Mehmet Yaşin

Mudurnu ve Nallıhan’ın lezzetleri

10 Aralık 2006
Bu günlerde havalar yaz yalancısı olsa da, bu aylarda yola çıkmanın pek tadı tuzu olmuyor. Genelde sabahları, duman grisi bir aydınlık, isli bulutlar, ıslak bir gökyüzü... Bunlar gitmek yerine kalmayı çağrıştıran görüntüler... Ama önünde sonunda gitmek gerekiyor. CNN Türk’teki "Lezzet Durakları" programı için yola çıktığımda, masmavi gökyüzü bile karamsar ruh halime derman olamamıştı. Yan koltuğumda oturan yönetmen Cengiz Özkarabekir’in benden farkı yoktu. Şapkasını kaşlarına kadar indirmiş, sessiz soluksuz elindeki yol notlarını okuyordu. Veya okur gibi yapıyordu. Aslında her zamanki gibi gezecek, yeni yerleri görecek, lezzetli tatlarla tanışacak, en önemlisi İstanbul’un karmaşasından bir süreliğine uzaklaşacaktık. Yerimizde olmak için can atan kaç kişi vardı kim bilir? Ama dur durak bilmeden yollarda olmak, bazen bıktırıyordu insanı. Yoruyordu da. Bir de gökyüzündeki yolculuk arkadaşım güneş olmayınca, yola çıkmak iyiden iyiye zor geliyordu. Mudurnu’ya doğru gidiyorduk... Sabahın erken saatleriydi ve Dilovası’nda fabrikaların bacaları yorulmak bilmeden zehir kusuyordu. İlçede yaşam her sabahki gibiydi. Veya benim buradan her geçişimde gördüğüm gibi... Mavi önlüklü çocuklar zehir soluya soluya okula gidiyor, kadınlar zehirli havaya çamaşır asıyor, işçiler zehir üretimini sürdürebilmek için vardiya değiştiriyordu. Onlar da zehrin farkındaydı ama, fabrikalar kaldırılırsa açlık gelecekti. Bunu da biliyorlardı. Zehir hiç olmazsa yavaş öldürüyordu. Fabrika bacalarının tütmesi onlar için ekmek demekti.

ABANT’TA YALNIZLIK

Fabrikaların yanından hızla geçip giderken Cengiz, "Ne kadar da güzel bir ismi var bu zehirli beldenin" dedi. Sonra Körfez göründü. Rafineri bacaları gökyüzüne doğru beyaz dumanlar salıyordu. Uzak denizlerden gelen koca tankerler, getirdikleri petrolü boşaltmak için sıralarını bekliyordu. Çimento fabrikasının önüne park etmiş servis araçlarından inenler, sabah vardiyasına koşturuyorlardı. Kocaeli’nden sonra telaşlı görüntüler yerini, yaprakları dökülmüş kavaklara bıraktı. Yaşamın akışı yavaşladı. Yol huzura kavuştu. Solda dalların arasından Sapanca Gölü sakin bir görüntü sundu.

Adapazarı’nda görüntüye yine sanayi girdi. Yol kıyısındaki dev fabrikalar sıra sıra akıp gitti. Sonra yine kavaklar, yine yeşil tepeler, yine yalnız doğa göründü. Kaynaşlı’dan sonra yol yılan gibi kıvrılıp, Köroğlu Dağları’nın zirvelerine tırmandı. Abant’a giden yol kimsesizdi. Ağaçlar, renkli yapraklarından soyunup, kış uykusuna yatmak için çırılçıplak soyunmuşlardı. Yalnız başına kalmış olan gölün etrafında, kuru yapraklarla kaplanmış yolu turlayıp, Mudurnu’ya doğru tırmandım. Tepeye varınca bütün ova ayaklarımın altına seriliverdi. Köyleri, mavi dumandan bir tül sarıp sarmalamıştı.

Mudurnu’ya kaçıncı gelişimdi acaba? Saymaya kalktım, beceremedim. Geçmişi eskilere dayanan bir ilçe olduğunu biliyordum sadece. Bitinya devleti, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular, Osmanlılar izlerini bugüne emanet etmişti. Adını bir tekfurun kızı Matrani’den aldığı öne sürülüyordu. Çay kenarına sıralanmış yorgun, beyaz sıvalı evler, Osmanlı yerleşme kültürünün hálá yaşayan örnekleriydi. Osmanlı donanmasının, Mudurnu ormanlarından gönderilen kerestelerle yapılmış olması, ilçe ahalisinin o gün bu gündür göğsünü kabartıp duruyordu.

ZAHMETLİ GÖZLEME

Yemeklerinin tadına bakacağımız Mudurnu’nun girişindeki "Yarışkaşı Konağı"na (0374-421 36 04) vardığımızda henüz öğle olmamıştı. Yarışkaşı’nın, yarışın başladığı yer anlamına geldiğini, Cumhuriyet Bayramı koşularının bu noktadan başlayıp, yine burada bittiğini yemekleri yemeden önce öğrendik. Mudurnu denince akla tavuk geliyordu ama, yöre mutfağında tavukla ilgili hiçbir yemek yoktu. Hatta tavuklar şişe geçirilip, döndürüle döndürüle nar gibi kızartılmıyordu bile. İpek Yolu üstündeki diğer Osmanlı kasabalarındaki gibi burada da hamur işleri ağırlıktaydı.

Önce balkabaklı gözleme ısmarladık. Hamur açıldı. Yufkanın bir tarafına soğanlı balkabağı kondu. Diğer taraf bu karışımın üstüne kapandı. Sonra kızgın sacın üstünde çevire çevire, yağlana yağlana bir güzel pişirildi. Görünüşte yörenin bu ünlü yemeğinin yapılışı basitti. Ama konağın sahibi Nevzat Anlıtan’la konuşunca, gerçek kabaklı gözlemenin zahmetli bir yemek olduğunu öğrendim. Bunda yufkalar açılıyor, sac üstünde gözleniyor, sonra tepsiye dizilip her kata soğanlı balkabağı konuyor, üstüne eritilmiş kaymak gezdiriliyor, sonra ikinci kata geçiliyordu. Bu işlem tepsi doluncaya kadar 20-30 kat için tekrarlanıyordu. Nevzat Bey, bu zahmetli yemeği hazırlayabilmek için insanın iki eşinin olması gerektiğinin altını çiziyordu.

Konakta daha sonra 40 katlı cevizli baklava yapıldı. Bunun diğer baklavalardan ayrıcalığı her kata ceviz konmasıydı. Fırında nar gibi kızaran baklavanın tadına bakabilmek için, şerbetini iyice çekmesini sabırsızlıkla bekledim. Aslında aklımda, yine yörenin ünlü keşli-cevizli ev eriştesi, tereyağlı kaşıksapı (kaşığın sapına yufkayı sararak yapılan düdük makarnası benzeri) yemekleri kalmıştı ama ilk lezzet durağında bu kadar yersek, diğerlerinde teslim bayrağını çabuk çekerdik.

DEMLİ ÇAYIN SIRRI

Nallıhan’a doğru hareket ettiğimizde, gün ikindiye yaklaşıyordu. Telaşsız bir yoldan gidiyorduk. Yolun kıyısından bazen renkli tepeler yükseliyordu: Bakır rengi, küf yeşili, koyu kızıl. Renkler tepelerin yüzünden tatlı kavisler çizerek akıp gidiyordu. Ağaçların arasından görünen evlerin bacalarından tüten dumanlar ayazın habercisiydi. Dere tepe buram buram isli odun kokuyordu.

Mudurnu’dan çıktıktan 20 kilometre sonra, ikinci lezzet durağımız Karacasu Köyü’ne saptık. Buraya geçen yıl Uyuzsuyu Şelalesi’ni görmeye gelmiş, "Köy Sofrası"nda Turizm Gönüllüleri Derneği üyelerinin hazırladığı lezzetli yemekleri tadamadan gitmiştim. Kısmet bugüneymiş. Ovaya akşam erken çöküyordu. Dağların tepeleri hálá pırıl pırıl aydınlık olduğu halde köye alacakaranlık çökmüştü bile. Karacasu, 24 haneli, ağaçlıklı, yeşil, güzel bir köydü. Oturanların çoğu, çoluk çocuk Nallıhan pazarına gittiği için evlerde duman tütmüyordu.

