklım tıklım bina dolmuştu. Aynı Cihangir gibi, bu evlerden Boğaz’a bakmakla, Boğaz’dan bu evlere bakmak insanı değişik duygulara itiyordu. Balkondan bakınca hayranlık, vapurdan bakınca öfke uyandıran iki karşıt duyguydu bu. Boğaz, Yıldız Parkı’nda derin ve temiz bir soluk alabiliyordu.
Sonra kıyıdaki sahil sarayları göründü. Çırağan Sarayı ve bitişiğindeki Kempinsky Oteli, ilk gençlik yıllarımın anılarını hatırlattı. Çırağan Sarayı bir harabeydi. Serseri takımının ikametgáhıydı. Ot bürümüş sütunlarının arasına girmek cesaret isterdi. Tüm tehlikesine rağmen kaçak aşıklar bu sütunların arkasına saklanırdı. Otelin bulunduğu yer ise Şeref Stadyumu idi. O toprak sahada, hem maç seyreder hem de top peşinde koşturup dururduk. Sonra şimdiki Galatasaray Üniversitesi, hemen bitişiğinde dirsek çürüttüğüm Kabataş Erkek Lisesi, Ortaköy İskelesi, kıyısında yüzmeyi öğrendiğim Ortaköy Camii, sonra yine saraylar sıralanmaya başladı. Hanedanın kadın üyelerinin, eşlerinin, yani sadrazam, kaptan-ı derya ve eyalet valilerinin saraylarıydı bunlar. Kimi yanmış, kimi yıkılmış, kimi de güçlükle ayakta durabiliyordu. Bu sarayların birinde ilkokulu, birinde de ortaokulu okumuştum. Bu vapur gezisi benim için bir bakıma geçmişe de bir yolculuk gibi olmuştu.
KAPTAN DÜDÜK
Vapur, sonra yavaş yavaş Anadolu kıyılarına yaklaştı. Yaklaştıkça Beylerbeyi Sarayı tüm güzelliğini ortaya döktü. Boğaz’ın bu mücevherini II. Mahmud yaptırmıştı. Üç senede tamamlanan ahşap saray, sarı boya ile boyanmıştı. Beylerbeyi semtinde Hıristiyanların ikamet etmesi yasaklanmıştı. Buraya daha çok din adamları ve medrese hocaları yerleştirilmişti. Bu semtte bunun izleri bugün de görülüyordu. Vapur, kıyı restoranlarda balık yiyenleri, kahvelerde çay içenleri selamlayıp, dümeni tekrar karşı kıyıya çevirdi.
Boğaz’ın bu bölümü dere gibi akıyordu. Buradaki akıntılardan akıp gidebilmek için diplomaları duvara asmak yetmiyordu. Boğaz’da kaptanlık, Boğaz’ın akıntılarını, kıvrımlarını, yalılarını, lokantalarını, kahvelerini, balıkçılarını iyi tanımayı gerektiriyordu. Bir kaptan, tüm kıyıdakilerin dostu olmalıydı. Nerede ‘kaptan düdük’ diye bağırılacağını, nerede düdüğün ipine asılacağını bilmek lazımdı.
Akıntı kah direndi, kah üstüne alıp götürdü ve vapur bu kez Arnavutköy kıyısına yakın bir seyir tutturdu. Amatör balıkçılar Akıntıburnu’na doğru sıra sıra dizilmişler, çaparilerinin dolmasını bekliyorlardı. Çoğu istavrit peşindeydi ama, bu mevsimde bir iki tane sarıkanat sürprizi de fena olmazdı. Arnavutköy eskiden Rum zenginlerin oturduğu bir semtti. Kıyıda sıralanmış olan Nikola’nın, kardeşi Yelya’nın, Mavridi oğlunun, Delibeyzade oğullarının yalıları dillere destandı.
Vapur Mısır Konsolosluğu’nun muhteşem binasının önündeki balıkçı kayıklarını uyarıp, Bebek iskelesinin açığından geçti. Bebekle ilgili olarak sadece kendi gençlik anılarımı yazsam sayfada yer kalmazdı. Hele buradaki sahil saraylar, korular, geçmişin hikayeleri ise kitaplara sığmazdı.
Vapur Küçük Bebek sahilinde önce Yılanlı Yalı’nın, sonra Tevfik Fikret’in Aşiyan’ının önünden geçip, karşı kıyıya Kandilli’ye doğru dümen kırdı. Baharda erguvan ağaçlarının pembe pembe boyadığı Kandilli Korusu, Küçüksu Kasrı, Göksu, Anadolu Hisarı, Çengelköy... Boğaz yalılarının en güzelleri bu sahilde sıralanmıştı. Karadan yüzlerini göstermeyen bu güzeller, denizden bakınca geçmişin ve şimdinin gözdeleri olduklarını belli etmekten çekinmiyorlardı. Bu yalılar her devrin sevgilisi olmuştu. Refik Halid 1939 yılında bu yalıların korunması için şu uyarıda bulunmuştu: ‘Eskiliğin en çok yaraştığı ve yeniliğin hiç de hoşlanmadığı yer Boğaziçi’dir. Orada çimento kalıbı modern inşaatı yasak edecek bir kanun maddesini bakalım hangi zevk ehli ve tabiat sahibi devlet adamımız başaracaktır.’
GÜNLER KISALDI
Vapur Kanlıca iskelesine yanaşırken, aklıma Yahya Kemal’in dizeleri geldi:
‘Günler kısaldı, Kanlıca’nın ihtiyarları
bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları’
Tabii ki pudra şekerli yoğurdun tadı ve o tadın üşüştürdüğü anılar da bir anda sarıp sarmaladı etrafımı.
