Singapur Asya’ya benzemeyen Asyalı

Asya’nın karadan ulaşılacak en uç noktasına hiç durmadan 11 saat uçtuktan sonra varabildim.

Nemle birleşen hava sıcaklığı dışarıda bir cehennemi andırıyordu. Binaların içinde ise kutup soğuğu hakimdi. Sokakları çiçekli ve tertemiz bu küçük ülke modern görünümü ile Doğuludan çok bir Batı ülkesini andırıyordu.

Türk Hava Yolları Singapur’a yapacağı ilk direkt uçuşa beni de çağırınca önce tereddüt ettim. Şöyle ki; uçuş neredeyse 12 saat sürecekti. Böyle uzun uçuşları iyi bilirim. Yemesi içmesi kuvvetli olmazsa, uçuş bir türlü bitmek bilmez. Son günlerde medyada uçaklardaki ikram hakkında çıkan olumsuz haberlere bakılırsa, yeme-içme konusu pek iştah açıcı olmayacaktı. Gözümü korkutan diğer bir konu da beş saatlik zaman farkıydı. Singapur, Türkiye’den beş saat ilerideydi ve vücudum bu farka alışamadan gezi sona erecekti. Bir başka nokta da, sıcak ve nefes almayı bile zorlaştıran nem miktarıydı. Son olarak da, Singapur’la ilgili beni heyecanlandıracak hiçbir bilgiye ulaşamamak da hevesimi kırmıştı.

Körükte koca Airbus-340 uçağının business class’ına doğru yürürken, tüm bu tereddütler kafamda köşe kapmaca oynuyordu sanki. Geniş koltuğuma kurulup uçuş anını beklerken, ikram edilen şampanya beni biraz ümitlendirdi. Bardağın içindeki baloncuklar bir türlü sönmek bilmiyordu. Bu da kalitenin göstergesiydi. Merak ettim markasını sordum: "Gosset Grand Reserve" olduğunu söylediler.

Uçak havalandı, burnunu Singapur’a çevirdi ve kabindeki bar da açıldı. Hostesin raflara sıraladığı şişeleri görünce şaşırdım kaldım. Profesyonel bir barı dolduracak kadar çeşit vardı ve hepsi de ünlü markalardı. Örneğin Bailey’s likörü, Hennessy VSOP konyak, malt viskilerin Cadillac’ı sayılan 12 yıllık Macallan, 18 yıllık Glenfiddich, 12 yıllık Chivas Regal, 12 yıllık Johnnie Walker, Jack Daniel’s, Smirnoff Black votka, Gordon cin, Kulüp Rakısı, rengarenk Türk likörleri...

Bu kadar çeşidi görünce kafamda soru işaretleri uçuştuğunu itiraf etmeliyim. Acaba bu bar, dedikoduları örtbas etmek için biz basın mensuplarına özel olarak mı düzenlenmişti? Böyle olmadığını hostes içki mönüsünü dağıttığı zaman anladım. Binlerce mönü bastırıldığına göre, bu bar her uçuşta aynı çeşitle açılıyordu demek.

SICAK VE ISLAK HAVA

Yemek mönüsünü de gördükten sonra keyfim iyiden iyiye yerine geldi. Uçuşun iyi geçeceği belli olmuştu ama sonrası hakkında tereddütlerim hálá sürüyordu. Yemekte başlangıç olarak füme alabalık, elmalı patates salatası ve kurutulmuş dana eti, ana yemek olarak da barbekü sosunda tavada somon ve tatlı-ekşi sote karides yedim. Kırmızı şarapta İtalyan Chianti Classico’yu ve Türk şaraplarını es geçip, önce bir Fransız Bordeaux’su, ardından Güney Avustralya Şiraz’ı yudumladım. Peynir tabağından sonra geceyi Portekiz’den bir nefis Port ile noktaladım.