Hava üşütüyordu. Bir acele Köy Sofrası’nın salonunda çıtır çıtır yanan sobanın etrafını çeviriverdik. Yemekten önce sobanın üstündeki demlikten çaylar dolduruldu. Çayın berrak bir rengi vardı. Burukluk damağı rahatsız etmiyor, aksine uzun süre ağzın içindeki tadını sürdürüyordu. Dem kokusu tüm odaya yayılıyordu. Bütün bu lezzetin sırrı, dağlardan süzüle süzüle gelen kaynak suyuydu. Bu katışıksız su, çayın tüm güzelliklerini, tadını, rengini, kokusunu cömertçe ortaya çıkarmıştı. Bu köye yolunuz düşerse, yemekten önce veya sonra bir bardak çay içmenizi öneririm.

MUHTEŞEM PİLAV

İlk sunulan yemek kapama pilavdı. Önce tencerede bol soğan kavruluyor, sonra kekik kokan kuşbaşı etler ilave ediliyor, etler pişmeye yakın üstüne, daha önce suda bekletilmiş yörenin "çömlek çatlatan" pirinci ilave ediliyordu. Yeterli miktarda su konduktan sonra, karıştırılmadan kapak kapanıyordu. Yemek pişince tencere bir örtüye sarılıp demlenmeye bırakılıyordu. Servis yapılmadan önce tencere genişçe bir tabağa ters çevriliyor, ortaya, üstü etle kaplı muhteşem bir pilav görüntüsü çıkıyordu.

İkinci yemek ise ateşin üstünde, tahta kaşıklarla su ve yağ kata kata karıştırılarak pişirilen hamurla yapılan malak makarnasıydı. Bu hamur küçük küçük kopartılıp tabağa diziliyor, her kata keş ve ceviz serpiliyordu. En üste ise eritilmiş tereyağı gezdiriliyordu. Bu yemek ayrıca toz şekerli ve pekmezli de yapılıyordu. Burada ustalık, hamurun kıvamında pişmesindeydi. İyi pişmeyen hamur damağa yapışıp kalıyordu.

Nallıhan’ın mutfağı tabii ki bu iki lezzetli yemekle sınırlı değildi. Özellikle çökel, kafa, oturtma, gorçan, sırım gibi et yemekleri, tariflerine bakılırsa damak çatlatan cinstendi. Yolu Nallıhan civarına düşecek damak düşkünleri, gerek ilçedeki lokantalarda, gerekse Karacasu Köyü’ndeki "Köy Sofrası"nda bu yemeklerin tadına bakabilir. İşi garantiye almak için 312-785 59 35 numaralı telefondan Turizm Gönüllüleri Derneği’ni arayıp, önceden sipariş vermeniz gerekiyor.

Beypazarı’na doğru yola çıktığımızda ay, yıldızları çevresine almış bir şeyler anlatıyordu. Gökyüzüne soğuk bir aydınlık vardı. Biz ise bir sonraki lezzet duraklarının hayalini kura kura, sessiz sedasız hedefe doğru ilerliyorduk.
Yazının Devamını Oku

Çölün gelini Palmira

3 Aralık 2006
Suriye’nin Tadmur Çölü’nde, iki bin yıl önce, dünyanın en güzel, en görkemli şehirlerinden biri yükseldi. Kimsenin değildi bu şehir. Hiçbir kralı ya da kraliçesi yoktu. İpek Yolu’nun bu çöl kavşağında bir serap gibi doğan bu kentin öyküsünü Özcan Yüksek, Atlas’ın aralık sayısında yazdı.

Çölün ortasında bir kent. Çöle dikilmiş sütunlar, üstüne oturtulmuş portikolar (revak), çöl kumunun rengini çalmış pembe duvarlar ve tapınaklar. Burayı görmek için yollara düşenler, ilk anda kentin azameti karşısında şaşkına dönüyor. Güneşin ışıkları altında ve palmiyeler arasında parıldayan Palmira, insanı hazırlıksız yakalıyor.

Suriye’de sonbahar akşamları erken gelir. Saat 16.30’da havanın kararması erken değil midir? Üstelik ve ne yazık ki müzeler de 16.00’da kapanıyor. Bu da Şam’dan Palmira’ya gelenlere kenti gezmek için bir-iki saat kaldığı anlamına geliyor. Öyleyse vakit kaybetmemek gerekiyor.

70 yıl öncesine kadar, yan yana dev sütunların sıralandığı ünlü Bel Tapınağı’nın içi ve Palmira antik kentinin nerdeyse tamamı köy evleriyle tıka basa doluymuş. Rehber, elindeki kitaptan eski bir siyah-beyaz fotoğraf gösterdi. "Dedem de bu tapınağın içinde doğmuş" dedi ve avluda kalmış tek evi işaret ederek, "İşte bu ev. Tarihin nasıl devam ettiğini göstermek için örnek olarak bırakıldı. Şimdi arkeologlar kullanıyor," dedi. Aslında Palmira ile bugün arasındaki bağlantılar çok daha fazla ve çok daha önemli.

İçinde rehberin dedesinin evinin de bulunduğu tapınağın etrafı, dikildiği tarihten bu yana devrilmeden kalmış portikolu sütunlarla çevriliydi. Sütun başları yumurta ve mızrakların, yani hayat ve ölümün simgelerinin yan yana dizili olduğu İyon kabartmalarıyla süslüydü. Bel Tapınağı, Ortadoğu’nun, İS birinci yüzyıldaki en büyük dinsel yapısıydı. Tapınağın azameti, zanaatı ve sanatı o denli güzel ve eşsiz ki, 17. yüzyıldan bu yana Avrupa sanatını etkilemiş, herkese ilham vermişti. Tapınağın mimarisi Helenistik incelikteydi, ihtişamı da Roma otoritesinin sağlamlığını gösteriyordu. Tapınağın en etkileyici kabartması ise hemen girişteki duvara oyulmuş peçeli kadınlar. Yaklaşık iki bin yıl önce, bu coğrafyadaki kadınları peçe giyerken gösteren bu kabartma, Palmira ile ilgili kitaplarda fazlasıyla tartışma yaratmış. Kadınların peçe giymesinin zorunlu olduğunu düşünüyor bilim insanları.

BAAL ŞAMİN TAPINAĞI

Bel Tapınağı’ndan sonra, ince uzun dört sütunla harabeleri kalmış, kentin kuzey kenarına yakın noktasındaki Baal Tapınağı’na gidilmeli. Bu tapınağın sütunları İS 23 yılında dikilmeye başlanmış, tapınağın batısındaki portiko ise belki de en sonuncusu, bu şehrin bir kralı olmadığı, olmaması gerektiği halde kendini ’Krallar Kralı’ ilan etmiş Odeinat adına dikilmiş. Baal’ın güneyinde daha küçük bir avlu var ve burası da sütunlu portikolarla çevrili. İşte bu iki avlunun ortasında yer alıyor Baal Tapınağı. Sütunlardan birinin üzerindeki yazıda, İS 130-31 tarihi işaretli ve 129 yılında İmparator Hadrian’ın ziyaretinden söz ediliyor. Palmira o tarihte o denli zengin bir kent ki, aslında bağlı olduğu Roma’nın imparatorunu Suriye’ye getirmek için masraflarını da karşılıyor.

Palmira, neredeyse bir kilometreyi bulan bir uzunlukta, alçak tepelere doğru uzanıyor. Bir ucunda Baal Tapınağı, diğer ucunda Cebel Hayane, Cebel et-Tar ve Cebel Muhammed ibn Ali Dağları kara dalgalar oluşturmuş. Şehri esirgeyen bir duruşları var. Birinin üzerinde, Osmanlı Kalesi yer alıyor. Şehrin güneyindeki Miyah Vadisi’nde gümüş renkli bir tuz gölü uzanıyor.

Palmira, bugünkü Suriye’nin tam ortasındaki Tadmur Çölü’nde bir serap gibi yükselirken, şehir tabiatın ilave engelleriyle çevreleniyor; çölün uzak sınırlarında, kuzey, batı ve güneybatıda çıplak dağlar (Akdeniz’i kapatan Lübnan ve Anti-Lübnan Dağları), doğu ve güneyinde Ürdün’e uzanan bazalt çölü Hauran. Palmira, yolu uzatmadan gitmek zorunda kalan kervanlar için, eşsiz bir noktada bulunuyordu. İşte antik dönem ticaret kervanları Akdeniz’den, Mısır’dan, Roma’dan gelip Basra Körfezi üzerinden Hindistan’a, Çin’e gitmek için Fırat ve Dicle nehirlerini kullanıyorlardı. Bu iki nehre en kestirme ve güvenli yol da Palmira üzerinden geçiyordu.