Boğaz vapuru akıntıları yara yara, bir o kıyıya bir bu kıyıya gitmekten yorulmuyordu. Öylesine dalıp gitmiştim ki, çevremde bir bu yana, bir o yana koşturup duran, tüm bu güzellikleri görüntülemeye çalışan turistleri fark etmiyordum bile. Ben, bazen Yahya Kemal’i, bazen Tevfik Fikret’i, bazen Nedim’i, Halit Ziya Uşaklıgil’i, Mehmet Rauf’u, Abdülhak Şinasi Hisar’ı, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı düşlüyordum. Eserlerinde Boğaz’ı ne güzel, ne sevinçli, ne hüzünlü anlatmışlardı. Emirgan sahillerine doğru bakarken aklıma Ahmet Haşim’in iki yaka hakkındaki kıyaslaması geldi. Haşim şöyle yazmıştı: ‘Rumeli sahili musikili, parıltılıyken, Anadolu yakası her gece gamlı bir karanlığa dönüşüyordu. Rumeli yakasında oturanlar hemen karşılarında uzanan bir bahçeyi seyretmekte, Anadolu sahilindekiler ise karşılarında inşa edilmiş Osmanlı siyasi ve toplumsal düzenini izlemekteydiler.’
Emirgan, İstinye ardından yine sıra sıra yalılarıyla Yeniköy göründü. Vapur bu sessiz iskelede de müşteri alışverişi yapıp, bu kez iki kıyının tam ortasından yol almaya başladı. Sol yanda adını burada üretilen çubuk lülelerinden alan Çubuklu, mütevazı Paşabahçe, Beykoz akıp gitmeye başladı. Sağ tarafta ise Tarabya koyu göründü.
Tarabya bir zamanlar şifalı havası ile ünlüydü. 18. asırda burası yerli Rum zenginlerinin ve yabancıların yazlık mekanı oldu. Yalılardan yükselen batı müziği, danslar ve partiler dillere destan oldu. III. Selim’in Fransız sefaretine bir yalı hediye etmesiyle, diğer elçilikler de yazlıklarını bu semte taşıdılar. Vapur koyun önünden geçerken, yine gençlik yıllarıma uzandım. Tarabya Plajı’ndaki, Tarabya Oteli’nin barlarındaki, kıyıda yan yana sıralanmış restoranlardaki anılarımı bir kez daha yaşadım.
ŞİFALI SULAR
Daha sonra Büyükdere’yi seyrettim. Bir zamanlar sahil sarayları, kasırlar, vilallar ve yalılarla süslü olan bu semtin, çarpık yapılaşmaya teslim olmasını çaresizlikle izledim. Rotasını Sarıyer’e doğru döndüren vapuru önce Karadeniz’den kopup gelen soğuk rüzgar karşıladı. Sonra da tepelere kadar tırmanan evler. Aslında ben bildim bileli Sarıyer böyleydi. Ama geçmişini bilenler başka şeyler söylüyorlardı. Mesela Haluk Şehsuvaroğlu şöyle anlatıyordu: ‘Bahçelerde serinlenir, şifalı sular içilir ve saz dinlenirdi. Saatler ve bazen bütün bir gün bu bahçelerde şad ve handan geçilirdi...’ Evliya Çelebi’ye göre, ‘köyde yedi bin bağ vardı ve cümle dağları, bağlarla kaplıydı.’ Ahmet Rasim ise şunları yazmıştı: ‘Sarıyer denildi mi sular hatıra gelir. Fakat kaç su! Fındık suyu, Fıstık suyu, Kızılcık suyu, Çırçır, Hünkarsuyu, artık sayın... İtikadımca oraya Sarıyer denileceğine, Suluyar denmeliydi.’
Vapur Sarıyer’i arkada bırakıp, son durağı Anadolu Kavağı’na yöneldi. Tepede Yoros Kalesi, asırlardan beri İstanbul’un en güzel manzarasını seyrediyordu. Boğaz’ın bu son köyünde yolcular sokaklara dağıldı, kimi ayaküstü balık ekmek yedi, kimi lokantalarda yolculuğun tadın çıkardı, kimi hediyelik eşya peşine düştü. Köyün sakinleri bu koşuşturmayı alışık gözlerle seyretti.
Dönüşte vapurdan Sarıyer’de inip, poyrazla el ele tutuştum ve kıyı kıyı Tarabya’ya kadar yürüdüm. Hem Boğaz’ı seyretmiş, hem anılarımda yolculuk etmiş, hem de kentin orta yerinde kentten kaçmıştım. Önümüz bayram, tatilin bir gününü böylesine güzel bir gezi ile değerlendirebilirsiniz.
Yazının Devamını Oku 23 Ekim 2005
Yazın geride bıraktığı bir günde Boğaz’ı zikzaklar çizerek dolaşan bir vapura bindim. Hem iki yakayı denizin ortasından seyrettim, hem de anılara doğru yolculuk yaptım. Hem çok ucuz, hem de çok keyifli bir gün geçirdim. Gazeteler Cağaloğlu’ndan taşındığından beri, Boğaz seferi yapan vapurlarla ilişkim zayıfladı. Onlara binmez oldum artık. Halbuki gençlik yaşlarımın vazgeçilmez araçlarıydı. Ortaköy’den sabahları elimde sıcak bir poğaça ile binip, kıyı kıyı Eminönü’ne gelir, oradan yokuşu tırmanıp, nefes nefese gazeteye varırdım. Akşamüstü olunca da aynı yoldan bir koşu aşağıya iner, 18.35 vapurunun kıç tarafında yerimi alırdım. Burada hep birbirini tanıyanlar toplanırdı. Çantalardan çay bardakları, kağıda sarılı Yeni Rakı şişeleri, mezeler çıkar, Boğaz seferi demlene demlene sürüp giderdi. Eğer sohbet ve içki bitmemişse inilecek iskele es geçilir, bir sonrakinde inilirdi.
