Bu yıl kısmetim bağlardan yana çok açıktı. Önce Saros’taki Sarafin bağları, ardından Bozcaada’da bağbozumu, son olarak İspanya’nın ünlü Rioja bölgesi...
Sıra sıra bağlar, salkım salkım üzümler, dev çelik tanklar, karanlık köşelerde saklanmış içi şarap dolu fıçılar... Tüm bu geziler üst üste gelince de yeme ve içmenin ölçüsü kaçtı. Şimdi bu ölçüyü yeniden tutturmanın peşindeyim.
Üyesi olduğum Şarap Dostları Derneği, bu yılki gezi konusunu İspanyol Şarapları’na ayırmıştı. Club Turizm’in organize ettiği gezi, üzüm bağlarıyla ünlü Yukarı Rioja’da (Rioja Alta) gerçekleşecekti. Geziye katılan Şarap Dostlarıyla birlikte uzun bir yolculuktan sonra (İstanbul-Frankfurt-Bilbao oradan otobüsle bölgenin merkezi Logrono) Rioja Alta’ya vardık.
Bölgede kaldığım üç gün boyunca, bağların arasından kıvrıla kıvrıla giden yollarda dura kalka gittim geldim. İngilizce’yi İspanyolca gibi konuşan rehberimizin kelimelerinin ne anlama geldiğini zor da olsa çözümleyip, bölge şarapçılığı konusunda bilgi sahibi oldum. Rioja bölgesini üzümle Romalılar tanıştırmıştı. 16. yüzyıldan itibaren buradan Fransa ve İtalya’ya şarap satımı başlamıştı.
İspanyol şaraplarıyla ilişkilerim nedense zayıftır. Bazılarının yaptığı, ‘yoğun gövdeli, zengin aromalı’ tanımlamalarına çoğunlukla katılmam -Vega Sicilia hariç-. Üzümle bu kadar iç içe olan İspanya’nın, şarapçılık konusunda neden hep Fransa’nın ve İtalya’nın gerisinde kaldığını merak edip dururum. Rioja’ya yaptığım bu ikinci gezide yanıta sanırım biraz daha yaklaştım. Bence burada suçlu, bölgenin yüzde 74’üne ekilen Tempranillo adlı üzümdü. Siyaha yakın renkte küçük taneli bu üzüm, İspanyolların gurur kaynağı idi. Üstüne toz kondurmuyorlar, tüm yatırımları onun için yapıyorlardı. Rioja bölgesi şaraplarında başrolü bu üzüm oynuyor, ona az miktarda yine bölgenin üzümü olan kırmızı Garnacha, Mazuelo veya Graciano karıştırılıyordu. Tüm bu gayretler sonunda ise ortalama bir şarap elde ediliyordu.
Bölgede yabancı kökenli üzümler adeta aforoz edilmişti. İspanya’nın en büyük şaraphanelerinden biri olan Marques de Riscal’de, tattığım şaraplardan bir tanesinin tadının bölge şaraplarına benzemediğini, daha gövdeli olduğunu fark ettim. Tadım görevlisi bunun nedeninin, Tempranillo’nun içine yüzde 20 oranında katılan Cabarnet Savignon üzümü olduğunu söyledi. Bu yabancı üzüm, İspanyolların gururuna hem tat hem de gövde katmıştı. O zaman İspanyol şaraplarının dünya piyasalarında pek ün yapmamasının sebebini, milliyetçilik duygularının ağır basmasına bağladım.
Rioja bölgesinde şaraplar kadar mimarlar da kalite yarıştırmıştı. Bağların bir köşesinde yer alan bodegalar (şaraphaneler), estetik açıdan hayranlık uyandıracak görüntüdeydi. Bağ sahipleri binalar için hiçbir masraftan kaçınmamışlardı.
FANTASTİK OTEL
Beni en çok etkileyen bodega, Elciego’daki 150 yıllık Marques De Riscal oldu. Tarihi binalar olduğu gibi korunmuş, içleri ise modern üretim araç gereçleriyle donanmıştı. Şaraphane’nin hemen bitişiğine ise fantastik bir otel inşa ediliyordu. Binayı Bilbao’daki ünlü Guggenheim Müzesi’nin mimar Frank O. Gehry dizayn etmişti. Zaman ötesi otelin dış cephesinde taş ve titanyum kullanılmıştı. 2006 yılının başında açılacak olan otelde (marquesderiscal@luxurycollection.com) lüks odaların yanı sıra, birinde bölgenin ilk Michelin yıldızını almış olan Francis Paniego’nun şefliğini yapacağı iki gurme restoran, golf sahası, şarap kütüphanesi, tadım salonları, şarap kursları, şarap kaplıcası gibi üniteler de yer alacaktı.