KENTE GİRİŞ VERGİSİ

Palmira, bu kervanların güvenliğini de kendi çapında sağlıyordu. O vakitler batıda Roma, doğuda Partlar egemendi, ama her iki imparatorluğun tüccarları için Palmira’nın nispeten tarafsız kalması uygun düşüyordu. Bu sayede büyük ticaret yolu işliyor, herkes bundan kazançlı çıkıyordu. En kazançlı çıkan da, şehre giren ve çıkan her üründen, hatta her köleden, her fahişeden vergi alan Palmira oluyordu. Ne zaman, Batı’nın ya da Doğu’nun değişen imparatorlarından birinin hegemonya iştahı kabarıyor, bu coğrafyada huzur isteyen ticaret yollarının civarında savaş başlıyordu, o zaman Palmira’nın can damarları kuruyordu. Bazen, bir daha hiç dirilemeyecekmiş kadar tükeniyor ama sonra tarihin yazgısı değişiyor ve tekrar eski görkemli günlerine dönüyordu.

Ancak bu müreffeh ve mutlu şehir, ticaret yollarının kuzeye, Küçük Asya ve İstanbul’a kayması üzerine önce küçük bir pazar kasabasına dönüştü ve giderek önemini yitirdi. Böylece kumların altına terk edilmek şehrin görkemli yapılarının kaderi oldu.

Palmira’ya ’Çölün Gelini’ denilmesi boşuna değil. Palmira, çöldeki tek şehir değil tabii ki, ama hiçbiri de Palmira olmuş değil. Belki Palmira’yı en çok kıskandıran çöl şehri, güneyde, Ürdün sınırındaki Bosra olabilir ya da daha güneydeki Petra. Ama bunlardan sadece Palmira’ya Çölün Gelini adını vermiş eskiler.

ATLAS’TA BU AY

Ben güzelim!

Yalnızca en güzel olanlar mı yaşar? Yoksa, herkes yalnızca en güzel olana mı yönelir? Güzel olmanın bir nedeni olmalıdır. Güzel sayılmanın da nedenleri olmalıdır. Bu durumda, tartışmasız bir güzellik, gerçek bir güzellik var mıdır? Belki de güzelin ne olduğunu, filozoflar değil, masalcılar bize anlatır. Çünkü, bütün masallarda iyiler güzeldir. Bu ilginç konu ATLAS’ın Aralık sayısında.

Mevlana Yolu

Mevlana Celaleddin Rumi, Anadolu’ya yedi ülkeyi aşarak çok uzun bir yolculuğun ardından geldi; babası, ailesi ve kalabalık bir toplulukla. ATLAS, Mevlana’nın 800. doğum yıldönümü için bir ilke imza attı. Dünyaya ışığını Anadolu’dan yayan bu güneşin yörüngesini izledi. Göç sırasında geçtiği kentlerin, çöllerin, vadilerin, kültürlerin peşine düştü. Mevlana Yolu’nun Afganistan etabında kervanın hareket ettiği Belh kentinden Türkmenistan sınırındaki Murçak’a doğru uzanan göç yolunu izledi.

Bakir sular

Bataklıklarda timsah aramaya çıktı, teknesine hayatında hiç para görmemiş çocukları konuk etti, tropik sularda yüzlerce yıl öncesindeki gibi avlanan balıkçılarla tanıştı. Büyük Okyanus’un batı ucundaki Papua Yeni Gine’de hayat hálá eski geleneklerin yatağında akıyordu. Hakan Öge’nin, dünya turunda en çok etkilendiği yerlerden biri burası oldu.

Sonsuz takip

İki milyona yakın otçulun uçsuz bucaksız düzlüklerde yağmurun peşinde sürdürdükleri sonu gelmez bir hayat arayışı. Aralık ayında, Kenya’daki Masai Mara’dan başlayan göç, otçulların peşine takılan yırtıcılar ve leş yiyicilerle dünyanın en büyük takibi haline geliyor. Bu uzun yolculuğun öyküsü ATLAS dergisinde.
Yazının Devamını Oku

Ortaköy’ün satılık sarayları

26 Kasım 2006
Bu hafta Boğaz’ın Ortaköy sahillerinde, sultanların sahil sarayları arasında dolaşacağız. Benim çocukluk ve gençlik anılarım, bu sarayların odalarında ve bahçelerinde gizli. Kiminde kızları sıkıştırdım, kiminde okuma yazma öğrendim. Şimdi bunlar benim geçmişimle birlikte satılığa çıktı. Geçmişsiz kalacağım diye içimi korku bastı.

Bir gazete haberinden öğrendiğime göre, geçmişimin bir bölümü daha satılığa çıkmış. Önce bu haberi sizinle paylaşmak istiyorum: "İstanbul İl Genel Meclisi, Ortaköy’deki sahil saraylarından Naime Sultan ve Hatice Sultan yalılarını 95 milyon dolara satmaya karar verdi. Gaziosmanpaşa İlköğretim Okulu olarak kullanılırken, dört yıl önce yanan ve atıl durumda kalan Naime Sultan Yalısı ile Yüzme İhtisas Kulübü’nün tahliye edildiği Hatice Sultan Yalısı’nın satışı kararı, CHP’li meclis üyelerinin karşı çıkmalarına rağmen AKP’li meclis üyelerinin oy çokluğu ile alındı..."

Haber böyle. Satışın geçmişimle ilişkisini anlatabilmek için, eski yıllara, çocukluk yaşlarıma dönmek gerekir. Onun için bu hafta, Boğaz’ın Ortaköy sahilinde dolaşmamız gerekecektir. Altı yaşında İstanbul’a geldim ve Ortaköy’de büyüdüm. Boğaz’ın bu bir zamanlar yoksul, şimdi ise paralı, pullu, eğlenceli semtinde, tamı tamına 25 yıl yaşadım. Yıldız Parkı’nın ağaçları arasında büyüdüm, sahildeki sarayların yıkıntılarında oynadım, okula gittim.

İlk satılan geçmişim Çırağan Sarayı oldu. Damat İbrahim Paşa’nın yaptırdığı bu sahil sarayı, bir zamanlar eğlenceleriyle meşhurdu. III. Ahmed, burada yapılan lale alemlerine ve helva sohbetlerine sık sık katılır, geceleri de "çırağan ve lalezar seyirlerinin tadını çıkarırdı." Bu saray, eğlencelere olduğu kadar dramlara da şahitlik etmişti. V. Murad, burada tam 27 yıl kapalı kalmıştı. Çocukluk anılarımın en güzellerini, işte bu sarayın yıkıntıları arasında yaşadım.

Şimdilerde kokteyl partileri, kutlama yemekleri için gittiğim salonlarda bu yüzden birden durgunlaşır, dalıp giderim. Yanımdakiler, dalgınlığımın nedenini hiç tahmin edemezler. Çünkü o sırada, bu günden uzaklaşıp, çocukluğuma, ilk gençliğime dönerim. Şimdi garip renklerle bezenmiş bu sarayın, o zamanki yıkıntıları arasında dolaşmaya başlarım. Bu salonların, sütunların, merdivenlerin o günlerini düşlerim. Hangi kuytuda gizli gizli sigara içtiğimi, hangi kuytuda kız arkadaşımı sıkıştırmaya çalıştığımı tahmin etmeye çalışırım.

ÇOCUKLUĞUMUN SIĞINAĞI

Bu saray, o yıllarda okuldan kaçtığımız günlerin sığınağıydı. Hava kararınca biz çocuklar ortalıktan çekilir, daha büyüklerimiz yıkıntılardaki yerini alırdı. Onların gece boyunca sarayın kuytularında ne yaptıkları, ne ettikleri bizler için anlatılmasına (uydurulmasına) ve dinlenmesine doyum olmayan efsanelerdi.

Sarayın Boğaz’a açılan kapısını ne zaman görsem, damağım midye tadıyla sıvazlanır, ağzım sulanır. Kapıyla midyenin ne ilişkisi var derseniz; çocukluğumda kapının bulunduğu yerden denize atlar, sarayın kıyı duvarına yapışmış koca midyeleri toplardım. Daha sonra onları, yaktığımız ateşin üstündeki bir tenekeye dizer, kabukların kendiliğinden açılmasını, içindeki pembe etin pişmesini seyrederdim. Sonra bu lezzetli yemeği, parmak uçlarım yana yana yerdim. Onun için, şimdi düğün kokteylleri için geldiğimde, bu kapıyı görür hep midyeleri hatırlarım.

Sarayın bitişiğindeki Kempinsky Oteli’nin bulunduğu yer, bir zamanlar "Şeref Stadyumu" idi. Ünlü ünsüz futbolcular, bu toprak sahada maharetlerini sergiler, en güzel çalımları, en güzel golleri atardı. Ben de bu sahada top peşinde koşturmuştum. Burada çamurlara bulanmış, kavga etmiş, ünlü kaleci Varol Ürkmez’in plonjonlarına burada hayran kalmıştım. Şimdi, bu sahanın (anılarımın) üstünde yükselen otelin barında bir şeyler içerken, çocukluğuma dönmekte çok zorlanıyorum. Çünkü çocukluğumun tribünleri otelin odaları, orta sahası lobi, kale sahaları da mağaza, spor salonu, restoran olmuş. Onları silip geçmişime dönmeyi beceremiyorum bir türlü.

