Bozcaada, çiçeklerle süslü daracık sokaklarını, yaz sıcağını kovalayan rüzgarını, suları buz gibi olan turkuvaz koylarını, antikçağdan beri salkım salkım üzüm veren bağlarını, iyi insanlarını, lezzetli yemekler sunan lokantalarını ve seyretmeye doyum olmayan güneş batımını gösterebilmek için sizleri bekliyor.
Bağbozumunu izlemek ve yaz tatiline nokta koymak için geldiğim Bozcaada’yı anlatabilmek için, öncelikle çok eskilere gitmek lazım. Örneğin Troya Savaşı’nın kaderinin Ayazma Plajı’nda çizildiğini, ünlü tahta atı Troya’da bırakan Yunan donanmasının burada saklandığını, Odysseus ve arkadaşlarının karşı kıyıdan yükselecek olan dumanlı işareti burada beklediklerini, Troya’nın cayır cayır yanışının en iyi Bozcaada’dan seyredildiğinin bilinmesi gerekir.
Savaşlara yataklık etmek, demek ki taa o zamanlarda Bozcaada’nın kaderine yazılmıştı. Çanakkale Savaşı’nda da, tıpkı 3 bin yıl öncesinde olduğu gibi Anadolu’ya saldıran donanmanın üssü olarak kullanılmıştı.
Geçmişte bu kadar takılıp kalırsak bugüne gelmekte zorlanırız. Onun için geçmişi tarih kitaplarında bırakıp adanın bugününe döneceğim.
Adanın daracık sokakları ve beyaz badanalı taş evleri, zakkum, begonvil, ağaç minaresi, boru çiçekleri, akşam sefaları, hatmi çiçekleriyle sarılmış, allı yeşilli süslenmişti. Son geldiğimden bu yana (beş yıl önce), sokaklar olduğu gibi kalmış, hatta yapılan restorasyonlarla biraz daha güzelleşmişti. Konaklama olanakları da fazlalaşmıştı. Birbirinden güzel pansiyon ve oteller, konuklarını rahat ettirme yarışına girmişlerdi adeta. Ben, Rengigül Pansiyon’da kaldım (286- 697 8171). Almanya’dan emekli olan ada aşığı pedagog Özcan Hanım, 1876 yapımı bir Rum evini onartmış, resimler, porselenler, heykeller, kitaplar, fotoğraflar ve eski eşyalarla süsleyip püslemiş, ortaya çok şirin bir pansiyon çıkarmıştı.
ÇIĞLIK ÇIĞLIĞA
İskele’ye giden yolun başındaki Çınaraltı Kahvesi, adanın sanki istihbarat merkeziydi. Adaya kim gelmiş, kim gitmiş, üzümün rekoltesi ne olmuş, bağların durumu nasılmış, fiyatlar kaça çıkmış ve diğer dedikodular burada konuşuluyor, buradan ada sokaklarına dağılıyordu. Akşam olunca ise tüm ada sahile akıyordu. Ya iskele civarındaki kahvelerde yarenlik ediliyor, ya kale önündeki gezinti yerinde ‘çekirdek çıtlatılıyor’ ya da limana sıra sıra dizilmiş restoranlarda balık yiyip, kadeh tokuşturuluyordu.
Adanın konukları genellikle güneye bakan ‘süt liman’ koylarda denizin keyfini çıkartıyorlardı. Bu koylar buz gibi sularıyla meşhurdu. Onun için denize çığlıklar atılarak giriliyordu. Turkuvaza boyanmış kekik kokulu koyların birçoğu bakirdi. Sadece Ayazma koyunda, şemsiye ve şezlong servisi yapılıyordu. Bir de Ayazma’dan sonraki Sulubahçe koyunda bulunan plajda düzgün servis vardı.
Koyların sıralandığı güneyde deniz süt limandı ama ada rüzgarıyla meşhurdu. Zaten bu deli rüzgar anlatılmadan Bozcaada anlatılmış olmazdı. Kuzey batıdan kopup gelen serin poyraz adanın sevgilisi gibiydi. Bir hışımla gelir, koyların sularını soğutur, üzümleri ve insanları güneşin öfkesine karşı sarıp sarmalar, yaşamı daha yaşanılası kılardı. Poyraz olmazsa Bozcaada olmazdı. Adalılar son yıllarda bir de poyrazdan para kazanmaya başlamışlardı. Kuzeye bakan tepelere koydukları 17 tane rüzgar pervanesinin ürettiği elektriği, hem adanın ihtiyacı için kullanmaya, hem de üretim fazlasını karşı kıyıya satmaya başlamışlardı.
ÜZÜM VE ŞARAP
Bozcaada denilince en uzun anlatımı bağlara, üzüme ve şaraba ayırmak gerekiyor. Adanın şarapçılığı çok eskilere dayanıyordu. Geçen yüzyıllarda buraya yolu düşen bir çok gezgin, bu şaraplardan övgüyle bahsetmişlerdi. Örneğin Fransız Gezgin Tournefort şunları yazmıştı: ‘Adanın misket üzümlerinden yapılan ve levantın en lezzetli şarabı olan ada şarabıyla fazlasıyla ilgilendik. Skione ve Lesbos’un şaraplarına methiyeler düzerken bu şaraptan söz etmemiş olan eskileri hoş görmüyorum...’
Fransa elçisi Choisel-Gouffrier de kitabında ada şaraplarına geniş yer ayırmıştı: ‘Adada, Ege’deki adalar grubu içindeki en güzel şarap üretilir. Bu şarap 14-15 yıl saklanabilir. Bu zamandan sonra kırmızı rengini kaybedip beyazlaşır ama yine de tadını uzun süre korur. Tenedos’un Antikçağ’da da şarap açısından zengin olduğu anlaşılmaktadır. Belki de bu nedenledir ki eski paraların üzerinde bir üzüm salkımı görünmektedir...’