Yemek bitince biraz kanallar arasında filmden filme atladım, biraz kestirdim bir de baktım ki o kadar saat geride kalmış, uçuş bitmişti bile. Bavulumu kapıp dışarı çıktığımda, kapağı açık bir fırının önünde durduğum hissine kapıldım. Rüzgar alev alev sıcak üflüyordu. Sıcağın yanı sıra nem, ıslak mendil gibi tüm vücudumu sarmalıyordu. Otobüse doğru yürürken gömleğim sırılsıklam olmuştu.

Asya kıtasının karadan ulaşılan en uç noktasında olduğumu ve dünyanın ortasından geçen ekvatorun sadece 150 kilometre ileride olduğunu düşünerek sıcağa ve neme hak vermeye çalıştım! Otobüsün içi buz gibi soğutulmuştu. Islak gömleğim tenime dokundukça bu kez soğuktan ürpermeye başladım. Vücudumun ilk sıcaklık farkı şokunu atlatmak için epey zorlandığını hissediyordum. Bu şok Singapur’da kaldığım sürece devam edecekti aslında. Çünkü tüm kapalı mekanlar üşütecek kadar serin, dışarısı ise bir fırından farksızdı.

SAKIZ YASAĞI

Singapur’un otobüsün penceresine yansıyan ilk görüntüleri şöyleydi: Yollar tertemiz ve ağaçlıktı. Ağaçlığın ötesinde kent adeta bir ormanın içindeydi. Edindiğim bilgiye göre, dünyanın en küçük ülkelerinden Singapur’da tam 7 milyon ağaç vardı. Tretuvarlar rengarenk çiçeklerle süslenmişti. Kırmızılı begonviller, orkideler ve diğer tropik çiçekler duvarlardan, evlerin pencerelerinden, teraslardaki bahçelerden sarkıyordu.

Rehberin anlattığına göre ülkeye sakız sokmak yasaktı. Hele hele sakızı yere atmak epey ağır bir suçtu (Cezası: 500 ABD doları, yaklaşık 725 YTL). Yöneticilere göre, hastalıklı birinin attığı sakızdaki mikroplar, sakızın yapıştığı ayakkabı ile evden eve yayılıp, bir salgına dönüşebilirdi. Aynı şekilde yere sigara izmariti atanlara da yüksek para cezası veriliyordu.

Singapur’da hiç yıkık dökük, gecekondu türünde eve rastlamadım. Binaların çoğu yüksek katlıydı. Yine rehberden öğrendiğime göre, bu binaların çoğunu devletin yaptırdığı sosyal konutlar oluşturuyordu. Bunlar 99 yıllığına halka satılıyordu. Daha fazla gelir sahipleri ise özel sektörün yaptırdığı biraz daha lüks evlerde oturuyorlardı. Sayıları çok az olan 2-3 katlı müstakil evlerde ise nüfusun ancak yüzde 5’i oturabiliyordu. Ülkede geçici süre çalışmaya gelenlerin dışında kirada oturan yoktu.

ETNİK YAPI

Bu görsel ve işitsel bombardımandan sonra odama çıkıp bavulumu açtığımda, yeterli sayıda gömlek ve tişört getirmediğimi fark ettim. Daha doğrusu bu nemi unutup, günde birkaç kez üst baş değiştireceğimi hesap edememiştim. Gezinin süresi kısa olunca koşuşturması da fazlalaşıyordu. İnsan hep hızlı tempolu olmak zorunda kalıyordu. Hız, nemli sıcakla birleşince de gezi işkenceye dönüşüyordu. 10 dakika sonra grup kapının önünde buluşacaktı. O yüzden yalan yanlış bir duş aldım, yarı ıslak bedenime giysilerimi geçirip bir koşu lobiye indim.