FERİYE SARAYLARI

Neyse ki biraz ilerideki lisem henüz satılmadı. Feriye saraylarından biri olan Kabataş Erkek Lisesi binası, ilk gençliğimin en güzel anılarını barındırır. Şehzadeler, sultanlar için yaptırılan ikinci derecede önem taşıyan bu sahil sarayına sık sık gider, anılarımla sarmaş dolaş olurum. Buranın satılıp, ilk gençlik anılarımın üstünün örtülmesi düşüncesi beni nedense hep korkutur. Oradan hemen yan taraftaki Feriye Lokantası’na geçip, lezzetli yemekler eşliğinde bir kez daha geçmiş yıllara dönerim. Lokantanın Tekel deposu olduğu günleri, Ortaköy sahilinden tuttuğumuz kayıkla okuldan kaçıp, bu depoya kapağı attığımız günleri bir bir hatırlarım.

1855’te Sultan Abdülmecid tarafından Nigoğos Balyan’a yaptırılan Ortaköy (veya Büyük Mecidiye) Camii’nin de anılarımdaki yeri büyüktür. Çapariyle istavrit yakalamayı, yüzmeyi bu caminin kıyısında öğrenmişimdir. Başta babam, birçok yakınımı, tanıdığımı ebedi yolculuğa buradan uğurlamışımdır. Bu yüzden bu caminin benim için dünyada eşi, benzeri yoktur. Cami satılamayacağına göre, başım sıkıştıkça buraya gelip, anılarımı hatırlayabilirim. Bunu bilmek beni hep teselli eder.

Caminin hemen arkasında yine sahil sarayları görüntüye girer: Esma, Hatice, Fehime, Zekiye, Naima, Fatma sultanların sarayları da anılarımda yer alır. Abdülhamid’in kızı Esma Sultan’a verilen "Tırnakçı Yalısı", bildim bileli bir dört duvarı kalmış bir harabe halindedir. Bir zamanlar tütün deposu olarak kullanılan Boğaz’ın bu en geniş cepheli sarayı da, gençliğimin kaçamaklarına ev sahipliği yapmıştır. Şimdi içi camla kaplanan, dışı ise olduğu gibi bırakılan Esma Sultan Yalısı, bu haliyle geçmişimi hatırlamama engel olmaz. Onun için satılmasına pek üzülmem.

HATİCE SULTAN’IN YALISI

Yazının girişinde satış haberini verdiğim yalılardan Hatice Sultan Yalısı, benim ilkokulumdu. O zamanlar okulların iki adı vardı. Okulumun bir adı Burak Reis, diğer adı da "56" idi. Tam karşıda yer alan Kılıç Ali Paşa ilkokulu ise "39" olarak bilinirdi. Ahşap koridorlarda koşuştururken, Hatice Sultan’ın kim olduğunu bilmezdim. III. Selim’in kız kardeşi olan sultan, bu yalıya çok özenmişti. Sarayın dekorasyonu için, mimar-ressam Antoine Ignace Melling ile anlaşmıştı. Hatice Sultan, mimara isteklerini iletebilmek için, harf devriminden bir asır önce Latin harfleriyle yazı yazmayı ve İtalyanca konuşmayı öğrenmişti.

Bazı tarihçilere göre, bu yalının dekorasyonu sırasında Hatice Sultan, Melling’e aşık olmuşu. Tarihçiler bu yakınlaşmaya, sultanın kocası Hotin Muhafızı Esseyid Ahmet Paşa’nın, zamanının çoğunu İstanbul dışında geçirmesinin neden olduğunu öne sürüyorlardı. Bu ilişki, Melling’in Cenovalı bir kızla evlenmesine kadar devam etti. Bu evlilikten sonra Hatice Sultan, mimarla tüm ilişkisini kesti, mektuplarına yanıt vermedi.

Orhan Pamuk’un, "İstanbul Hatıralar ve Şehir" adlı kitabında da bu konuya değinilmişti. Kitapta yer alan, Melling’in sultana yazdığı son mektupta şu yakarmalar yer alıyordu: "Efendim, kulları (ben) cumartesi günü uşağımı gönderdim aylığı almaya... demişler artık aylık yoktur... Efendimizden bu kadar iyilik görmüşken inanmadım bu tembihi efendimizin buyurduğuna. Zannederim bu lakırdı kıskanmak lakırdısıdır, bakıyorlar ki efendimiz kullarını seviyor... Şimdi kış geliyor, Beyoğlu’na gideceğim, velakin nasıl gideceğim? Bir para yok. Ev sahibi kira istiyor, kömür, odun mutbak şeyleri lazım ve daha benim kızım çiçek çıkarıyor, hekim 50 kuruş istiyor, nasıl ederim? Ne kadar kere yalvardım, ne kadar yol ve kayık masrafı verdim ve bir hayırlı cevap çıkmadı. Bir akçe elimde yoktur yalvarırım..."

İlkokula dönüştürülmüş bu tarihi yalının bahçesinde koşarken, sınıflarında okumayı, yazmayı sökmeye çalışırken, tüm bu geçmişten habersizdim. Şimdi bu yalı satılığa çıkıyor. Umarım alanlar, benim ve yalının geçmişini unutturacak girişimlerde bulunmazlar.

YALIDAKİ ORTAOKUL

Bu yalının hemen yanında ise Naime Sultan yalısı yer alır. Yanıncaya kadar Gazi Osman Paşa Ortaokulu olan bu yalı, benim de okul anılarımı barındırır. Yaşamımda önemli bir yer kapsar. Zekiye Sultan Yalısı ile bir çifte sahil sarayı oluşturan bu yalının bir diğer adı da Gazi Osman Paşa Yalısı’dır. Bu yalı mabeyin müşiri olarak atanan paşaya II. Abdülhamid tarafından hediye edilmişti. Naime Sultan, Gazi Osman Paşa’nın oğlu Kemaleddin Paşa ile evlenince buraya gelin gelmiş, daha sonra yalı onun adıya anılır olmuştu. Gazete haberine göre bu yalı da, yani ortaokulum da satışa çıkarılmış. Yeni sahibinin kim olacağını, binayı ne için kullanacağını çok merak etmiyorum. Sadece geçmişimin bir bölümünün daha yok edilmesinden korkuyorum.

Son zamanlarda Boğaz vapuruna binip, sık sık geçmişimin önünden geçip gidiyorum. Ne olur ne olmaz diye, anılarımdaki sarayları, yalıları, camileri hafızamın arşivine depoluyorum.
Yazının Devamını Oku

Kutsal ağacın peşinde

19 Kasım 2006
Sonbahar hasat mevsimidir. Önce bağlar üzümleriyle vedalaşır, sonra da zeytinler ağaçlarıyla. Hasat demek, yemek, içmek, eğlenmek anlamlarını da içerir. Geçen hafta Ayvalık’ta "Zeytin Hasadı Şenliği"ne katıldım. Zeytinyağının sorunlarını öğrendim, lezzetli yemekler yedim, güneşli bir hafta sonunun tadını çıkardım.

Bu kaçıncı Ayvalık’a gelişimdi acaba? Son gezi beşinciydi sanırım. Buraya gelmek için her zaman bir bahane bulurdum. Bu seferki bahanem, Ayvalık Ticaret Odası’nın düzenlediği "Ayvalık Zeytin Hasadı Şenliği" idi. Erken kalkıp, sabahın mahmurluğundan sıyrılmak için Cunda sahilindeki Taş Kahve’ye gitmiştim. Niyetim denize karşı kahvaltı etmekti. Yeni demlenmiş bir bardak çay, bir dilim taze ekmek, kırma yeşil zeytin, bir tabağın içinde, bir gün önce sıkılmış zümrüt yeşili zeytinyağı... O an, bundan daha lezzetli bir kahvaltı olabileceğini düşünemiyordum.

Sert poyraz üşütüyordu. Gelirken görmüştüm; Cunda’nın kuzeyinde deniz kudurmuş, köpük köpük dalgalanmıştı. Hava soğuktu ama pırıl pırıldı. Bulutlar, Ayvalık’a gelmek yerine Kaz Dağları’nın zirveleriyle oynaşmayı tercih etmişti. Ege kıyılarında her zaman cömert olan güneş, artık gücünü yitirmişti. Deli poyrazı itip, ısısını gönderemiyordu. Anlaşılan kış yavaş yavaş yüzünü göstermeye başlıyordu.