Ben ve arkadaşlarım bu rakı sohbetlerine pek katılmazdık. Bu alem, bizden bir kuşak öncekilerin işiydi. Biz Bebek iskelesinde iner, ya Şadırvan’da ya da Bebek Oteli’nin o eşsiz barında bir, iki kadeh parlatıp, oradan dağılırdık. Bazı akşamlar keyfe gelip, Rumelihisarı’ndaki veya Arnavutköy’deki balık lokantalarında geceyi uzatırdık.
O zamanlar bu Boğaz vapurları zikzaklar çizerek her iki yakadaki tüm iskelelere uğrarlardı. Boğaz iskelelerinin güzelliği dillere destandı. Herkes kendi semtinin iskelesini öve öve bitiremezdi. Ünlü yazar Selim İleri onları şöyle tanımlıyordu: ‘Boğaziçi iskeleleri artık birer küçük yalı inceliğindeydi. Hemen hepsi ahşaptı. Beyaz ve lacivert yağlıboyalarıyla bayram için bahriyeli çocuk kıyafetine bürünmüş görünürlerdi. Denize kavuştuklarında yosunlar yosun yeşili, midyeler sedefli sedefli parlardı...’
Bu iskelelerden çoğu yok artık. Bazıları lokanta oldu, bazıları yıkıldı. Onun için Boğaz vapurları şimdi eskisi gibi zikzaklar çizmeden gidiyor.
Geçenlerde bu Boğaz vapurları yine aklıma geldi. Hem etrafı seyretmek hem de anıları tazelemek için bir öğleden sonra Eminönü’nden kalkan vapura bindim. Yolcuların çoğunluğu Japon turistlerdi. Gördüğüm kadarı ile Japonlar fotoğraf makinelerini bir kenara atmış, cep telefonlarıyla görüntü avına çıkmışlardı. Vapur, önce Beşiktaş’a, sonra Kanlıca’ya, oradan Yeniköy, Sarıyer, Rumeli Kavağı’na uğrayacak, sonra Anadolu Kavağı’nda bir süre bekleyip yolcuları aynı yoldan geri döndürecekti.
SİMİTÇİ MARTILAR
Yolcularla birlikte martılar da vapurun etrafında yerlerini almışlardı. Onlar yıllardan beri olduğu gibi simit peşindeydiler. Atılan simitleri kapa kapa bir süre vapurun peşinden gelecek, daha sonra geri dönüp başka bir vapurun peşine takılacaklardı. Bıkmak usanmak bilmedikleri bir karın doyurma oyunuydu bu. Üst taraftaki sıraları erkenci turistler doldurduğu için, alt tarafta yana oturdum. Aslında oturduğum yer, bu tür seyretme yolculukları için pek uygun değildi. Çünkü buradan Boğaz’ın sadece bir yakasını görüp, oranın fotoğraflarını çekmek mümkündü. Ayrıca bu mevsimde yan taraf biraz üşütüyordu. Eğer böyle bir yolculuğa niyetlenirseniz, vapura biraz erken gidip, üst katta, her iki tarafı gören bir yeri kapmanızı öneririm.
Karşımda bildiğim görüntüler duruyordu. Galata Kulesi her zamanki gibi İstanbul’a tepeden bakıyordu. Köprünün üstüne sıralanmış balıkçıların aklı fikri oltanın ucundaki iğnelere takılmıştı. Rıhtıma bağlanmış turist gemileri, İstanbul sokaklarında anı toplayan yolcularının dönmesini bekliyorlardı.
Vapur hareket edince yerimi bir turiste terk edip, kıç tarafa geçtim ve halat bağlanan bir babanın üstüne oturdum. İlk gözüme çarpan İstanbul’un değişmez görüntüsü Kız Kulesi oldu. Dilimli barok kubbesi, tepesinden hiç eksik olmayan bayrağı ve öyküleriyle asırlardan beri Boğaz girişini süslemeyi sürdürüyordu. Dinginlikten hoşlanan kule sanırım bugünlerde gürültüden çıldırıyordu. Çünkü iki yaka arasındaki tüp geçit için denizin altında tünel açan dev vinç, hemen onun yanı başına park etmiş, homurdanıp duruyordu. Kız Kulesi’nin hemen arkasında önce Üsküdar göründü. O da Boğaz’ın başlangıcını elinde tutmanın, İstanbul’un ilk yerleşim yerlerinden biri olmanın gururunu hiç saklamıyordu. Ne de olsa antik dönemin ‘Altın Şehri’ydi. Üsküdar da değişime direnememişti. Sırtını verdiği bağlı bahçeli tepelerdeki bir iki katlı ahşap evler, yerlerini gelişi güzel yapılmış özensiz apartmanlara terk etmişlerdi. Bahçeler, bağlar zaten uzun yıllar önce yok olup gitmişlerdi. Sadece Sinan’ın eseri Mihrimah Sultan Camii ile Şemsi Paşa Camii, eskinin mirasçısı görüntüler olarak bugüne kalmışlardı.
Çamlıca tepeleri ise bir anten ormanına dönüşmüştü. Binalar, kanserli hücre gibi o güzelim yeşil tepeleri kemirip yok etmişti. Halbuki bundan elli yıl öncesine kadar Boğaz tepeleri, ulu ağaçların süslediği korularla kaplıydı. Çınarlar, kestaneler, dişbudaklar, karaağaçlar, ıhlamurlar... Bu ağaçlar yok olunca, onların dallarına sığınıp, tüm Boğaz’ı ötüşleriyle şenlendiren kuşlar da çekti gitti. Çalı bülbülleri, sakalar, isketeler, fluryalar, baştankaralar, ağaçkakanlar, çavuşkuşları... Kaçımız bu kuşları gördü, kaçımız onların ötüşlerini dinledi?..
