Yazın geride bıraktığı bir günde Boğaz’ı zikzaklar çizerek dolaşan bir vapura bindim. Hem iki yakayı denizin ortasından seyrettim, hem de anılara doğru yolculuk yaptım. Hem çok ucuz, hem de çok keyifli bir gün geçirdim.
Gazeteler Cağaloğlu’ndan taşındığından beri, Boğaz seferi yapan vapurlarla ilişkim zayıfladı. Onlara binmez oldum artık. Halbuki gençlik yaşlarımın vazgeçilmez araçlarıydı. Ortaköy’den sabahları elimde sıcak bir poğaça ile binip, kıyı kıyı Eminönü’ne gelir, oradan yokuşu tırmanıp, nefes nefese gazeteye varırdım. Akşamüstü olunca da aynı yoldan bir koşu aşağıya iner, 18.35 vapurunun kıç tarafında yerimi alırdım. Burada hep birbirini tanıyanlar toplanırdı. Çantalardan çay bardakları, kağıda sarılı Yeni Rakı şişeleri, mezeler çıkar, Boğaz seferi demlene demlene sürüp giderdi. Eğer sohbet ve içki bitmemişse inilecek iskele es geçilir, bir sonrakinde inilirdi.
Ben ve arkadaşlarım bu rakı sohbetlerine pek katılmazdık. Bu alem, bizden bir kuşak öncekilerin işiydi. Biz Bebek iskelesinde iner, ya Şadırvan’da ya da Bebek Oteli’nin o eşsiz barında bir, iki kadeh parlatıp, oradan dağılırdık. Bazı akşamlar keyfe gelip, Rumelihisarı’ndaki veya Arnavutköy’deki balık lokantalarında geceyi uzatırdık.
O zamanlar bu Boğaz vapurları zikzaklar çizerek her iki yakadaki tüm iskelelere uğrarlardı. Boğaz iskelelerinin güzelliği dillere destandı. Herkes kendi semtinin iskelesini öve öve bitiremezdi. Ünlü yazar Selim İleri onları şöyle tanımlıyordu: ‘Boğaziçi iskeleleri artık birer küçük yalı inceliğindeydi. Hemen hepsi ahşaptı. Beyaz ve lacivert yağlıboyalarıyla bayram için bahriyeli çocuk kıyafetine bürünmüş görünürlerdi. Denize kavuştuklarında yosunlar yosun yeşili, midyeler sedefli sedefli parlardı...’
Bu iskelelerden çoğu yok artık. Bazıları lokanta oldu, bazıları yıkıldı. Onun için Boğaz vapurları şimdi eskisi gibi zikzaklar çizmeden gidiyor.
Geçenlerde bu Boğaz vapurları yine aklıma geldi. Hem etrafı seyretmek hem de anıları tazelemek için bir öğleden sonra Eminönü’nden kalkan vapura bindim. Yolcuların çoğunluğu Japon turistlerdi. Gördüğüm kadarı ile Japonlar fotoğraf makinelerini bir kenara atmış, cep telefonlarıyla görüntü avına çıkmışlardı. Vapur, önce Beşiktaş’a, sonra Kanlıca’ya, oradan Yeniköy, Sarıyer, Rumeli Kavağı’na uğrayacak, sonra Anadolu Kavağı’nda bir süre bekleyip yolcuları aynı yoldan geri döndürecekti.
SİMİTÇİ MARTILAR
Yolcularla birlikte martılar da vapurun etrafında yerlerini almışlardı. Onlar yıllardan beri olduğu gibi simit peşindeydiler. Atılan simitleri kapa kapa bir süre vapurun peşinden gelecek, daha sonra geri dönüp başka bir vapurun peşine takılacaklardı. Bıkmak usanmak bilmedikleri bir karın doyurma oyunuydu bu. Üst taraftaki sıraları erkenci turistler doldurduğu için, alt tarafta yana oturdum. Aslında oturduğum yer, bu tür seyretme yolculukları için pek uygun değildi. Çünkü buradan Boğaz’ın sadece bir yakasını görüp, oranın fotoğraflarını çekmek mümkündü. Ayrıca bu mevsimde yan taraf biraz üşütüyordu. Eğer böyle bir yolculuğa niyetlenirseniz, vapura biraz erken gidip, üst katta, her iki tarafı gören bir yeri kapmanızı öneririm.
Karşımda bildiğim görüntüler duruyordu. Galata Kulesi her zamanki gibi İstanbul’a tepeden bakıyordu. Köprünün üstüne sıralanmış balıkçıların aklı fikri oltanın ucundaki iğnelere takılmıştı. Rıhtıma bağlanmış turist gemileri, İstanbul sokaklarında anı toplayan yolcularının dönmesini bekliyorlardı.