"Cunda, delisi, kedisi ve keçisi meşhurdur" derlerdi. Kıyıda ağ ayıklayan balıkçıların etrafına dizilmiş kedileri görünce bu cümle aklıma geliverdi birden. Bu cümlenin doğruluğunu kanıtlamak için tüm kediler sahile yığılmıştı sanki. Kedilerin çoğunu bir önceki gelişlerimden tanıyordum. Topal zeytin, kör sarman, cambaz tekir... Onlara bu adları ben takmıştım.

Kahvaltım bitince kıyıdan, balıkçılara selam sarkıta sarkıta yürüyüp, beni hasat yerine götürecek otobüse bindim. Zeytin hasadının yabancısı değildim. Geçen yıl da aynı mevsimde buralara gelmiş, zeytinliklerde hasada katılmış, lezzetli yemekler yemiş, eğlenmiş, öğrenmiş ve dönmüştüm. Onun için yörenin ileri gelen üreticilerinden Mehmet Süner’in, Bademli’deki bahçesinde ilk sırayı yeni gelenlere bırakıp, kalabalıktan uzakta, yaşlıca bir ağaca dayanıp zeytini düşündüm. Bir ara, poyrazın salladığı dalların kulağıma bir şeyler fısıldadığını sandım: "Herkese aidim ve kimseye ait değilim. Sen gelmeden önce buradaydım, sen gittikten sonra da burada olacağım..." Aslında zeytin ağacı bu sözleri, kavurucu bir yaz günü gölgesine sığınan Homeros’a fısıldamıştı. Okuduklarımın etkisi hálá sürüyordu anlaşılan.

ZEYTİN SEMBOLİZMALARI

Bu kutsal meyve hakkında bir şeyler öğrenebilmek için çok kitap karıştırmıştım. Örneğin "Semboller Ansiklopedisi"ndeki "Zeytin Ağacı" maddesinde şunları okumuştum: "Zeytin ağacının çok zengin bir sembolizması vardır. Bunlardan en çok kullanılanlar: Barış, zafer, ödül, arınma, güçtür..."

"Bir Çin efsanesine göre, zeytin ağacı zehirleri etkisiz kılar. Bu nedenle, Çin’de zeytin ağacının koruyucu bir gücü olduğuna inanılır."

"Japonya’da ise gönül okşayıcılığın, başarının sembolüdür. Zafer ağacıdır."

"Yahudi ve Hıristiyan inancına göre zeytin barışın sembolüdür."

"Ortaçağda zeytin ağacı, altını ve aşkı simgeler. Angelus Silesius, muhtemelen Melik Süleyman Mabedi’nden esinlenerek, ’Kapında altın renkli zeytin ağacı görürsem, seni o dakika tanrının Kutsal Mabedi bilirim’ diye yazar..."

"Bir başka inanca göre ise zeytin ağacı seçilmişler cennetinin sembolüdür."

Kuran’da Nur Suresi der ki: "Allah, göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun sıfatı, sanki içinde ışık bulunan penceresiz bir hücredir. O ışık bir cam muhafaza içindedir. Cam da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Bu ışık, güneşin doğuşunda ve batışında gölgelenmeyen mübarek bir zeytin ağacının yağından yakılır. O’nun yağı, kendisine bir ateş dokunmasa bile, hemen ışık verir. Bu ışık, nur üstüne nurdur. Allah, dilediği kimseyi nuruna kavuşturur. Allah insanlar için böyle misaller verir. Allah her şeyi bilir."

Ağaçların çoğunda zeytin tanelerinin rengi mora dönmüştü. İşçiler ellerinde sopalar, tırmıklarla meyve dolu dalları dövüyor, sıyırıyor, taneleri ağacın dibine serilmiş bezlerin üstüne döküyorlardı. Sonra o taneler çuvallara doldurulup sıkımhaneye götürülecek, orada mis gibi zeytinyağına dönüştürülecekti.

Bahçenin bir köşesine yemek masaları kurulmuştu. Geçen yılki hasat yemeği Mustafa Kürşat’ın bahçesinde düzenlenmişti. O yemekte yediğim favanın, sarmanın, yeşil otların, kalamar yahnisinin tadı hálá damağımdaydı. Hele ev sahibesi Fatma Kürşat’ın pişirdiği kuzu etli, bol dere otlu Maratha (Arapsaçı) adeta damağımı çatlatmıştı.

HASAT YEMEĞİ

Bu yılki yemeği ünlü aşçı Yörük Mehmet hazırlamıştı. Gerçekten de muhteşem yemekler yedim. Haziran ayı kuzusuyla yapılan tandırın tadına doyamadım. Hele Kozak yaylasının ünlü çam fıstığı ile yapılmış sütlü irmik helvasını yerken, lezzetin zirvelerinde dolaştığımı sandım. Yemek bitiminde, gelecek yılı düşünüp heyecanlanmaya başladım. Hasat şenliğinin, aynı zamanda bir lezzet şenliğine de dönüşeceğinden adım gibi emindim.

Yemekten sonra Cunda Adası Kültür Merkezi’nde düzenlenen panele katıldım. Panelde üreticisinden "Zeytin Dostu"na, sanayicisinden ihracatçısına epey kalabalık vardı. Sorunlar ve suçlamalar havalarda uçuştu. Onları dinlerken anladım ki, zeytinyağında dert çoktu, çözecek makam yoktu. Panel sonunda öğrendiklerim şunlardı:

Son 10 yılda ağaç sayısı 50 milyon artmıştı. Bu yıl 35 milyon yeni fidan dikilmişti. Gelecek yıl dikilecek 54 milyon fidan için sertifika istenmişti.

Zeytinyağcılar beş yıl sonra İspanya’dan sonra dünyanın ikinci büyük üreticisi olmaya odaklanmışlardı.

Bu olumlu gelişmelere rağmen kasım ayında 3.20 YTL’ye düşen fiyatlar üreticiyi kaygılandırmaya başlamıştı.

Türk zeytinyağı, kota olmadığı için uygulanan yüksek gümrük vergisi nedeniyle Avrupa’ya satılamıyordu. Oysa Tunus, Cezayir, Ürdün, Suriye gibi ülkeler bile kota almışlardı. Buna hızla çözüm bulunmalıydı.

Bir an önce markalaşmalı, yurtiçi ve yurtdışı tanıtım atağına geçilmeliydi.

Uluslararası Zeytinyağı Konseyi’ne bir an önce yeniden üye olunmalıydı.

Üreticiye destekleme primi verilmesi sorunu hemen çözülmeliydi.

MEZELER SIRA SIRA

Panelde elektriklenen hava, akşam yemeği için gidilen Nesos, Deniz ve Günay restoranlarda yatıştı. Ayvalık’ın ünlü mezelerinin biri bitti, diğeri geldi. Bunların arasından ağırlığı deniz kestanesine (karadiken) verdim. Ortadan ikiye bölünmüş kabukların içine limon sıkıp, içkime katık ettim. Bu arada, bir-iki saat önce sıkılmış zeytinyağlarına ekmek banmayı ihmal etmedim.

Ertesi gün, poyraz tasını tarağını toplayıp gitmişti. Hava ve deniz sütliman olmuştu. Güneş keyfe gelmiş, mavi gökyüzünde mutluluk saçmaya başlamıştı. Yine Taş Kahve’ye gittim. Bu kez teneke tulumu ile yapılmış nefis bir Ayvalık tostu ısmarladım. Kedilerle selamlaştım. Balıkçılarla sohbet ettim. Bir-iki dostla kıyıda volta attım. Sonra yağmurlu, soğuk İstanbul’la kucaklaşmak üzere dönüşe geçtim.

Dönüş yolunda aklımdan şunlar geçti: Akdeniz çanağındaki ülkeler, yılda kişi başına 10-15 kilo zeytinyağı tüketirken Türkiye’de neden bir kiloyla yetiniyorduk? Önce bunu çözmek lazımdı. Kurulması düşünülen "Zeytinyağı Tanıtım Grubu", öncelikle iç tüketimin artması için kolları sıvamalıydı. Mardinliye, Urfalıya, Gaziantepliye, Erzurumluya, Karadenizliye bu muhteşem yağı anlatmalıydı. Ayrıca zeytinyağlı yemeklerde bile, çiçek yağı kullanmanın doğru olmayacağını vurgulamalıydı. Zeytinyağının sağlık olduğunu, yaşamı uzattığını söylemeliydi. Zeytinyağı hakkında söylenecek o kadar çok olumlu slogan vardı ki, bunların hepsini bulup, gümbür gümbür tüm Türkiye’ye duyurmalıydı.