Vapurdan gördüklerim beni dertlendirmişti. Halbuki, keyifli bir yolculuk düşüyle bilet almıştım.
Sol tarafta önce İstanbul Modern gözüme çarptı. Bir yarışma olsa, dünyanın en güzel manzaralı müzesi seçilirdi sanırım. Binanın hem içinde hem dışında bir görsel şölen sunuluyordu ziyaretçilere. Sonra tepelerde üst üste bir Cihangir görüntüye girdi. Bu semt adını Kanuni Sultan Süleyman ile Hürrem Sultan’ın küçük oğulları Şehzade Cihangir’den almıştı. Cihangir evlerinin kaptan köşkünü andıran balkonlarından, Boğaz’ın görüntüsünün muhteşem olduğunu biliyordum. Ama Boğaz’dan bakınca Cihangir hiç de güzel görünmüyordu. Omuz omuza vermiş, bir sürü çirkin bina yığınıydı manzarayı oluşturan. Bu söylediklerime bilmem Selim İleri kızar mı? Çünkü o yaşamının bir bölümünün geçtiği bu semti ve bu apartmanları çok severdi. Bu sevgiyi şöyle anlatmıştı: ‘Cihangir apartmanlarını çok severim. Hepsi kararık yüzlüdür, gelgelelim hepsinde bir yuva, ocak duygusu duyumsanır...’
Cihangir’e bakarken gözlerim romanlara konu olmuş Ege Bahçesi’ni boşuna aradı durdu. O da kayıplar listesindeki yerini çoktan almıştı. ‘Yıldızlar Altında İstanbul’ adlı kitabında bu parkı anlatan satırları yazarken Selim İleri’nin gözleri yaşarmış mıydı acaba? ‘Ege Bahçesi vardı. Şimdi yerinde yeller esiyor. Şimdi orası bir bar. O köpüklü bira pek ender olarak beyler tarafından içilir, hanımlar içmezlerdi. İçen hanımlar çıkarsa da, onlar semtimizin yabancıları, Ege Bahçesi’ne şöyle bir uğrayıvermiş hanımlardı...’
Cihangir bittince Gümüşsuyu görüntüye girdi. Park Oteli’nin yarım kalmış inşaatı güzelim semtin ortasında bir çürük diş gibi duruyordu. Bir başka çirkinlik abidesi de, Dolmabahçe Sarayı’nın tam arkasından gökyüzünü tırmalayan Gökkafes’ti. Bu çirkin binanın bulunduğu vadinin geçmişini merak ediyorsanız, sizi Julia Pardoe’nun 1835 yılında yazdığı satırlarla başbaşa bırakıyorum: ‘Meyve ağaçlarıyla örtülü Dolmabahçe vadisine, denize yakın tepeden dik bir yokuşla iniliyor. Ağaçların kokulu çiçekleri tam da güzelliklerinin doruğundaydı ve rengarenk yapraklarını rüzgarla havaya savuruyorlardı... Servi ormanı bütün sevimliliği ile gülen Boğaz’a doğru karanlık bir gölge gibi iniyordu...’
Bunları düşündükçe, çıktığım keyif gezisinin ‘eskiye övgü, yeniye eleştiri’ gezisine dönüştüğünü gördüm, üzüldüm. Ama artık geri dönmek olmaz, yola çıktık bir kere!..
Sonra saat kulesi, ardından Dolmabahçe Sarayı göründü. Halikarnas Balıkçısı bir yazısında bu sarayın, Knidos antik kentinden sökülüp getirilen mermerlerle yapıldığını yazmıştı. Bu iddia doğru muydu acaba? Ben bunları düşünürken vapur Beşiktaş iskelesine halat veriyordu. Ben semtlerin isimlerinin ne anlama geldiğini çok merak ederim. Beşiktaş için de bazı bilgilere ulaşmıştım. Aklıma yatan söylencelerden biri de şu olmuştu: ‘Hızır Hayrettin Paşa gemilerini bağlamak için bu sahile beş tane direk diktirmişti. Bunun için buraya Beştaş adı verildi. Daha sonra bu ad değişikliğe uğrayarak Beşiktaş’a dönüştü...’
BEŞİKTAŞ ANILARI
Beşiktaş’la ilgili anılarıma bir başlarsam, bitirmek bilemem; Yıldız Yokuşu’ndan nasıl kaykaylarla indiğimi, pazar içindeki sinemaları, balıkçı Erdoğan’ı, yüksek tavanlı meyhaneyi, Beşiktaş Kız Lisesi önünde beklemeleri, öğrenci kavgalarını... Onun için Beşiktaş’ın şairi Behçet Necatigil’in bir dörtlüğü ile geçiştireceğim:
‘Beşiktaş’ta Barbaros
Meydanı
Sağı anıt, solu türbe
Ortası kare şeklinde,
Parkıdır yoksulların
Bilhassa yaz ayları.’
Vapur, Üsküdar’a sefer yapan dolmuş motorlarının arasından geçip Boğaz’a doğru yoluna devam etti. Gevezelik yüzünden daha yolun yarısına gelmeden sayfadaki yerim bitti. Diğer iskeleler ve Boğaz’ın en güzel anıları haftaya kaldı.
DÜZELTME
İspanya’da yaşayan Özgür Kaprol adlı okurum geçen haftaki yazımda, İspanyol şaraplarını sıralarken hata yaptığım konusunda beni uyardı. Doğrusu şöyle olacakmış: Joven (genç şarap), Crianza, Reserva ve Gran Reserva. Yanlışımdan dolayı özür dilerim.
