Geçen hafta Singapur’un ıslak sıcağını, tertemiz sokaklarını, nüfus yapısını, adına neden "Aslan Şehir" dendiğini, bu şehir-ülkede 7 milyon ağaç bulunduğunu, kimsenin kirada oturmadığını, sakız satışının yasak olduğunu, Singapur’un Doğulu bir ülkeden daha çok Batılı bir ülkeye benzediğini anlatmıştım. Bu hafta geriye kalan bilgileri aktaracağım.
Islak sıcaktan kurtulmak, serin bir hava solumak, terimi kurutup akşam yemeğine hazırlanmak için, kendimi Singapur’un en ünlü ve eski oteli Raffles’ın barına attım. Bir zamanlar ünlü yazarların mekan tuttuğu bu barda, bir yandan burada yaratılmış "Singapore Sling" adlı kokteyli yudumluyor, bir yandan ayıkladığım fıstıkların kabuklarını yere atıyor (ádet böyleydi), bir yandan da kentle ilgili bir dergiyi karıştırıyordum.
Birden derginin her sayfasında bir "Raffles" adına rastladığımı fark ettim: Raffles Plaza, Raffles alışveriş merkezi, Raffles Meydanı, Raffles Oteli, Raffles heykelleri... Kente imzasını atan bu adam kimdi acaba? Kısa bir araştırmadan sonra Singapur’un kurucusu Sir Thomas Stamford Raffles’in, "Karayip Korsanları"nı kıskandıracak kadar heyecanlı bir yaşam öyküsüne sahip olduğunu öğrendim.
Annesi onu, fırtınalı bir yolculuk sırasında, kocasının yönettiği bir gemide doğurmuştu. Çocukluğu gemilerde geçen Raffles, 14 yaşında Britanya Doğu Hindistan Kumpanyası’na katip olarak girmişti. 23 yaşında bölge valisinin yardımcı sekreteri olmuştu. 1811 yılında ise Cava’ya devlet başkan vekili atanmış, beş yıllık görevi sırasında, Malay Yarımadası’nın ucundaki güvenli liman ilgisini çekmişti. Bu liman Johor Sultanı’na aitti ve 150 kadar Malay ve Çinli balıkçı yaşıyordu. 1819’da Raffles, sultandan bu toprakları kiralayarak, bugünkü Singapur’un temellerini attı.
UZAKDOĞU’NUN LEZZETİ
İki bardak "Singapore Sling"den sonra iyiden iyiye gevşemiştim. Bu arada da yemek vakti gelmişti. Lau Pa Sat denen bir mekanda yemek yiyecektik. Burası 1894’te Glasgow’dan getirilen demir putrellerle yapılmış, koskoca sekizgen bir yapıydı. Binada büyüklü küçüklü yüzlerce mutfak vardı ve Uzakdoğu’nun her türlü yemeği pişiyordu: Çin, Malezya, Tayland, Kore, Japonya, Vietnam, Endonezya, Hindistan... Mutfakların önüne masalar konmuştu. Her mutfaktan başka bir koku yayılıyordu. Masalar tıklım tıklım doluydu.
Bu görsel ve kokusal şölenin arasında dolaşıp, güç bela boş bir masa bulduk. Yemek ısmarlama işi nedense bana verildi. Mutfağa gidip işaret diliyle yemekleri sıraladım: Şişlerde kabuğuyla ızgara edilmiş jumbo karidesler, tatlı ekşi sosla kızartılmış balık, hindistancevizi sütünde pişirilmiş erişte, tavuk ve et satayı (tatlı baharatlarla marine edilip, bambu şişlere geçirilmiş kebap), bambu tencerelerde buharda pişirilmiş etli ve tavuklu mantılar, acı biber, zencefil ve sarmısakla tavada kızartılmış büyük kırmızı yengeçler...
Bu yengeçler Singapur’un en önemli yemeğiydi. Ya karnım çok acıkmıştı ya da bana verilen görevde mahcup olma telaşı yüzünden porsiyon sayısını biraz abartmıştım galiba. Çünkü garson getirdiği tabakları masaya sığdırmakta zorlanıyordu. Yediklerim öylesine lezzetliydi ki, damağımla yüreğimin yer değiştirdiğini sandım.
MUTFAKTAN MUTFAĞA
Yemek sırasında, yutkunmaktan ve terimizi silmekten fırsat buldukça Singapur mutfağı üstüne konuştuk, mutfaklar arası karşılaştırmalar yaptık. Öğrendiğime göre Çin mutfağının tüm türlerini Singapur’da bulmak mümkündü. Örneğin baharatların daha az kullanıldığı, her türlü hayvanın yendiği, en lezzetli eriştelerin yapıldığı, yumurtaların yıllandırıldığı ünlü Kanton mutfağı, en gözde mutfakların başında geliyordu. Dünyanın en pahalı yemeği "Kuş Yuvası" da bu mutfağın ürünüydü. Bu yemek, deniz kıyısındaki sarp falezlerde yaşayan minik kırlangıçlardan yapılıyordu.