Her yerde savaşçılar vardır. Üreticilerden Yahya Laleli, Salih ve Sezai Madra, Mustafa Kürşat, Mehmet Süner, Ege Zeytin ve Zeytinyağı İhracatçıları Birliği Başkanı Ali Nedim Güreli, Ayvalık Ticaret Odası Başkanı Rahmi Gencer, Ayvalık Ziraat Odası Başkanı Ahmet Sucu (adını unuttuklarım beni bağışlasın)... Bunlar da yörenin zeytinyağı savaşçılarıydı. Onları tanıdıktan sonra, bu savaşın kazanılacağına inandım. Tanıtıma katkım olsun diye, tüm okurlarımı zeytinyağı tüketmeye davet ediyorum.
Yazının Devamını Oku

Batı Karadeniz’de lezzet yolculukları

12 Kasım 2006
Şu sıralar, ağaçlar rengarenk yapraklarını takmış takınmış sonbaharı uğurluyor. Bütün doğa, usta bir ressamın elinden çıkmış tabloya dönüşmüş. Hem bu manzaraları görmek hem de Batı Karadeniz’in lezzet duraklarını keşfetmek için yollara düştüm. Bu gezi sırasında gözüm ve midem adeta bayram etti.

Yola çıktığımızda hava hiç de iç açıcı değildi. Karadeniz yönünden gelen patlıcan moru bulutlar yağmur yüklenmişti. Sonbaharın son günlerinde bulutlardan başka ne beklenirdi ki! Geride sadece birkaç "sarı sıcak" kalmıştı o kadar. Bundan sonraki yolculuklarıma artık yağmur, kar, kara bulutlar, sert rüzgárlar eşlik edecekti.

"CNN Türk" kanalında gösterilen "Lezzet Durakları" adlı programın çekimi için yönetmen Cengiz Özkarabekir ile birlikte Batı Karadeniz’e doğru gidiyorduk. Aslında o bölgeye gitmek için zamanlama çok iyiydi. Bu mevsimde doğa bir tabloya dönüşürdü. Sarı, kırmızı, vişne çürüğü yapraklarla bezenmiş ağaçların oluşturduğu manzara, insanları bir düşten diğer bir düşe sürüklerdi. Bir de doğada bu mevsimde sadece kuş sesleri olurdu.

İlk lezzet durağı Adapazarı’ndaki Meşhur Köfteci Mustafa’ydı. Sakarya Caddesi’ndeki dükkanda, 1912’den beri ıslama köfte pişiriliyordu. Bu köfteyi icat eden Üsküp göçmeni Mustafa Usta öldükten sonra, iş, çıraklarına kalmıştı. Yılmaz Usta da onlardan biriydi. Tam 50 yıldır tezgahın başında bayat ekmekleri, biberli, yağlı et suyuyla ıslatıyor, ekmeklerin üstüne ise köfteleri sıralıyordu. Hem görüntü hem tat insanın ağzını sulandırıyordu.

Çekimleri bitirdikten sonra Adapazarı’nın içinden geçip, Sakarya Nehri’nin Karadeniz’le kucaklaştığı Karasu’ya geldik. Karasu, hem balıkçı hem de yazlıkçı bir yerleşim yeriydi. Yazlıkçılar çoktan gittiği için etrafta bir sessizlik, kimsesizlik hüküm sürüyordu. Çiseleyen yağmur da görüntüye biraz hüzün katmıştı. Balıkçılar, Sakarya’nın ağzına sıralanmış, Karadeniz’in sakinleşmesini bekliyordu. Nehrin kıyısına dizilmiş salaş meyhanelerin bacalarından, mis gibi balık kokusu yayılıyordu etrafa. Açlığımızı ıslama köfteyle bastırdığımız için bu kokulara yüz vermeden yolumuza devam ettik.

SESSİZ AKÇAKOCA

Yol, Karadeniz’in kıyısından gidiyordu. Poyrazın kovaladığı dalgalar, kıyıya çarpıp gerisin geriye dönüyordu. Rüzgarın sertliğine öfkelenen deniz beyaz beyaz köpürüyordu. Bu oyuna bulutlar da sicim gibi yağmurla katılınca, ortaya vahşi, ürkütücü, büyüleyici bir masal ortamı çıkıyordu. Biz de bu masalsı görüntünün içinde Akçakoca’ya doğru ilerliyorduk. Batı Karadeniz’in yazlık kasabası Akçakoca bizi, sessiz sokaklarıyla karşıladı. Yaz konuklarını yolcu etmiş, kendisiyle baş başa kalmıştı.

Hülyam Restoran, buradaki lezzet durağımızdı. Yörenin yemeklerini yapan bu restoran, damağına düşkünlerin önerdiği bir adresti. Mancar, bu yörenin en gözde sebzesiydi. Hemen her yemekte mancarın izine rastlanıyordu. Hülyam Restoran’ın mutfağında, mancarın karalahana olduğunu öğrendim. Patron Haşim Bey’in eşi önce mancar ezmesi, ardından tavada çiğ börek benzeri mancar pidesi yaptı. Eğer günün birinde Akçakoca’ya yolunuz düşerse, bu yemeklerin tadına bakmanızı öneririm.

Sonra Karadeniz’i solumuza alıp Alaplı’ya doğru yola çıktık. Yol boyu bulutlar kah üstümüze çullanıp yağmurlarını boşalttı, kah kenara çekilip güneşe izin verdi. Önü açılan güneş yamaçları aydınlattı. Yamaçlar da sonbaharın pastel renklerini gösterip, gönlümüzü aldı. Alaplı’da yemek çeşidi boldu ama, bunları sunacak bir lezzet durağı yoktu aslında. Deniz kıyısında, bir belediye tesisinde, Alaplılı kadınlar maharetlerini ortaya dökmüştü: Höşmerim, köken mancarı, kabak gözlemesi, kabuklu bakla yemeği, yufka tiriti... İlgimi en çok çeken de kabuklu bakla yemeği oldu. Alaplılılar, bizim çöpe attığımız taze baklanın kabuğunu kurutup, kış başında bu nefis yemeği pişiriyorlardı. Belediye Başkanı Faruk Çaturoğlu, önümüzdeki baharda deniz kıyısına bir restoran yapacaklarını, yolu buraya düşecek gezginlere bu yemekleri sunacaklarını söyledi.

EN LEZZETLİ PİDE

Gecelemek için Akçakoca’ya döndük. Ertesi gün ilk lezzet durağımız, Karadeniz Ereğlisi girişindeki Plaj Restoran’dı. Buranın kabak tatlısı dillere destandı. Eyüp Usta, özel seçilmiş kabaklardan öyle lezzetli bir tatlı yapıyordu ki insan, (özellikle ben) yemeğe doyamıyordu. Altı saatten fazla fırında kalan kabaklar, karamel, kestane, ekmek kadayıfı tatlarına bürünüyor, hele üstüne konan bembeyaz manda kaymağıyla tadını zirveye taşıyordu. Daha sonra Ereğli’nin deniz kıyısında, ev kadınlarına tahsis edilmiş küçük büfelerin biri olan "Has el"de kentin geleneksel tatlısı kabaklı gözlemenin yapılışını izledik, tadına baktık.

Bana en iyi Karadeniz pidesinin nerede yapıldığını sorduklarında bir-iki yer öneririm. Bunlardan biri de Erdemir Caddesi üstündeki Meşhur Pideci Hasan’dır. Sırf bu pideyi yiyebilmek için bir bahane uydurur Ereğli’ye uğrarım. Yine öyle yaptım. Pideciliği babası Ali Kuru’dan öğrenen Hasan Usta’yı, fırının başında, kan ter içinde çalışırken buldum. Kendisi ve ekibi, müşterilere pide yetiştirebilmek için soluk almadan çalışıyordu adeta. Biri hamuru açıyor, diğeri malzemeyi koyuyor, Hasan Usta fırını idare ediyor, bir diğeri çıkan pidenin içine yağ sürüyor, isteyene yumurta kırıyor, bir başkası da hazırlanan pideyi doğrayıp tabağa koyuyordu.

Arka taraftaki küçük salonda pidemi yerken, Evliya Çelebi’nin olduğu öne sürülen yazıyı bir kez daha okudum. Bu yazıda Çelebi, Ereğli pidesine övgüler düzüyordu. Sonradan tüm seyahatnameyi karıştırdım ama bu bölümü bulamadım. Bu yazıda iyi bir pide yerel ağızla şöyle tarif ediliyordu: "Az bişese mideyü şişürü, çok bişese guru olu, o sebepten ben kıyır olsun didim. Fırından çıkaru çıkarmaz da yımırta dökülecek..."