Önce Çin mahallesine uğradık. Sonra Hint mahallesine ve Malayların oturduğu mahalleye geçtik. Singapur’da 3 milyon 600 bin kişi yaşıyordu. Bu nüfusun yüzde 77’si Çinli (Budist), yüzde 14’ü Malay (Müslüman), yüzde 7’si de Hintli (Hindu) idi. Ortak dil İngilizce’yi kullanan bu renkli mozaik, kavgasız gürültüsüz yaşayıp gidiyordu.

Sokaklar arasında dolaşmaktan yine sırılsıklam olmuştum. Önüme çıkan bir seyyar satıcıdan iki tişört satın alıp, bir mağazanın tuvaletinde ıslanan gömleğimi değiştirdim. Diğerini ise yedekledim.

Kentin merkezine yaklaştıkça trafik yoğunluğu arttı. Rehber hem arabaların çok pahalıya satıldığını hem de kent merkezine girmek için para ödendiğini söyledi. Buna rağmen trafik yine de adım adımdı. Kentin merkezi tam bir Batı görüntüsündeydi. Aslında insan Singapur’da kendini Asya kıtasında hissetmiyordu. Hemen hiçbir Doğulu görüntü yoktu. Doğu’nun gizemi burada yerini Batı’nın realitesine terk etmişti.

ASLAN ŞEHİR

Kentin merkezi, tüm merkezler gibi gökdelenlerin işgalindeydi. Bunlardan 280 metre yüksekliğindeki "OUB Center" Singapur’un en yüksek binasıydı. Çevredeki az katlı binaların çoğu ise sömürge dönemden miras kalma yapılardı. Limanın girişinde ağzından sular fışkıran koca bir deniz aslanı heykeli yükseliyordu. Bu heykel kentin adını simgeliyordu. Efsaneye göre Sumatra’nın Budist prensi Nila Utama, 13. yüzyılda adaya ayak bastığında kıyıda yatan bir aslan görmüş ve bunun üzerine buraya Singa Pura (Malay dilinde Aslan Şehir) adını koymuştu.

Akşama kadar kutup soğuğu ile cehennem sıcağı arasında gidip gelip, Singapur’u tanımaya çalıştım. Tabii bu arada sırt çantamdaki ıslak tişörtlerin sayısı da arttı. Akşamüstü bu hızlı tempoya pes edip, kendimi ünlü Raffles Oteli’ne attım. 1887’de Ermeni Sarkis kardeşlerin yaptırdığı bu otelde birçok ünlü yazarın konakladığını, barında içki içtiğini biliyordum. Bunlardan en tanınmışı Somerset Maugham’dı. Yazar birçok öyküsünü, otelin bahçesindeki bir ağacın gölgesinde veya tavandaki pervanenin serinlettiği odasında yazmıştı.

Yarı loş barın tavanında o dönemlerdeki gibi yine pervaneler dönüyor, yelpazeler sallanıyordu ama salon klimaların üflediği havayla soğutuluyordu. Terimi kuruttuktan sonra, bu barın ünlü içkisi "Singapore Sling" adlı kokteylden ısmarladım. Cin, kiraz likörü, taze misket limonu suyu, Cointreau veya Benedictine, baharat ve soda karışımından yapılan bu kokteyl, Birinci Dünya Savaşı sırasında bu barda yaratılmış, buradan tüm dünya barlarına yayılmıştı. Yudumlar başımı döndürmeye başlayınca, kendimi bir süreliğine sömürge dönemine doğru itekleyip hayallere daldım...

Yazı yine uzayıp gitti. Defterime bakıyorum da ne kadar çok not almışım meğer. Ama hepsini yazmaya sayfada yer kalmadı. Halbuki bu küçük ülkeyi bir yazıda bitiririm sanıyordum. Beceremedim, gezinin sonu haftaya sarktı. Gelecek bölümü kaçırmamanızı öneririm. Çünkü en heyecanlı kısımlar haftaya kaldı. Örneğin binlerce çeşit orkide, "Aç Ruhlar Bayramı", en önemlisi yeme-içme faslı.
Yazarın Tüm Yazıları