Güneşi bulmak için gittiğim Bodrum da yağmurlu çıkınca rotayı değiştirip, arka yollardan sessiz ve ıssız yaz mekanlarını aşıp, Karaburun Yarımadası’na gittim. Nergisleri, sümbülleri, güneşin batışını seyrettim.
Kimsesiz lokantalarda, taze balıkların tadına baktım. Döndüm dolaştım, İstanbul’un kaosuyla bir kez daha kucaklaştım.
Geçen hafta, avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar Bodrum’dan aradı. Çoktandır sesi soluğu çıkmıyordu. Kuş gribini bahane edip, tüfeği duvara asmış. Artık oradan indirmeye de pek niyeti olmadığını söyledi. Bunca yılın avcısı, dereye tepeye çıkamayınca da sıkıntıdan patlamış, çareyi beni davet etmekte bulmuştu. Zeki’nin ettiği bir-iki kelime yollara düşmeme yetti de arttı bile: ‘Karda kışta İstanbul’da ne işin var. Burası hálá bahar. Hem de ıssız ve sessiz...’
Pendik’ten hızlı feribotla Yalova’ya geçip yola koyuldum. Kim bilir kaç kere gelip geçtiğim yollardı. Bulutlar yere inmiş, yağmur camları kırbaç gibi dövüyordu. Bu iç karartıcı havada, Bodrum’un güneşini düşlemekte zorlandım. Yağmura rağmen Karayolları vızır vızır çalışıyordu. Yolun büyük bölümü iki gidiş, iki gelişli otoyola dönüşmüştü bile. Sanırım bir yıla kadar, İstanbul-İzmir arasında tek şeritli yol kalmayacak.
Balıkesir’den sonra güneş ara sıra yüzünü göstermeye başladı. Işıkla beraber, yol kıyısındaki sonbahar renkleri de ortalığa döküldü. Sararmış, kızarmış meyve ağaçları, kavaklar, meşeler, kestaneler, renkli bir halı gibi çevreyi örtmüş üzüm bağları... Öğleye doğru Manisa girişindeki Örenay tesislerinde Manisa Kebabı için mola verdim. Aslında yola çıkarken programı yapmış, öğle yemeğinde burada olacak şekilde gazı ayarlamıştım.
İstanbul-Bodrum arası, ‘yol üstü lezzet durakları’ açısından oldukça zengin bir güzergahtır. Bursa’da İskender Kebabı daha yolculuğun başında insanı yakalar. Mustafa Kemal Paşa’da şerbeti akan tatlılar tahrik eder. Balıkesir’den hemen sonra Nizam Et Lokantası’nın, küçük acı tombul biberlerle yaptığı turşunun tadına doyum olmaz. Akhisar’da Ramiz’in köfteleri, Tire’de Kaplan Restoran’ın Tire köfteleri, üşenmeyip Salihli’ye doğru saparsanız meşhur odun köftesi, Aydın’ın çöp şişleri, Çine’de yan yana dizilmiş köftecilerden yükselen lezzetli kokular... Özetle ağız sulandıran bir güzergahtır.
İASOS YOLUNDA
Yolun sonunda yağmurlu bir Bodrum’la karşılaştım. Zeki, sanki suçlu kendisiymiş gibi, ‘özür dilerim’ dedi. Yağmura rağmen bir bütün gün yaz yorgunu kimsesiz koyları gezdik. Akşam marinanın barında kent kaçkınlarına kadeh kaldırdık. Sonra vakit geçirmeden ertesi gün Bodrum’u yağmurla baş başa bırakıp, Karaburun’a doğru yola çıkmaya karar verdik.
Mümkün olduğunca ara yollardan gidecektik. Bir rota çizip, gaza bastık. İlk duraklamayı İasos sapağına gelmeden yaptık. Yolun kıyısındaki büyükçe bir su birikintisinde cilveleşen pelikanların görüntüsü çok cazipti. Onların fotoğrafını çekip, Kıyıkışlacık’a doğru saptık. Ormanların arasından ine çıka, kıvrıla kıvrıla giden bir yoldu. İasos’ta önce akropol tepesindeki buluntuları gezdik. Kaynaklar buradaki yerleşimin MÖ 2000 yıllarına dayandığını belirtiyordu. Aslında İasos MÖ 5’inci yüzyılda Delos Birliği’nin önemli bir kentiydi. Topraklarında Persleri, Mısırlıları, Suriyelileri, Rodosluları Romalıları konuk etmişti. Kent, 14. yüzyılda Türklerin eline geçmiş ve o tarihten sonra da yok olup gitmişti.
Harabeleri gezip limana indik. İki balıkçı ağlarını ayıklıyordu. Baktım pek bir şey çıkmamıştı: Bir iki çipura, birkaç kaya barbunyası, mercan... Kıyıkışlacık’ın sokaklarında kimsecikler yoktu. Çevre sitelerdeki yazlıkçılar gidince köyün üstüne koyu bir sonbahar sessizliği çöreklenmişti. Nar ağaçlarını, yaşlı çınarları, salkım söğütleri, mandalina bahçelerini, zeytinlikleri geride bırakıp Akbük istikametine giden orman yoluna saptık.
Gürçamlar, Kazıklı köylerini geçtik. Akbük’ün sahilinde bir solukluk durup, yazlıkçılarını yolcu etmiş kumsalın ve denizin huzurlu sessizliğini seyrettik. Söke Ovası’ndan da el etek çekilmişti. Mevsimlik işçiler çadırlarını toplayıp gitmişler, çiftçiler kendilerini tembelliğin kollarına atmışlardı. Söke’ye saptık. Buranın tatlı maya ile yapılan ekmeği meşhurdur. Özellikle kahvaltıda tadına doyum olmaz. Fırını kapalı görünce hevesimiz kursağımızda kaldı.