AMASRA’NIN BALIKLARI

Ereğli’den sonra sonbahar iyiden iyiye bastırdı. Dağlar tepeler kızardı, sarardı, yeşillendi. Yolların üstünü kahverengi yapraklar örttü. Zonguldak’ın Kozlu ilçesine geldiğimizde, güneş renkler saça saça dünyanın diğer ucuna gitmeye hazırlanıyordu. Karadeniz, mor denize dönmüş, gökyüzünü eflatun, sarı, kırmızı, erguvan, yeşil yansımalar kaplamıştı. Dayanamadım, durdum, kömürlü sahile bir iskemle atıp, menevişlenen sulara dalıp gittim.

Fatih’in cennete benzediği Amasra’ya geldiğimizde gün akşam olmuş, tavalarda balıklar kızarmaya başlamıştı bile. Yörenin en iyi ve en eski lezzet duraklarından Çeşmi Cihan’da, hem tava balığın hem 8-10 çeşit yeşillikle yapılan salatanın tadını çıkarttık.

Sonra sarmısak diyarı Taşköprü’de, mevsimin son kuyu kebabının tadına baktık. Çarşı merkezindeki Osman ve Ömer kardeşlerin kebapçısında, kuyuda iki saat pişen kuzuları parmaklarımı yalaya yalaya bir güzel yedim. Sonra Kastamonu’ya geçtik. Buraya ne zaman gelsem, Yılanlı Sokak’taki asırlık lokantaya uğrayıp simit tiridinin mutlaka tadına bakarım. Susamsız simit, gerdan suyu, sarmısak, yoğurt, kıymayla yapılan ve tereyağıyla tamamlanan bu basit yemeğin zengin lezzeti, damakları çatlatacak cinstendi. Harun Usta’yı bir kez daha kutladım. Sinan Bey Konağı’nda ise Kastamonu’nun ünlü yemeklerinden etli ekmekle, bandumanın tadına baktım.

Safranbolu’da bizi eski dostlarım Gül ve İbrahim Canbulat bizi yeni otellerine buyur etti. Gülevi adlı bu beş odalı butik konak-otel öylesine güzel olmuştu ki, canım odadan çıkmak istemedi. Eski ile yeni birbiriyle uyum içinde eşleşmiş, geçmişin içinde modern zamanı yaşamanın keyfi doruğa çıkmıştı. Safranbolu’da yılların lokumcusu İmren’den bu tatlının sırlarını öğrendik, eski konaklara, daracık sokaklara hayranlığımızı bir kez daha sunup Gül ve İbrahim’e veda ettik.

Son lezzet durağı Bolu’daki Yurdaer Otel Mutfak Sanat Merkezi’ydi. Bolulu ünlü aşçı Haşim Usta’nın oğlu Yurdaer Kalaycı, burada babasının ününü sürdürüyordu. Mönüsünde Osmanlı Mutfağı’nın en lezzetli örneklerini sunan Yurdaer Bey, mutfakta yarattığı sanat eserlerini konuklarıyla paylaşmaktan mutluluk duyuyordu.

Dönüş yolunda Abant’a saptık. Orada da ağaçlar sonbaharı uğurlamak için renkli elbiselerini giyinmişlerdi. Ormanın her köşesi, sanki birbirleriyle güzellik yarıştırıyordu. Yolculuğun son sürprizi, önümüzden sıçraya sıçraya kaçan üç geyik oldu. Doğanın tablolarını kaçırmak istemiyorsanız hemen yola çıkın. Çok vaktiniz kalmadı. Ağaçlar soyunmadan yakalayın onları.
Yazının Devamını Oku

Zamansız mavi yolculuk

5 Kasım 2006
Ancak zaman bulup, ekim ayının sonunda mavi yolculuğa çıktım. Gökova’nın cenneti andıran kimsesiz koylarında kah balık yakaladım, kah yüzdüm, kah güzelliklere daldım gittim.  Deniz bazen çarşaf gibi dümdüz oldu, kah rüzgarla oynaşıp dalgalandı. Gece gökyüzünde yıldızları göremedim ama, bu yolculuğun tadı damağımda kaldı.

Uzun zamandan beri sesi soluğu çıkmayan avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar, ekimin son günlerinde telefon edip hal hatır sordu, kendisi hakkında rapor verdi. İşi gücü satıp savmış, Bodrum’un Bitez’ine yerleşmiş. Kara avcılığını da artık iyiden iyiye terk edip, balıkçılığa merak sarmış. Onun için koca bir tekne almış. Şimdi günlerini koy koy dolaşıp, balıkları kandırmakla geçiriyormuş.

Tüm bunları anlattıktan sonra ağzındaki baklayı çıkardı: "Havalar çok güzel. Hemen atla gel, Gökova’da bir mavi gezi yapalım..." Bu davete hemen itiraz ettim: "Koca yaz aklın neredeydi. Ekimin sonunda mavi gezi mi olurmuş... Fırtınası dalgası, yağmuru..." Yanıldığımı söyledi. Gökova’nın tam vaktidir dedi. Sonra ekledi: "Bir mavi yolcu için en büyük başarı, kendisinin bir mavi yolculuk düzenleyebilmesi ve arkadaşlarına bir mavi gezi serüveni yaşatabilmesidir..." Anladığım kadarıyla deniz, Zeki’yi çok değiştirmiş, filozof yanını kuvvetlendirmişti.

Vakit geçirmeden toparlandım. İlk uçakla İstanbul’dan Bodrum’a uçtum. Uçakta okuduğum bir kitapta, Zeki’nin son cümleyi Azra Erhat’tan "yürüttüğünün" farkına vardım. Ayrıca aynı kitapta -Mavi Yolculuk- bu yolculuğun öncülerinden biri olan Azra Erhat’ın da Zeki’yle aynı şeyleri söylediğini okudum: "Mavi gezinin yapılabileceği mevsim haziran ayından ekim sonuna kadar uzanır. Yaz ayları açık havada, güvertede yatmak için en elverişli aylarsa da, güz ayları denizlerin en sakin ve balığın en bol olduğu zamanlardır..."

Yazımın tam burasında bir itirafta bulunmalıyım. Bugüne kadar hiç mavi yolculuğa çıkmadım! Bu yolculuğa çıkan teknelerin uğradıkları koyların büyük bir bölümüne, ya günübirlik tekne gezileriyle gittim ya da karadan arabayla ulaştım. Ama teknede geceleyip, yıldızlara bakarak hiç hayal kurmadım veya gecenin sarhoşluğundan sıyrılabilmek için sabahın erkeninde denize balıklama atlamadım. Bunları bugüne kadar neden yapmadığımın cevabı yok. Belki de dar kamaralarda yatamama korkusudur. Bilmiyorum!

ŞAŞIRTICI MAVİLİK

Neyse, Azra Erhat’ın kitabına dönersek; ona göre Gökova’ya ilk gelen, en çok denizin maviliğine şaşıp kalırmış. Denize baktıkça gözünün önüne gelen lacivert, çivit mavisi, mor, menekşe, yeşil, zümrüt yeşili diye renk adlarını bulur sıralarmış. Türkçesi yetmeyince de, indigo, saks mavisi, Prusya mavisi gibi terimlere başvurur, durmadan başka tonda bir maviye boyanan denizin karşısında onlar da yetmeyince dünya dillerinin Gökova’yı tanımlamaktaki yoksulluğunu anlayıp susar, hayran hayran baka kalırmış.

Bodrum’a indiğimde, gökyüzünde kara bulutlar oynaşıyordu ama hava sıcaktı. Bir solukta marinaya inip, eşyaları tekneye attık. Denizciliği Zeki’ye öğreten Ordulu Ferhat Kaptan son hazırlıkları yapıyordu. Bir koşu markete gidip, kumanyayı torbalara doldurduk. Elimizdekileri görenler bizi bir aylığına denize açılıyor sanırdı. Hem gözümüze hem midemize ziyafet çekmeye niyetlenmiştik. Ferhat Kaptan ile çırağı demiri çekip, limandan çıkmaya çalışırken, arka tarafta koltuğa yerleşmiş, kendimi mavi yolculuğun dinginliğine terk emiştim bile.

Deniz, onu bilenlerin tabiri ile adeta "tahta" gibiydi. Karaada açıklarına gelince, Kos Adası’nın üstüne biriken kara bulutlar dikkatimi çekti. Hatta küçük bir hortum, yılan gibi kıvrıla kıvrıla denizi bulutlara taşıyordu. Yağmur gelecekti anlaşılan. Bir balıkçı, "Kos’un üstünde bulut varsa bilki Bodrum’a yağmur yağar" demişti. "Kısmet" dedim içimden.

