Kitap Fuarı için Frankfurt’a her yıl bir kere giderim. Benim gittiğimde kent sonbaharın en güzel renkleriyle makyajını yapar, süslenir, tüm güzelliklerini ortaya döker. Buna rağmen Frankfurt beni içine çekmez, sarıp sarmalayamaz nedense.
İstanbul Kitap Fuarı biter bitmez soluğu Frankfurt Kitap Fuarı’nda aldım. Bu beşinci kez gidişim olduğu için deneyimliydim. En rahat yürüyüş ayakkabılarımı giymiş, salonların sıcağına, dışarının yağmuruna ve soğuğuna karşı önlemlerimi almıştım. Önceki gelişlerimden, bu gezinin en zor gezilerimden biri olacağını biliyordum.
Kitap Fuarı, koca bir alana yayılmış, her biri bir futbol sahası büyüklüğündeki 9 salonda gerçekleştiriliyordu. Bu yıl fuara katılan 101 ülkeden 7200 yayınevi, ikişer katlı olan bu salonlarda, kendilerine ayrılmış büyüklü küçüklü bölümlerde, yazarlarını, kitaplarını tanıtıyor, onları bir başka ülkeye pazarlamaya çalışıyorlardı. Bu fuarda bizde olduğu gibi kitap satışı yoktu. Onun için koridorlarda koşuşturup duranlar yayınevi görevlileri, editörler, yazarlar, telif ajanlarıydı.
Yayınevleri konuklarına ikramda kusur etmiyorlardı. Kimi ülkesinin ünlü bir gıda maddesini, kimi şekerini, kimi posterini, kimi kalemini hediye ediyordu. Ama ikramların en gözde malzemesi şarap ve şampanyaydı. Randevular karşılıklı kadeh tokuşturarak başlıyordu genellikle. Onun için de koridorlarda yürüyenlerin yanakları kırmızı, neşeleri yerinde oluyordu. Fuara katılanlar, yemek işini binaların önündeki seyyar sosisçiler de hallediyorlardı. Bu lezzetli sosisleri yiyebilmek için kuyrukta bir süre beklemeyi göze almak gerekiyordu. Sosisini, birasını alanlar üstleri muşamba ile kaplı sıralarda hem karnını doyuruyor, hem de ayaklarının isyanını dindirmeye çalışıyorlardı.
Beş kere Frankfurt’a gittim ama, fuarı gezmekten kenti gezmeye zaman ayıramadım. Veya ayırmak içimden gelmedi. Bu kente ısınamadım. Frankfurt’u ‘benim kentlerim’ listesine bir türlü sokamadım. Frankfurt bende hep gri bir hava, çisil çisil yağan bir yağmuru çağrıştırdı. Aslında bu görünümün suçlusu kent değildi. Frankfurt’a hep aynı zaman diliminde, sonbaharın ortalarında gittiğim için, doğal olarak ıslak bir hava ile karşılaşıyordum. Yaz başında gitsem, güneşli günlerin ortasına düşeceğimi bilemiyordum.
RENGARENK SONBAHAR
Yağmur yüzünden sığındığım bir kahvenin buğulanmış camlarından bakarken, ‘Frankfurt’a haksızlık mı yapıyorum?’ diye kendime sordum. Kent bu mevsimde rengarenk makyajını yapıyor, süsleniyor, püsleniyor, tüm güzelliklerini sergiliyordu. Ama yine de benim gibi karmaşası bol kentleri sevenlere yaranamıyordu. Etrafını çevreleyen ormanlar bu mevsimde, ressamın renkleri karıştırdığı palete dönüşüyordu. Ağaçlar renkli yapraklarını takıştırıyor, ağaç dipleri sararmış, kızarmış yapraklarla örtülüyordu.
Bu kenti sevenlerden biri de Ahmet Haşim’di. Aslında ondan başkası da bu kenti uzun uzadıya yazmamıştı. Tedavi olmak için 1933 yılında Frankfurt’a giden şair, burası için yazdığı yazılarda hep sevecen cümleler kullanmıştı. Örneğin ‘Frankfurt Seyahatnamesi’nde sonbaharı şöyle anlatmıştı: ‘Orman yapraklarının bir kısmı yerleri kaplayan sonbahar çimenlerinin üstüne dökülmüş, bir kısmı da henüz dallarında idi. Fakat yerde ve daldaki yaprakların hepsi de kırmızı ve sarı idi. O kadar kırmızı ve o kadar sarı ki, güya büyük bir yangının alevleri ormanın her tarafını sarmış ve bütün ağaçlar büyük birer meşale halinde bu bulutlu sonbahar seması altında sessiz bir yanışla yanıyorlardı...’
Benim gördüğüm kadarı ile Frankfurt iki merkezli bir kentti. Birinci merkez alışveriş ağırlıklıydı. Ünlü mağaza Kaufhof’un etrafını çeviren bu merkezde yollar araç trafiğine kapatılmıştı. Lüks mağazalar, cafeler, restoranlar bu sokakların süsleriydi. Main Nehri’ne açılan caddelerin üstündeki Römerberg Meydanı eski evleri, kafeleri, ortadaki Adalet Heykeli ile bölgenin en ilginç mekanlarından biriydi. Vitrinler öylesine tahrik ediciydi ki, insan mağazanın önünde duraksamadan edemiyordu. Ahmet Haşim’e bakılırsa bu cazibe 72 yıl önce de aynıydı. Şair o zamanın vitrinlerini şöyle tarif ediyordu: ‘Büyük ve zengin camekanları, henüz elifini bilmediğimiz bir göz avlama sanatının zalim incelikleriyle düzeltilmiş mağazalar... Sabahın pembe aydınlığında parıl parıl parlayan kocaman billur camların arakasında adi bir meyve, çiğ bir biftek, bir cep defteri, bir halı, bir stilo, firuzeden bir bilezik veya pırlanta bir gerdanlığın korkunç cazibesiyle gözü çekiyor.’