BOĞAZ’IN SOSYAL DOKUSU
‘Tophane ile Beşiktaş arasındaki sahil devlet ricalinin yalılarına ve has bahçelere ayrılmıştır. Beşiktaş, Ortaköy, Kuruçeşme sahillerinde sultan ve vezir yalıları vardır. Arnavutköyü’nde gayrimüslimler, Bebek’te Babıáli, Rumelihisarı’nda ilim adamları, Emirgan ve ve İstinye’de yüksek kısımdan Türkler oturmaktadır. Yeniköy, Tarabya ve Büyükdere’de daha ziyade yabancılar yaşar. Tarabya ile Yeniköy arasında ticaretle uğraşan zengin Rumlar, Avrupalı devletlerin sefarethaneleri ve Fransız tüccarların yalıları mevcuttur. Kireçburnu ile Büyükdere arasında tercümanlar ile Rum tüccarların yalıları bulunmaktadır. Sarıyer’de orta halli Türkler oturur. Beylerbeyi’nde Hıristiyanlar oturtulmamış, daha çok din ve ilim adamları yerleştirilmiştir.
Anadolu yakasında ise emekliler, görevden azledilmiş kadılar, şeyhülislamlar, hekimbaşları ve diğer İstanbullu varlıklı aileler ile alt kademelerdeki görevlilerin yalıları seyrek düzende kıyıda yer alır.’
Boğaziçi Medeniyeti - Dr. Murat Koç
Yazının Devamını Oku 16 Ekim 2005
Bu yıl kısmetim bağlardan yana çok açıktı. Önce Saros’taki Sarafin bağları, ardından Bozcaada’da bağbozumu, son olarak İspanya’nın ünlü Rioja bölgesi... Sıra sıra bağlar, salkım salkım üzümler, dev çelik tanklar, karanlık köşelerde saklanmış içi şarap dolu fıçılar... Tüm bu geziler üst üste gelince de yeme ve içmenin ölçüsü kaçtı. Şimdi bu ölçüyü yeniden tutturmanın peşindeyim.
Üyesi olduğum Şarap Dostları Derneği, bu yılki gezi konusunu İspanyol Şarapları’na ayırmıştı. Club Turizm’in organize ettiği gezi, üzüm bağlarıyla ünlü Yukarı Rioja’da (Rioja Alta) gerçekleşecekti. Geziye katılan Şarap Dostlarıyla birlikte uzun bir yolculuktan sonra (İstanbul-Frankfurt-Bilbao oradan otobüsle bölgenin merkezi Logrono) Rioja Alta’ya vardık.
Bölgede kaldığım üç gün boyunca, bağların arasından kıvrıla kıvrıla giden yollarda dura kalka gittim geldim. İngilizce’yi İspanyolca gibi konuşan rehberimizin kelimelerinin ne anlama geldiğini zor da olsa çözümleyip, bölge şarapçılığı konusunda bilgi sahibi oldum. Rioja bölgesini üzümle Romalılar tanıştırmıştı. 16. yüzyıldan itibaren buradan Fransa ve İtalya’ya şarap satımı başlamıştı.
İspanyol şaraplarıyla ilişkilerim nedense zayıftır. Bazılarının yaptığı, ‘yoğun gövdeli, zengin aromalı’ tanımlamalarına çoğunlukla katılmam -Vega Sicilia hariç-. Üzümle bu kadar iç içe olan İspanya’nın, şarapçılık konusunda neden hep Fransa’nın ve İtalya’nın gerisinde kaldığını merak edip dururum. Rioja’ya yaptığım bu ikinci gezide yanıta sanırım biraz daha yaklaştım. Bence burada suçlu, bölgenin yüzde 74’üne ekilen Tempranillo adlı üzümdü. Siyaha yakın renkte küçük taneli bu üzüm, İspanyolların gurur kaynağı idi. Üstüne toz kondurmuyorlar, tüm yatırımları onun için yapıyorlardı. Rioja bölgesi şaraplarında başrolü bu üzüm oynuyor, ona az miktarda yine bölgenin üzümü olan kırmızı Garnacha, Mazuelo veya Graciano karıştırılıyordu. Tüm bu gayretler sonunda ise ortalama bir şarap elde ediliyordu.
Bölgede yabancı kökenli üzümler adeta aforoz edilmişti. İspanya’nın en büyük şaraphanelerinden biri olan Marques de Riscal’de, tattığım şaraplardan bir tanesinin tadının bölge şaraplarına benzemediğini, daha gövdeli olduğunu fark ettim. Tadım görevlisi bunun nedeninin, Tempranillo’nun içine yüzde 20 oranında katılan Cabarnet Savignon üzümü olduğunu söyledi. Bu yabancı üzüm, İspanyolların gururuna hem tat hem de gövde katmıştı. O zaman İspanyol şaraplarının dünya piyasalarında pek ün yapmamasının sebebini, milliyetçilik duygularının ağır basmasına bağladım.
Rioja bölgesinde şaraplar kadar mimarlar da kalite yarıştırmıştı. Bağların bir köşesinde yer alan bodegalar (şaraphaneler), estetik açıdan hayranlık uyandıracak görüntüdeydi. Bağ sahipleri binalar için hiçbir masraftan kaçınmamışlardı.