KIYI KIYI KARABURUN
Kuşadası’na 10 kilometre kala çok katlı binalar göründü. Sonra binalar ormana döndü. Bir zamanların şirin sahil kasabası, şimdi koca bir kent olmuştu. Bir acele geçip gittik. Seferihisar’da mandalina ağaçlarının dalları turuncu toplarla süslenmişti sanki. Bahçeleri koklaya koklaya sahile, Ceneviz Kalesi’nin duvarlarının arkasına saklanmış Sığacık Limanı’na çıktık. Bu liman Helenistik dönemde meydana gelen en önemli deniz savaşlarından birine sahne olmuştu. Arabayı bir kenara park edip, dar sokaklarda, limanın kıyısında dolaşıp, tekrar yola koyulduk. İnşaatçıların gazabına uğrayan Teos antik kentini de selamladıktan sonra, Urla’dan Karaburun Yarımadası’na girdik.
Virajlı yolda giderken bir de baktım ki, yarımada nergisler ve sümbüllerle kaplanmış, çiçek bahçesine dönmüştü. Önümüze önce Gülbahçe Köyü çıktı. Buranın içme suyu çok meşhurmuş. Bir zamanlar deve sırtlarına bağlanan damacanalarla, buradan İstanbul’a saraya su gidermiş. Sonra Karapınar Köyü göründü. Yol, denize sürtünerek ilerliyordu. Karşıdan, Foça’dan kopup gelen beyaz köpüklü dalgalar sahili dövüp duruyordu. Yol bir tepeye tırmandı ve Balıklıova tüm güzelliği ile gözler önüne serildi. Bu arada güneş bulutların arasından, yarımadanın üstüne ışıklarını fırlatmaya başladı.
Egeli yeme-içme ustası Nedim Atilla, Balıklıova’da Garip’in Yeri’ni önermişti. Denizin üstünde mütevazı bir restorandı. Garip bizi kapının önündeki buzluğa götürüp balıkları seçtirdi: Biraz barbunya tava, birer karagöz, kalamar tava. İçeceğimizi sordu söyledik. Garip, çarptı böldü, hesabı söyledi. İtiraz ettik, tabağa birkaç barbunya daha ilave etti. Salata, su ekmek, birkaç küçük meze müessesedenmiş. Kaç lira ödeyeceğimizi öğrenip, masaya oturduk.
ROMANTİK MORDOĞAN
Mordoğan benim için Türkiye’deki en romantik mekan isimlerinden biridir. Bu adı duyunca aklıma akşam güneşinde morarmış dağlar, mor sümbüller, begonviller gelir. Bu gidişimde biraz düş kırıklığı yaşadığımı itiraf etmeliyim. Köyün her yanını istila eden yazlık siteler, bu muhteşem adın çağrıştırdığı romantizmi gölgelemişti. Piri Reis ‘Kitab-ı Bahriye’de buradan ‘Emirdoğan’ diye bahsediyordu. Bu ad, buraya yerleşen bir yörük kolundan geliyordu. Sonraları Emirdoğan, Mordoğan’a dönüşmüştü.
Sonra Kaynarpınar ve İnecik önümüze çıktı. İnecik’in tabelası o kadar güzeldi ki, yoldan çıkıp tepeye tırmandık. Köy taş evleri, zeytinlikleri, bağları ile bir İtalyan köyünü anımsatıyordu.
Karaburun’a vardığımızda vakit daha erken olmasına rağmen güneş, yarımadanın ortasında yükselen Aladağ’ın arkasına saklanmış, hava kararmıştı. Önce limanı gezdik. Cami, bir lokanta, tepede yazlıkçı evleri ve kalacağımız otelle çevrilmişti. Asıl Karaburun Köyü tepedeydi. Buraya göç eden İzmirli Rumlarla birlikte, köyün çehresi değişmişti. Rumlara özenen yerli halk da derme çatma evlerini yıkıp, Rumlar gibi büyük taş evler inşa etmişlerdi.
Aladağ’ın güneşi saklamasına sinirlenmiştim. Aklımda fikrimde Karaburun’dan Sakız Adası’na doğru güneşi batırmak vardı. Dağın eteklerinde gaza basıp, burunları dönmeye başladım: Büyükliman, Haseki, Sarpıncık... Zirveye yakın bir yerde, düşlediğim manzarayı buldum; güneş bir buluta asılmış, Sakız’ın arkasına doğru iniyordu. Tepesine çöreklendiğim Aladağ, eski Yunanlılar arasında Mimas olarak biliniyordu ve heybetiyle tüm Ege’ye ün salmıştı. Homeros Odyssei’da ondan ‘rüzgara açık Mimas’ diye söz ediyordu. Antik dönem ilahilerinden birinde de şöyle anılıyordu: ‘Khios, adaların en şaşaalısı ve yalçın Mimas ve Korykos’un tepeleri...’
Güneş, Sakız’ı mora boyadı, sular menekşelendi, kuşlar esmer yüzlü akşamdan kaçtı. Karşımda her türlü hayale açık bir manzara duruyordu. Aladağ iyice kararınca otele döndük.
O akşam huzur içinde uyudum. Ertesi gün, Karaburun’un kızılçam ormanlarına, kekik kokan çalılarına, nergislerine, sümbüllerine avcı arkadaşım Zeki’ye veda edip, İstanbul’un yolunu tuttum. Yolda Karaburun’a doyamadığımı fark ettim.