Kentin diğer merkezi de, Hauptbahnhof’un (merkez gar) etrafıydı. Renkli gece hayatı arayanlar için garın etrafındaki sokaklar çeşitli olanaklar sunuyordu. Aslında bu merkezdeki görüntüler, tüm dünyadaki tren istasyonlarının çevresinde olduğu gibi düzen dışıydı. Bu da Frankfurtluların pek hoşuna gitmiyordu. Ama aynı ahali, merkezi süsleyen gökdelenleriyle çok övünüyordu. Hatta daha ileri gidip Frankfurt’a ‘Mainhattan’ diyerek onu New York’un Manhattan Adası’na bile benzetiyorlardı.
CAM, ÇELİK VE MERMER
Aslında Frankfurt’un sokaklarını süsleyen cam, çelik, mermer karışımı binalar, düzgün caddeler, burasının sürprizleri barındırmayan, aklı fikri işte ve parada olan sıkıcı bir kent olduğunun kanıtıydı. Sık sık görüşlerine başvurduğum Ahmet Haşim de, ‘Frankfurt Seyahatnamesi’nde bu düzenden şöyle yakınıyordu: ‘Yarabbi, bu şehirde ufak bir yıkıntı, küçük bir ihmal, yerine konulması unutulmuş bir taş, kapatılmamış bir çukur yok mu? Bu kusursuz hendese içinde insan nefes darlıkları duyuyor. Ruskin’in dediği gibi muhayyilenin mesut bir faaliyete girebilmesi için biraz harabe görmek de lazım...’
Frankfurtlular, yüksek binaları kadar bir de ünlü gezgin Rothschild’in ve Goethe’nin hemşerisi olmakla da övünüyordu. Goethe’nin bir zamanlar yaşadığı bina, turistlerin uğrak yerlerinin başında geliyordu. Tabii ki evin içinde, şairin Faust adlı eseri yazdığı üstü mürekkep lekeleriyle kaplı masa en ilgi çeken eşya oluyordu. Herkes bu lekeleri yakından görebilmek için birbirlerini omuzlamaktan kaçınmıyordu. Haşim, bu kutsal lekeleri şöyle anlatmıştı: ‘Bu hayran gözlerde lekeler, mürekkep lekesi değil, fakat bir ebedi lacivert semada namütenahi yıldız serpintileri idi.’
GECELER SÖNÜK
Frankfurt gece yaşamı olmayan bir kentti. Aslında tüm Alman kentleri -Berlin hariç- veya tüm orta ve kuzey Avrupa kentleri de böyleydi. Hafta arasında akşam yemeği genellikle 18.00 civarında yeniyor, biraz televizyon derken 22.00 civarında ışıklar sönüyordu. Gece yaşamı cuma, cumartesi akşamları biraz canlanıyordu. Sachsenhausen’ın dar sokaklarındaki barlar, restoranlar hafta sonları tıklım tıklım doluyor, hafta içi biriktirilen sıkıntılar burada fırlatıp atılıyordu.
Kentin damak tadına gelirsek; Frankfurt denince akla hemen, yanında patates salatası ve yaban turpu hardalıyla yenen Frankfurter denen sosis geliyordu. Kentin diğer bir yemeği de dereotlu patates çorbasıydı. Taze patates ile servis edilen Ringa balığı salamurası ise gözde tatlardan biriydi. Soğan, elma, defne yaprağı ve elma şarabı ile pişen lahananın eşlik ettiği domuz kotlet de masaların en aranan yemeklerinin başında geliyordu. Hemen hemen her yemeğin yanına, yedi çeşit yeşillikten yapılma yeşil sosla tatlandırılmış patates konuyordu. Yemekler genellikle, köy ekmeği eşliğinde yenen el yapımı bir köy peyniri ile başlıyor, mürdüm eriği peltesi ile yapılan bir pasta ile de son buluyordu. Tüm bu yemeklere ise Frankfurt’un ünlü elma şarabı eşlik ediyordu.
Kentte ayrıca bol bol dönerci, şiş kebapçı ve başta İtalyan olmak üzere önde gelen dünya mutfaklarından örnekleri de bulmak mümkündü.
Kenti anlatmaya ünlü şair Ahmet Haşim’le başladım, onun gözlemleri ile bitireceğim: ‘Frankfurt gecelerinin karanlığı kadar fakir bir karanlık bilmiyorum. Kahveler yeknesaktır, kabareler soğuk ve tenhadır. Varyete tiyatroları eğlencesizdir, dansingler tatsızdır, sinemalar ise lisan bilmeyen bir adam için bir takım ahmakça resimlerin birbirini izlediği bir sinir ve iç sıkıntısı yeridir...’
Benim bugünkü, Ahmet Haşim’in ise 72 yıl önceki izlenimleri böyle. Belki siz başka güzellikler yakalayabilirsiniz!..