Vapur hareket edince yerimi bir turiste terk edip, kıç tarafa geçtim ve halat bağlanan bir babanın üstüne oturdum. İlk gözüme çarpan İstanbul’un değişmez görüntüsü Kız Kulesi oldu. Dilimli barok kubbesi, tepesinden hiç eksik olmayan bayrağı ve öyküleriyle asırlardan beri Boğaz girişini süslemeyi sürdürüyordu. Dinginlikten hoşlanan kule sanırım bugünlerde gürültüden çıldırıyordu. Çünkü iki yaka arasındaki tüp geçit için denizin altında tünel açan dev vinç, hemen onun yanı başına park etmiş, homurdanıp duruyordu. Kız Kulesi’nin hemen arkasında önce Üsküdar göründü. O da Boğaz’ın başlangıcını elinde tutmanın, İstanbul’un ilk yerleşim yerlerinden biri olmanın gururunu hiç saklamıyordu. Ne de olsa antik dönemin ‘Altın Şehri’ydi. Üsküdar da değişime direnememişti. Sırtını verdiği bağlı bahçeli tepelerdeki bir iki katlı ahşap evler, yerlerini gelişi güzel yapılmış özensiz apartmanlara terk etmişlerdi. Bahçeler, bağlar zaten uzun yıllar önce yok olup gitmişlerdi. Sadece Sinan’ın eseri Mihrimah Sultan Camii ile Şemsi Paşa Camii, eskinin mirasçısı görüntüler olarak bugüne kalmışlardı.
Çamlıca tepeleri ise bir anten ormanına dönüşmüştü. Binalar, kanserli hücre gibi o güzelim yeşil tepeleri kemirip yok etmişti. Halbuki bundan elli yıl öncesine kadar Boğaz tepeleri, ulu ağaçların süslediği korularla kaplıydı. Çınarlar, kestaneler, dişbudaklar, karaağaçlar, ıhlamurlar... Bu ağaçlar yok olunca, onların dallarına sığınıp, tüm Boğaz’ı ötüşleriyle şenlendiren kuşlar da çekti gitti. Çalı bülbülleri, sakalar, isketeler, fluryalar, baştankaralar, ağaçkakanlar, çavuşkuşları... Kaçımız bu kuşları gördü, kaçımız onların ötüşlerini dinledi?..
Sol tarafta önce İstanbul Modern gözüme çarptı. Bir yarışma olsa, dünyanın en güzel manzaralı müzesi seçilirdi sanırım. Binanın hem içinde hem dışında bir görsel şölen sunuluyordu ziyaretçilere. Sonra tepelerde üst üste bir Cihangir görüntüye girdi. Bu semt adını Kanuni Sultan Süleyman ile Hürrem Sultan’ın küçük oğulları Şehzade Cihangir’den almıştı. Cihangir evlerinin kaptan köşkünü andıran balkonlarından, Boğaz’ın görüntüsünün muhteşem olduğunu biliyordum. Ama Boğaz’dan bakınca Cihangir hiç de güzel görünmüyordu. Omuz omuza vermiş, bir sürü çirkin bina yığınıydı manzarayı oluşturan. Bu söylediklerime bilmem Selim İleri kızar mı? Çünkü o yaşamının bir bölümünün geçtiği bu semti ve bu apartmanları çok severdi. Bu sevgiyi şöyle anlatmıştı: ‘Cihangir apartmanlarını çok severim. Hepsi kararık yüzlüdür, gelgelelim hepsinde bir yuva, ocak duygusu duyumsanır...’
Cihangir’e bakarken gözlerim romanlara konu olmuş Ege Bahçesi’ni boşuna aradı durdu. O da kayıplar listesindeki yerini çoktan almıştı. ‘Yıldızlar Altında İstanbul’ adlı kitabında bu parkı anlatan satırları yazarken Selim İleri’nin gözleri yaşarmış mıydı acaba? ‘Ege Bahçesi vardı. Şimdi yerinde yeller esiyor. Şimdi orası bir bar. O köpüklü bira pek ender olarak beyler tarafından içilir, hanımlar içmezlerdi. İçen hanımlar çıkarsa da, onlar semtimizin yabancıları, Ege Bahçesi’ne şöyle bir uğrayıvermiş hanımlardı...’