FANTASTİK OTEL
Beni en çok etkileyen bodega, Elciego’daki 150 yıllık Marques De Riscal oldu. Tarihi binalar olduğu gibi korunmuş, içleri ise modern üretim araç gereçleriyle donanmıştı. Şaraphane’nin hemen bitişiğine ise fantastik bir otel inşa ediliyordu. Binayı Bilbao’daki ünlü Guggenheim Müzesi’nin mimar Frank O. Gehry dizayn etmişti. Zaman ötesi otelin dış cephesinde taş ve titanyum kullanılmıştı. 2006 yılının başında açılacak olan otelde (marquesderiscal@luxurycollection.com) lüks odaların yanı sıra, birinde bölgenin ilk Michelin yıldızını almış olan Francis Paniego’nun şefliğini yapacağı iki gurme restoran, golf sahası, şarap kütüphanesi, tadım salonları, şarap kursları, şarap kaplıcası gibi üniteler de yer alacaktı.
Bağ ve şaraphane gezilerinden arta kalan zamanımı, tepelerin zirvesindeki tarihi kasabalarda geçiriyordum. Bunlardan beni en çok etkileyenler Viana ve La Guardia oldu. Daracık sokakları, eski taş evleri, kırmızı çarliston biber kurutulan pencereleri, küçük balkonları süsleyen sardunyaları ve evlerin arasına gerilmiş iplerin üstünde rüzgarla oynaşan rengarenk çamaşırları ile insanı sımsıcak kucaklayan kasabalardı.
Yazının şarap kısmını kısa bir bilgi ile bitirmek istiyorum: Riajo şarapları çoğunlukla fıçılarda yaşlandırılıyordu. Fıçıda kalış süresi şişelerdeki etiketlerde belirtiliyordu. Buna göre bir yılını fıçıda, üç yılını şişede geçiren şarap ‘Crianza’, bir yılını şişede 4 yılını şişede geçiren ‘Gran Reserva’, iki yılını fıçıda, üç yılını şişede geçiren şaraplar ise ‘Vintage’ olarak adlandırılıyordu.
KUZEYDEKİ KENTLER
Kaldığım otel Yukarı Rioja’nın başkenti Logrono’daydı. Salkım söğütlerin süslediği Ebro nehrinin kıyısındaki kendi halindeki bu kentin, modern bölümlerinde anlatılacak kayda değer bir görüntü yoktu. Tüm güzellikler, genişçe bir meydanın etrafında gelişmiş olan eski kentte toplanmıştı. Barok bir katedral, 16. yüzyıldan beri kullanılan parlamento binası, ön yüzleri cumbalı 3-4 katlı evler, daracık sokaklar, çeşit çeşit pinços (tapas) ve bardakta serin crianza şarabı sunan barlar, plastik iskemleli kahveler, koşuşturan çocuklar ve tekerlekli iskemlelerinde, birilerin yardımıyla meydandaki hareketin tadını çıkartan yaşlılar... Bütün Akdeniz’de olduğu gibi, Logrono’da da yaşam geç saatte başlıyor, renkleniyor ve neşeleniyordu.
Rioja’daki şarap turu bitince grup kuzeye, Biskayn Körfezi’ndeki San Sebastian kentine yöneldi. Adını film festivallerinden duyduğum San Sabestian’ı önce bir tepeden gördüm. Deniz kabuğu şeklindeki limanın kıyısına sıralanan birbirinden şık evler insanı hoş düşler kurmaya itiyordu. Limanın girişindeki Santa Clara adındaki küçük ada, okyanusun öfkesine siper oluyor, beyaz köpüklü soğuk dalgaların limanı örselemesini engelliyordu. Sonra tepeden inip, caddeleri otobüsün buğulu penceresinden seyrettim. Şık mağazalar, denizle kucaklaşmış şık restoranlar, kıyı kahveleri, şık oteller, palmiyelerin gölgesine sığınmış yazlık malikaneler, saray görüntüsündeki evler, güzel kadınlar, yakışıklı erkeklerle San Sebastian’ın gözde bir sayfiye kenti olduğunu belli ediyordu.
Daha sonra kara bulutların peşine takılıp dere tepe aşarak, Bask’ın en büyük kentlerinden biri olan Bilbao’ya gittik. Yağmur izin vermediği için bu kenti köşe bucak dolaşamadım. Böylesine önemli kenti tanımaya yarım günün yetmeyeceğini bildiğim için, vaktimin çoğunu kentin kültür mücevheri Guggenheim Müzesi’nin salonlarında geçirdim.
JAMONSUZ OLMAZ
Bölgenin yiyecekleri faslını yazının finaline bıraktım. İspanya ve özellikle Bask bölgesi denince aklıma hemen Jamon (Hamon) geliyordu. Jamon, İspanyolların gururuydu ve onlara göre dünyada ondan daha lezzetli bir şey yoktu. İspanyol erkekleri, güzel bir kadına laf atarken bile, onların Jamon kadar güzel ve ağız sulandırıcı olduklarını vurguluyorlardı. Damak çatlatacak kadar lezzetli olan bu jambon, iste kurutularak yapılıyordu. Rioja bölgesinin bir diğer vazgeçilmez yemeği de, sosis ve domuz etiyle pişirilen kuru fasulyeydi. Bu yemekte kullanılan La Granja fasulyesinin, dünyanın en lezzetli fasulyesi olduğu ileri sürülüyordu. Et yahnisi, deniz mahsulleri, balık ve av etleri de bölge mutfağının vazgeçilmezleri arasında yer alıyordu. Küçük enginar, kuşkonmaz ve acı kırmızı çarliston biberinden yapılan soslar da damaklarda unutulmaz tatlar bırakıyordu. Tüm İspanya’da olduğu gibi burada da Pinços (tapas) denen, küçük sandviçlerle yapılan mezeler de yemek tercihlerinin başında yer alıyordu. Birçok çeşit peyniri vardı ama benim favorim her seferinde yıllanmış Mançego olmuştu.