Adanın en meşhur üzümü, tadına doyum olmayan Çavuş’tu. Yüz yılık geçmişi olan bu üzüme, beklemeye tahammülü olmadığı için ‘prenses’ yakıştırması yapılıyordu. Şaraplık üzümler ise şöyle sıralanıyordu: Vasilaki (Altıntaş), Kuntra (Karasakız) ve Karalahna. Antik çağdan beri lezzetli şarapların damıtıldığı bu bağlar, bir ticaninin gazabına uğradı. 1956-1976 yıllarında adaya sürgüne gönderilen Kemal Pilavoğlu adlı bir gerici, ‘şarap haramdır’ diyerek çevresindeki cahil güruhu etkiledi ve yaklaşık 100 bin üzüm kütüğünün bakımsızlıktan yok olmasına neden oldu.
Uzun süreden beri adada şarap üreten Yunatçılar (1925), Talay (1949) ve Ataol (1927) firmaları son yıllarda, hem üzüm çeşitlerini ve şarap kalitesini artırabilmek için ciddi yatırımlar yapmışlardı. Aslında bu firmaların kurucuları işi başından beri sıkı tutsalardı, ada şarapları şimdi Türkiye’nin en aranan şarapları arasında yerini alabilirdi. Kendini ada üzümlerine adayan bir başka isimde ünlü mimar Reşit Soley’di. Eski Tekel fabrikasını alan Reşit Soley’in Corvus (Latince: Karga, kuzgun) adlı şaraphanesini gezince şaşırıp kaldım. Böylesine modern, böylesine bilimsel çalışılan bir şaraphaneyi, ne Türkiye’de ne de dünyanın birçok yerinde gördüm. Burada istense de kötü şarap üretilemeyeceğine inandım. Reşit Soley kendini ada üzümlerinin ıslahına adadığını söylüyordu. Daha doğrusu, ‘Dağılan mozaiği bir araya getirmeye çalışıyorum’ diyordu. Ayrıca modern bağlarına diktiği dünyanın önde gelen şaraplık üzümlerinin olgunlaşmasını da sabırla bekliyordu. Onun en büyük amacı, ürettiği şarapların bir gün, dünyanın ünlü şarap dergisi ‘Wine Spectetor’e kapak konusu olmasıydı. Eğer adaya yolunuz düşerse Corvus’a mutlaka uğramanızı öneririm.
Ben oradayken bağlarda yoğun bir faaliyet vardı. Üzümler kesiliyor, sıkılıyor, mayalanmak üzere dev tanklarda uykuya yatırılıyordu. Bağbozumu olur da şenliği eksik kalır mı!.. Ben oradayken paneller düzenlendi, Gilda Assa orkestrasının çaldığı çigan müzikleriyle sokaklarda dans edildi, Haluk Levent konseriyle şenliklere şenlik kattı.
LEZZET DURAKLARI
Bozcaada’da yeme-içme işine gelirsek; Adanın unutulmaya yüz tutan yemekleri diğer adalarda olduğu gibi ot ağırlıklıydı. Ada kadınları yabanıl otların uzmanı sayılıyordu. Onlar dere tepe dolaşıp, mantar, kuzukulağı, labada, yumurtaotu, ebegümeci, horozotu, gelincik, kuşkonmaz, şevketibostan, ısırgan ve hindibağ toplayıp, bunları lezzetli yemeklere dönüştürme ustasıydı. Sirke ve sarmısaklı börülce ve salamura yapraklara sarılan ‘çiğ dolma’ da adanın özel tatları arasında yer alıyordu. Hálá pişirilen geleneksel bir yemekte, salyangozlu bulgur pilavı ve patates yemeğiydi. Patatesli kalamar yahnisi de adalıların en sevdiği yemeklerin başında geliyordu. Bozcaada’daki lokantalarda yerel yemeklere pek rastlanmasa da lezzetli yemekler yemek mümkündü. Yeme-içme işi özellikle limanın çevresindeki balık restoranlarında gerçekleşiyordu. Ama Martı, Lodos ve Cez gibi değişik tatlar sunan restoranlarda da yemek mümkündü. Sezonu kapatırken keşfettiğim Cez restoranda yediğim yemeklerin damağımda bıraktığı tatlar beni çok mutlu etti. Kayrak vadisinde, denizi gören bir tepedeki kır lokantasını, ünlü tiyatro oyuncusu Cezmi Baskın ve eşi Çisel Hanım işletiyordu. Daha çok İtalyan mutfağından örnekler sunan lokantanın mönüsünde şu yemekler özellikle dikkatimi çekti: Fesleğenli makarna, cevizli makarna, şarapta pişmiş et, mortedellalı dana sarma, taş fırında dana böbrek yatağı. (Mevsimde rezervasyon için: 537-286 0010)
Bozcaada’ya, Polente Feneri’nin yanı başındaki yarların üstünden güneş batımını seyrederek veda ettim. Tabii, Ege’yi kızıla boyayarak denize gömülen güneşe, ada şaraplarıyla doldurduğum kadehi kaldırmayı ihmal etmedim.
Yüreğimin bir parçasını da Bozcaada’ya emanet ettim. Bu parçanın beni her yıl adaya çağıracağını çok iyi biliyorum.
(Daha fazla bilgi için: Bozcaada Kitabı- Prof. Dr. Haluk Şahin)