Bağ ve şaraphane gezilerinden arta kalan zamanımı, tepelerin zirvesindeki tarihi kasabalarda geçiriyordum. Bunlardan beni en çok etkileyenler Viana ve La Guardia oldu. Daracık sokakları, eski taş evleri, kırmızı çarliston biber kurutulan pencereleri, küçük balkonları süsleyen sardunyaları ve evlerin arasına gerilmiş iplerin üstünde rüzgarla oynaşan rengarenk çamaşırları ile insanı sımsıcak kucaklayan kasabalardı.
Yazının şarap kısmını kısa bir bilgi ile bitirmek istiyorum: Riajo şarapları çoğunlukla fıçılarda yaşlandırılıyordu. Fıçıda kalış süresi şişelerdeki etiketlerde belirtiliyordu. Buna göre bir yılını fıçıda, üç yılını şişede geçiren şarap ‘Crianza’, bir yılını şişede 4 yılını şişede geçiren ‘Gran Reserva’, iki yılını fıçıda, üç yılını şişede geçiren şaraplar ise ‘Vintage’ olarak adlandırılıyordu.
KUZEYDEKİ KENTLER
Kaldığım otel Yukarı Rioja’nın başkenti Logrono’daydı. Salkım söğütlerin süslediği Ebro nehrinin kıyısındaki kendi halindeki bu kentin, modern bölümlerinde anlatılacak kayda değer bir görüntü yoktu. Tüm güzellikler, genişçe bir meydanın etrafında gelişmiş olan eski kentte toplanmıştı. Barok bir katedral, 16. yüzyıldan beri kullanılan parlamento binası, ön yüzleri cumbalı 3-4 katlı evler, daracık sokaklar, çeşit çeşit pinços (tapas) ve bardakta serin crianza şarabı sunan barlar, plastik iskemleli kahveler, koşuşturan çocuklar ve tekerlekli iskemlelerinde, birilerin yardımıyla meydandaki hareketin tadını çıkartan yaşlılar... Bütün Akdeniz’de olduğu gibi, Logrono’da da yaşam geç saatte başlıyor, renkleniyor ve neşeleniyordu.
Rioja’daki şarap turu bitince grup kuzeye, Biskayn Körfezi’ndeki San Sebastian kentine yöneldi. Adını film festivallerinden duyduğum San Sabestian’ı önce bir tepeden gördüm. Deniz kabuğu şeklindeki limanın kıyısına sıralanan birbirinden şık evler insanı hoş düşler kurmaya itiyordu. Limanın girişindeki Santa Clara adındaki küçük ada, okyanusun öfkesine siper oluyor, beyaz köpüklü soğuk dalgaların limanı örselemesini engelliyordu. Sonra tepeden inip, caddeleri otobüsün buğulu penceresinden seyrettim. Şık mağazalar, denizle kucaklaşmış şık restoranlar, kıyı kahveleri, şık oteller, palmiyelerin gölgesine sığınmış yazlık malikaneler, saray görüntüsündeki evler, güzel kadınlar, yakışıklı erkeklerle San Sebastian’ın gözde bir sayfiye kenti olduğunu belli ediyordu.
Daha sonra kara bulutların peşine takılıp dere tepe aşarak, Bask’ın en büyük kentlerinden biri olan Bilbao’ya gittik. Yağmur izin vermediği için bu kenti köşe bucak dolaşamadım. Böylesine önemli kenti tanımaya yarım günün yetmeyeceğini bildiğim için, vaktimin çoğunu kentin kültür mücevheri Guggenheim Müzesi’nin salonlarında geçirdim.
JAMONSUZ OLMAZ
Bölgenin yiyecekleri faslını yazının finaline bıraktım. İspanya ve özellikle Bask bölgesi denince aklıma hemen Jamon (Hamon) geliyordu. Jamon, İspanyolların gururuydu ve onlara göre dünyada ondan daha lezzetli bir şey yoktu. İspanyol erkekleri, güzel bir kadına laf atarken bile, onların Jamon kadar güzel ve ağız sulandırıcı olduklarını vurguluyorlardı. Damak çatlatacak kadar lezzetli olan bu jambon, iste kurutularak yapılıyordu. Rioja bölgesinin bir diğer vazgeçilmez yemeği de, sosis ve domuz etiyle pişirilen kuru fasulyeydi. Bu yemekte kullanılan La Granja fasulyesinin, dünyanın en lezzetli fasulyesi olduğu ileri sürülüyordu. Et yahnisi, deniz mahsulleri, balık ve av etleri de bölge mutfağının vazgeçilmezleri arasında yer alıyordu. Küçük enginar, kuşkonmaz ve acı kırmızı çarliston biberinden yapılan soslar da damaklarda unutulmaz tatlar bırakıyordu. Tüm İspanya’da olduğu gibi burada da Pinços (tapas) denen, küçük sandviçlerle yapılan mezeler de yemek tercihlerinin başında yer alıyordu. Birçok çeşit peyniri vardı ama benim favorim her seferinde yıllanmış Mançego olmuştu.
Eğer bayram tatilinde kısa bir kaçamak yapmak isterseniz, tüm Rioja’nın bu mevsimde kızarmış üzüm yapraklarından oluşan bir halı ile kaplandığını belirtirim.