Eğer bayram tatilinde kısa bir kaçamak yapmak isterseniz, tüm Rioja’nın bu mevsimde kızarmış üzüm yapraklarından oluşan bir halı ile kaplandığını belirtirim.
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2005
Bozcaada, çiçeklerle süslü daracık sokaklarını, yaz sıcağını kovalayan rüzgarını, suları buz gibi olan turkuvaz koylarını, antikçağdan beri salkım salkım üzüm veren bağlarını, iyi insanlarını, lezzetli yemekler sunan lokantalarını ve seyretmeye doyum olmayan güneş batımını gösterebilmek için sizleri bekliyor. Bağbozumunu izlemek ve yaz tatiline nokta koymak için geldiğim Bozcaada’yı anlatabilmek için, öncelikle çok eskilere gitmek lazım. Örneğin Troya Savaşı’nın kaderinin Ayazma Plajı’nda çizildiğini, ünlü tahta atı Troya’da bırakan Yunan donanmasının burada saklandığını, Odysseus ve arkadaşlarının karşı kıyıdan yükselecek olan dumanlı işareti burada beklediklerini, Troya’nın cayır cayır yanışının en iyi Bozcaada’dan seyredildiğinin bilinmesi gerekir.
Savaşlara yataklık etmek, demek ki taa o zamanlarda Bozcaada’nın kaderine yazılmıştı. Çanakkale Savaşı’nda da, tıpkı 3 bin yıl öncesinde olduğu gibi Anadolu’ya saldıran donanmanın üssü olarak kullanılmıştı.
Geçmişte bu kadar takılıp kalırsak bugüne gelmekte zorlanırız. Onun için geçmişi tarih kitaplarında bırakıp adanın bugününe döneceğim.
Adanın daracık sokakları ve beyaz badanalı taş evleri, zakkum, begonvil, ağaç minaresi, boru çiçekleri, akşam sefaları, hatmi çiçekleriyle sarılmış, allı yeşilli süslenmişti. Son geldiğimden bu yana (beş yıl önce), sokaklar olduğu gibi kalmış, hatta yapılan restorasyonlarla biraz daha güzelleşmişti. Konaklama olanakları da fazlalaşmıştı. Birbirinden güzel pansiyon ve oteller, konuklarını rahat ettirme yarışına girmişlerdi adeta. Ben, Rengigül Pansiyon’da kaldım (286- 697 8171). Almanya’dan emekli olan ada aşığı pedagog Özcan Hanım, 1876 yapımı bir Rum evini onartmış, resimler, porselenler, heykeller, kitaplar, fotoğraflar ve eski eşyalarla süsleyip püslemiş, ortaya çok şirin bir pansiyon çıkarmıştı.
ÇIĞLIK ÇIĞLIĞA
İskele’ye giden yolun başındaki Çınaraltı Kahvesi, adanın sanki istihbarat merkeziydi. Adaya kim gelmiş, kim gitmiş, üzümün rekoltesi ne olmuş, bağların durumu nasılmış, fiyatlar kaça çıkmış ve diğer dedikodular burada konuşuluyor, buradan ada sokaklarına dağılıyordu. Akşam olunca ise tüm ada sahile akıyordu. Ya iskele civarındaki kahvelerde yarenlik ediliyor, ya kale önündeki gezinti yerinde ‘çekirdek çıtlatılıyor’ ya da limana sıra sıra dizilmiş restoranlarda balık yiyip, kadeh tokuşturuluyordu.
Adanın konukları genellikle güneye bakan ‘süt liman’ koylarda denizin keyfini çıkartıyorlardı. Bu koylar buz gibi sularıyla meşhurdu. Onun için denize çığlıklar atılarak giriliyordu. Turkuvaza boyanmış kekik kokulu koyların birçoğu bakirdi. Sadece Ayazma koyunda, şemsiye ve şezlong servisi yapılıyordu. Bir de Ayazma’dan sonraki Sulubahçe koyunda bulunan plajda düzgün servis vardı.
Koyların sıralandığı güneyde deniz süt limandı ama ada rüzgarıyla meşhurdu. Zaten bu deli rüzgar anlatılmadan Bozcaada anlatılmış olmazdı. Kuzey batıdan kopup gelen serin poyraz adanın sevgilisi gibiydi. Bir hışımla gelir, koyların sularını soğutur, üzümleri ve insanları güneşin öfkesine karşı sarıp sarmalar, yaşamı daha yaşanılası kılardı. Poyraz olmazsa Bozcaada olmazdı. Adalılar son yıllarda bir de poyrazdan para kazanmaya başlamışlardı. Kuzeye bakan tepelere koydukları 17 tane rüzgar pervanesinin ürettiği elektriği, hem adanın ihtiyacı için kullanmaya, hem de üretim fazlasını karşı kıyıya satmaya başlamışlardı.
ÜZÜM VE ŞARAP
Bozcaada denilince en uzun anlatımı bağlara, üzüme ve şaraba ayırmak gerekiyor. Adanın şarapçılığı çok eskilere dayanıyordu. Geçen yüzyıllarda buraya yolu düşen bir çok gezgin, bu şaraplardan övgüyle bahsetmişlerdi. Örneğin Fransız Gezgin Tournefort şunları yazmıştı: ‘Adanın misket üzümlerinden yapılan ve levantın en lezzetli şarabı olan ada şarabıyla fazlasıyla ilgilendik. Skione ve Lesbos’un şaraplarına methiyeler düzerken bu şaraptan söz etmemiş olan eskileri hoş görmüyorum...’