Cihangir bittince Gümüşsuyu görüntüye girdi. Park Oteli’nin yarım kalmış inşaatı güzelim semtin ortasında bir çürük diş gibi duruyordu. Bir başka çirkinlik abidesi de, Dolmabahçe Sarayı’nın tam arkasından gökyüzünü tırmalayan Gökkafes’ti. Bu çirkin binanın bulunduğu vadinin geçmişini merak ediyorsanız, sizi Julia Pardoe’nun 1835 yılında yazdığı satırlarla başbaşa bırakıyorum: ‘Meyve ağaçlarıyla örtülü Dolmabahçe vadisine, denize yakın tepeden dik bir yokuşla iniliyor. Ağaçların kokulu çiçekleri tam da güzelliklerinin doruğundaydı ve rengarenk yapraklarını rüzgarla havaya savuruyorlardı... Servi ormanı bütün sevimliliği ile gülen Boğaz’a doğru karanlık bir gölge gibi iniyordu...’
Bunları düşündükçe, çıktığım keyif gezisinin ‘eskiye övgü, yeniye eleştiri’ gezisine dönüştüğünü gördüm, üzüldüm. Ama artık geri dönmek olmaz, yola çıktık bir kere!..
Sonra saat kulesi, ardından Dolmabahçe Sarayı göründü. Halikarnas Balıkçısı bir yazısında bu sarayın, Knidos antik kentinden sökülüp getirilen mermerlerle yapıldığını yazmıştı. Bu iddia doğru muydu acaba? Ben bunları düşünürken vapur Beşiktaş iskelesine halat veriyordu. Ben semtlerin isimlerinin ne anlama geldiğini çok merak ederim. Beşiktaş için de bazı bilgilere ulaşmıştım. Aklıma yatan söylencelerden biri de şu olmuştu: ‘Hızır Hayrettin Paşa gemilerini bağlamak için bu sahile beş tane direk diktirmişti. Bunun için buraya Beştaş adı verildi. Daha sonra bu ad değişikliğe uğrayarak Beşiktaş’a dönüştü...’
BEŞİKTAŞ ANILARI
Beşiktaş’la ilgili anılarıma bir başlarsam, bitirmek bilemem; Yıldız Yokuşu’ndan nasıl kaykaylarla indiğimi, pazar içindeki sinemaları, balıkçı Erdoğan’ı, yüksek tavanlı meyhaneyi, Beşiktaş Kız Lisesi önünde beklemeleri, öğrenci kavgalarını... Onun için Beşiktaş’ın şairi Behçet Necatigil’in bir dörtlüğü ile geçiştireceğim:
‘Beşiktaş’ta Barbaros
Meydanı
Sağı anıt, solu türbe
Ortası kare şeklinde,
Parkıdır yoksulların
Bilhassa yaz ayları.’
Vapur, Üsküdar’a sefer yapan dolmuş motorlarının arasından geçip Boğaz’a doğru yoluna devam etti. Gevezelik yüzünden daha yolun yarısına gelmeden sayfadaki yerim bitti. Diğer iskeleler ve Boğaz’ın en güzel anıları haftaya kaldı.
DÜZELTME
İspanya’da yaşayan Özgür Kaprol adlı okurum geçen haftaki yazımda, İspanyol şaraplarını sıralarken hata yaptığım konusunda beni uyardı. Doğrusu şöyle olacakmış: Joven (genç şarap), Crianza, Reserva ve Gran Reserva. Yanlışımdan dolayı özür dilerim.
BOĞAZ’IN SOSYAL DOKUSU
‘Tophane ile Beşiktaş arasındaki sahil devlet ricalinin yalılarına ve has bahçelere ayrılmıştır. Beşiktaş, Ortaköy, Kuruçeşme sahillerinde sultan ve vezir yalıları vardır. Arnavutköyü’nde gayrimüslimler, Bebek’te Babıáli, Rumelihisarı’nda ilim adamları, Emirgan ve ve İstinye’de yüksek kısımdan Türkler oturmaktadır. Yeniköy, Tarabya ve Büyükdere’de daha ziyade yabancılar yaşar. Tarabya ile Yeniköy arasında ticaretle uğraşan zengin Rumlar, Avrupalı devletlerin sefarethaneleri ve Fransız tüccarların yalıları mevcuttur. Kireçburnu ile Büyükdere arasında tercümanlar ile Rum tüccarların yalıları bulunmaktadır. Sarıyer’de orta halli Türkler oturur. Beylerbeyi’nde Hıristiyanlar oturtulmamış, daha çok din ve ilim adamları yerleştirilmiştir.
Anadolu yakasında ise emekliler, görevden azledilmiş kadılar, şeyhülislamlar, hekimbaşları ve diğer İstanbullu varlıklı aileler ile alt kademelerdeki görevlilerin yalıları seyrek düzende kıyıda yer alır.’