Hamur işlerinin ağırlıkta olduğu Pekin Mutfağı, daha baharatlı ve porsiyonların daha büyük olduğu Zeşuan mutfağı, yağsız ve hafif Teoşew mutfağı, deniz ürünleriyle meşhur Şanghay mutfağı ve Tayland mutfağı Singapurlulara ve buraya gelen turistlere damak çatlatan cinsten yemekler sunuyordu. Çin mutfağının gölgesinde kalan Malay mutfağı da gerek hindistancevizi sütüyle yapılan yemeklerle, gerek bitki ve köklerle yaptıkları özgün tatlarla damağına düşkünlere seçenekler sunuyordu.
Ertesi sabah tanıma turu erkenden başladı. Bir sıcak, bir soğuk, bazen terden sırılsıklam, bazen soğuktan titreyerek gezdik durduk. Singapur’un bir refah ülkesi olduğu her halinden belliydi. Bunun kanıtı da kişi başına yıllık 30 bin dolara yaklaşan gelirdi. Değirmenin suyu nereden geliyordu acaba? Sordum, söylediler: Singapur dünyanın en önemli liman kentiydi. Limana her üç dakikada bir gemi yanaşıyordu. Bir gemi 75 dakikada yüklenip boşalıyordu. Aynı anda 120 gemiye hizmet veriliyordu. Ayrıca değerli teknolojinin üretim merkeziydi.
640 kilometrekarelik dünyanın 8. küçük ülkesine yılda tam 8.5 milyon turist geliyordu ve bu turistler günde 256 dolar harcıyordu. Petrolü yoktu ama petrol zenginiydi. Çünkü ham petrolü işleyip satıyor, aradan milyar dolarlar kazanıyordu.
Orkide bahçesi, Singapur’da görülecek yerlerin başında geliyordu. Rengarenk bir bahçeydi. Her köşede bir başka tür orkide göze çarpıyordu. 85 yıl önce orkide yetiştiriciliğine başlayan Singapur, şimdi dünyanın en önemli orkide ihracatçısı haline gelmişti.
AKVARYUMDA KÖPEKBALIĞI
Ülkenin aslında turiste gösterecek pek az yeri vardı. Bunlardan biri de, bir zamanlar ölümcül hastaların kaderlerine terk edildiği Sentosa adasıydı. Singapur’un 3 kilometre kadar güneyinde, yani Ekvator’a daha yakın bu adaya bizi götürecek teleferiği beklerken birden yağmur bastırdı. İşte o zaman tropik yağmurun nasıl bir şey olduğunu anladım. Gökyüzünden bir şelale akıyordu sanki. Bu yağmurun altında yürüyen insan havasızlıktan boğulurdu. Yağmur şiddetini hiç azaltmadan bir saat kadar sürdü. Durduğunda ise nem ve sıcaklık iyice dayanılmaz hale geldi. Adada tek ilginç şey dev akvaryumdaki balıklardı. Orada dev köpekbalıklarıyla burun buruna geldim, dişlerini sayma fırsatını buldum.
Son akşam yemeğini ise kasaba lokantasını andıran bir melez lokantasında yedim. "Peranakan" denilen bu melez kuşak, Singapur’a ticarete gelen Çinli tüccarlarla, Malay kızların evlenmesi sonucu ortaya çıkmıştı. Bu kuşak, Çin mutfağı ile yörenin baharatlı mutfağını birleştirip kendi yemeklerini yaratmışlardı. Gittiğim lokanta Chilli Padi Nonya işte bu yemeklerle ünlüydü.
Otele dönerken birçok evin önünde mumların yakıldığını, masaların üstüne çeşitli yiyecek ve eşya konduğunu gördüm. Rehber, bu hediyelerin kötü ruhlara ait olduğunu söyledi. Yöre inanışına göre, cehennem ağustos ayında kapılarını kapatıyordu. Bu nedenle de kötü ruhlar tatil için dünyaya dönüyordu. Onların gazabına uğramak istemeyenler de evlerinin önüne onlar için çeşitli hediyeler bırakıyordu. Rehber Singapur’da ölülerin mezara para, kredi kartı, uçak, otomobil maketi, cep telefonu gibi eşyalarla birlikte gömüldüğünü söyledi. Tüm bunların, ölünün diğer dünyada rahat etmesini sağladığını belirtti.
Son günümü Singapur’un alışveriş merkezi Orchard caddesinde geçirdim. Büyük mağazalarda, daha çok elektronik aletleri inceledim. Laf aramızda, öyle anlatıldığı gibi fiyatların hiç de ucuz olmadığını gözlemledim. Akşam dönüş yolculuğu için uçaktaki koltuğuma kurulduğumda, yorgunluktan vücudumun her hücresinin sızladığını fark ettim. Onun için bu kez lezzetli yemeklere ve içkilere pek yüz vermedim. Ne olduğunu bilmediğim bir filmin karşısında, kendimi uykunun kollarına teslim ettim.