Fransa elçisi Choisel-Gouffrier de kitabında ada şaraplarına geniş yer ayırmıştı: ‘Adada, Ege’deki adalar grubu içindeki en güzel şarap üretilir. Bu şarap 14-15 yıl saklanabilir. Bu zamandan sonra kırmızı rengini kaybedip beyazlaşır ama yine de tadını uzun süre korur. Tenedos’un Antikçağ’da da şarap açısından zengin olduğu anlaşılmaktadır. Belki de bu nedenledir ki eski paraların üzerinde bir üzüm salkımı görünmektedir...’
Adanın en meşhur üzümü, tadına doyum olmayan Çavuş’tu. Yüz yılık geçmişi olan bu üzüme, beklemeye tahammülü olmadığı için ‘prenses’ yakıştırması yapılıyordu. Şaraplık üzümler ise şöyle sıralanıyordu: Vasilaki (Altıntaş), Kuntra (Karasakız) ve Karalahna. Antik çağdan beri lezzetli şarapların damıtıldığı bu bağlar, bir ticaninin gazabına uğradı. 1956-1976 yıllarında adaya sürgüne gönderilen Kemal Pilavoğlu adlı bir gerici, ‘şarap haramdır’ diyerek çevresindeki cahil güruhu etkiledi ve yaklaşık 100 bin üzüm kütüğünün bakımsızlıktan yok olmasına neden oldu.
Uzun süreden beri adada şarap üreten Yunatçılar (1925), Talay (1949) ve Ataol (1927) firmaları son yıllarda, hem üzüm çeşitlerini ve şarap kalitesini artırabilmek için ciddi yatırımlar yapmışlardı. Aslında bu firmaların kurucuları işi başından beri sıkı tutsalardı, ada şarapları şimdi Türkiye’nin en aranan şarapları arasında yerini alabilirdi. Kendini ada üzümlerine adayan bir başka isimde ünlü mimar Reşit Soley’di. Eski Tekel fabrikasını alan Reşit Soley’in Corvus (Latince: Karga, kuzgun) adlı şaraphanesini gezince şaşırıp kaldım. Böylesine modern, böylesine bilimsel çalışılan bir şaraphaneyi, ne Türkiye’de ne de dünyanın birçok yerinde gördüm. Burada istense de kötü şarap üretilemeyeceğine inandım. Reşit Soley kendini ada üzümlerinin ıslahına adadığını söylüyordu. Daha doğrusu, ‘Dağılan mozaiği bir araya getirmeye çalışıyorum’ diyordu. Ayrıca modern bağlarına diktiği dünyanın önde gelen şaraplık üzümlerinin olgunlaşmasını da sabırla bekliyordu. Onun en büyük amacı, ürettiği şarapların bir gün, dünyanın ünlü şarap dergisi ‘Wine Spectetor’e kapak konusu olmasıydı. Eğer adaya yolunuz düşerse Corvus’a mutlaka uğramanızı öneririm.
Ben oradayken bağlarda yoğun bir faaliyet vardı. Üzümler kesiliyor, sıkılıyor, mayalanmak üzere dev tanklarda uykuya yatırılıyordu. Bağbozumu olur da şenliği eksik kalır mı!.. Ben oradayken paneller düzenlendi, Gilda Assa orkestrasının çaldığı çigan müzikleriyle sokaklarda dans edildi, Haluk Levent konseriyle şenliklere şenlik kattı.
LEZZET DURAKLARI
Bozcaada’da yeme-içme işine gelirsek; Adanın unutulmaya yüz tutan yemekleri diğer adalarda olduğu gibi ot ağırlıklıydı. Ada kadınları yabanıl otların uzmanı sayılıyordu. Onlar dere tepe dolaşıp, mantar, kuzukulağı, labada, yumurtaotu, ebegümeci, horozotu, gelincik, kuşkonmaz, şevketibostan, ısırgan ve hindibağ toplayıp, bunları lezzetli yemeklere dönüştürme ustasıydı. Sirke ve sarmısaklı börülce ve salamura yapraklara sarılan ‘çiğ dolma’ da adanın özel tatları arasında yer alıyordu. Hálá pişirilen geleneksel bir yemekte, salyangozlu bulgur pilavı ve patates yemeğiydi. Patatesli kalamar yahnisi de adalıların en sevdiği yemeklerin başında geliyordu. Bozcaada’daki lokantalarda yerel yemeklere pek rastlanmasa da lezzetli yemekler yemek mümkündü. Yeme-içme işi özellikle limanın çevresindeki balık restoranlarında gerçekleşiyordu. Ama Martı, Lodos ve Cez gibi değişik tatlar sunan restoranlarda da yemek mümkündü. Sezonu kapatırken keşfettiğim Cez restoranda yediğim yemeklerin damağımda bıraktığı tatlar beni çok mutlu etti. Kayrak vadisinde, denizi gören bir tepedeki kır lokantasını, ünlü tiyatro oyuncusu Cezmi Baskın ve eşi Çisel Hanım işletiyordu. Daha çok İtalyan mutfağından örnekler sunan lokantanın mönüsünde şu yemekler özellikle dikkatimi çekti: Fesleğenli makarna, cevizli makarna, şarapta pişmiş et, mortedellalı dana sarma, taş fırında dana böbrek yatağı. (Mevsimde rezervasyon için: 537-286 0010)
Bozcaada’ya, Polente Feneri’nin yanı başındaki yarların üstünden güneş batımını seyrederek veda ettim. Tabii, Ege’yi kızıla boyayarak denize gömülen güneşe, ada şaraplarıyla doldurduğum kadehi kaldırmayı ihmal etmedim.
Yüreğimin bir parçasını da Bozcaada’ya emanet ettim. Bu parçanın beni her yıl adaya çağıracağını çok iyi biliyorum.
(Daha fazla bilgi için: Bozcaada Kitabı- Prof. Dr. Haluk Şahin)
Yazının Devamını Oku