Solda evler bitti, Bodrum’un yeşil yüzü göründü. Sağ tarafta ise antik dönemdeki adı Arkonessos olan Karaada uzanıp gidiyordu. Buraya niye kara demişlerdi acaba? Oysaki tepeler yemyeşildi. Sonra karşımıza girintili çıkıntılı sahilleri, zeytin ağaçlarıyla kaplı yamaçlarıyla Orak Adası çıktı. Ortadaki küçük Kıstak Adası’nı geçince, doğudan esen rüzgar sertleşti, dalgalar tekneyi hop hop hoplattı. Kos’tan kopup gelen kara bulutlar da ilk damlalarını dökmeye başladı.

BALIK HAYALLERİ

İlk demir attığımız yer Çökertme Koyu oldu. Buranın diğer bir adı Fesleğen Koyu idi. Bu adı belki de yamaçlarının fesleğenle kaplı olmasından almıştı. Zeki, öğle yemeği için tencereye su koyarken, türküdeki Çökertme’nin burası olmadığını, Yalıkavak Beldesi’nin batı sahilindeki Geriş Köyü’nün altına düşen bölgenin eski adının da Çökertme olduğunu, türkünün kahramanı kaçakçı Halil’in oralı olduğunu anlattı.

Öğleyi makarna ve salatayla atlattık. Asıl ziyafet akşamaydı. Yemekten sonra demir alıp, pruvayı Gökova’ya çevirdik. Kıyı kıyı gidecektik. Zeki ile birlikte sirti oltalarını kıçtan denize saldık. Pervanelerin çalkaladığı sulara dalıp gitmiştim. Aklım fikrim misinanın ucuna takılmıştı. Koca bir lüfer veya kofana, belki irice bir palamut, belki de bir sinarit... İğneye atlayacak balıktan başka bir şey düşünmez olmuştum. Tüm sorunlar, dertler, sıkıntılar misinanın üstünden kayıp, denize akıp gitmişti sanki. O an aklıma Orhan Veli düştü nedense: "Gün olur başımı alır giderim,/ Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda./ Şu ada senin bu ada benim,/ Yelkovan kuşlarının peşi sıra."

İskele tarafında Yeniköy Termik Santralı’nın dumanlı koca bacası görününce oltayı topladım. Gökova’nın çirkinlik abidesini görmemek için Zeki tekneye yol verdi. Bir hızla geçip gittik. Biraz sonra Ören sahilleri göründü. Orası da yazlıkçılarıyla vedalaşmış, kendi başına kalmıştı. Niyetimiz Ören burnunu dönüp, cennet Akbük’te gecelemekti. Kıran Dağları’na yaslanmış Akbük’e karadan birkaç kez gelmiş, koyun kimsesizliğine ve sessizliğine hayran kalmıştım. İlk kez denizden geliyordum. Ama hesaplarımız tutmadı. Güneyli rüzgarlar sakin koyu kıpır kıpır etmişti. Ferhat Kaptan, "sabaha kadar sallanırız, uyku tutmaz" dedi. Ben de içimden bir kez daha "kısmet" dedim. Halbuki gece yıldızlara bakarak uyumayı hayal etmiş, heyecanlanmıştım.

KOYDAKİ DENİZKIZI

Koydan çıkıp bir hızla karşıya, Sedir Adası’na vardık. Orta Ada, rüzgara siper olmuş, turkuvaz suları süt liman etmişti. O ara güneş de göründü. Vakit geçirmeden mayomu giyip, ekimin sonunda Gökova’nın gök mavisi sularıyla kucaklaştım. Sonra ekim güneşinin cılız sıcağına sığındım. Zeki, motoru indirip, adaya gidelim dedi. O an canım, ne geçmişin kalıntılarını ne de Kleopatra Plajı’nın altın sarısı incecik kumlarını görmek istedi. Tembel tembel yatmayı tercih ettim.

Gün akşama dönmeden İngiliz Limanı’na girdik. Usta denizci Sadun Bora, "Vira Demir" adlı kıymetli kitabında koyu şöyle anlatmıştı: "70’li yılların sonuna kadar bu koyun etrafını koca koca çam ağaçları çevirirdi. Onlara bağlandığınız zaman dalları teknenizin üzerini örterdi. Yüksek ağaçlar perde gibi rüzgara mani olur, neredeyse demir atmaya gerek kalmazdı..."

İskeleye yaklaşırken kıyıda bir denizkızı heykeli gördüm. Heykeltıraş Tankut Öktem’in yaptığı heykeli, Sadun Bora, Can Pulak ve diğer "Gökova düşkünleri" buraya yerleştirmiş ve altına şunu yazmışlardı: "Bu denizkızı düşlerini süsleyen cennete erişebilmek için nice engin denizler, ufuklar aştı. Kıtalar, adalar dolaştı. Ta ki Gökova’ya ulaşana kadar..."

Gözlerden gizlenmiş bu koyun iskelesine kıçtan kara yaptık. Balık yakalayamadığımız için, balıkları iskelenin lokantasında yedik. Gece ilerleyince yatmak için tekneye döndük. Uyku tulumuna girip, arka güverteye uzandım. Gözümü zifiri karanlıkta gökyüzüne diktim ama yıldızları göremedim. Denize doğru uzayıp giden yakamozlar da yoktu. Ama ay ışığının çıt çıkmayan gecede, kara bulutlara yol gösterdiğine şahit oldum.

CENNET KOYLARDA

Ertesi gün kahvede çay içerken, bu koyların usta balıkçısı Ercü Kaptan oltalarımıza bir göz attı. Sonra da "bunları çöpe atın" dedi. Üşenmedi bize yeni, usta oltalar bağladı, "hadi şimdi rasgele" dedi. Bir heves palamarı çözüp, iskeleden ayrıldık. Koylar ve balıklar bizi bekliyordu. Her havaya kapalı, sakin suların oynaştığı Löngöz Koyu, bir kış limanı olan Okluk Koyu, güneyli rüzgarlara kucak açan Hırsız Koyu, Kıran fırtınasının bile söz geçiremediği Çanak Koyu, Kösemen Adaları, Yedi Adalar, Bördübet kıyıları... Ekimin izin verdiği kadar yüzdük, balık tuttuk, gecelerin sessizliğini dinledik, Gökova’nın tadını çıkardık.

Yola çıkışımızın üçüncü günü geri dönüp, marinaya kıçtan kara ettiğimizde, aklım başımdan gitmişti. Gözümde hálá mavinin tonları, ağaçların yeşilleri uçuşuyor, kulaklarım sessizliğin sesiyle çınlıyordu. Bu zamansız mavi yolculuğun tadı damağımda kalmıştı. Zeki’yle vedalaşırken, "bunu saymam" dedim, "yıldızları seyredemedim, yakamozlu denizlerde kürek çekmedim..." Zeki beni zehirlediğinin farkındaydı. Hınzırca bir gülüşle, "gelecek yıl tam zamanında çıkarız" diye yanıt verdi. İstanbul’a doğru uçarken, soğuk geçeceği söylenen kışı karşılamaya hazır hissediyordum kendimi.
Yazının Devamını Oku

Lezzetli Almanya

29 Ekim 2006
Almanya’ya yaptığım son gezide, bağlarıyla ünlü Mosel ve Ren nehirleri kıyılarında dolaşıp ülkenin en lezzetli şaraplarının tadına baktım, lezzetli yemeklerini yedim. Gezdiğim yerlerde Almanlar daha çok gülümsüyor, yaşamdan daha çok keyif alıyor, geceleri daha çok uykusuz kalıyorlardı.

Bu yıl bir türlü dur durak bilemedim nedense. Çat orada çat burada! Bu yazıyı bile bir başka gezinin içinde yazıyorum. Bu hafta sizlere Almanya’yı anlatacağım. Almanya’nın bir başka yüzünü, yemeli, içmeli, lezzetli, eğlenceli yüzünü tanıtmaya çalışacağım. Alman Hava Yolları Lufthansa ile Alman Turizm Merkezi’nin düzenlediği gezinin ilk durağı Münih’ti. Oraya gittiğimde, sonbaharı karşılama töreni Octoberfest (Ekim Festivali) başlamıştı. Yıllardan beri övgüsünü duyduğum Octoberfest’in gerçeğine katılma olanağını sonunda yakalamıştım.

Festivalin kalabalıklarına katılmadan önce, dünyanın bu en büyük "halk buluşması" hakkında bilgi vermekte yarar görüyorum. Octoberfest’in başlangıcı tam 173 yıl öncesine dayanıyordu. Bu aslında, Bavyera veliaht Prensi Ludwig ile Saksonya Prensesi Therese’nin düğün partisinden doğmuştu. Beş gün süren düğün şenlikleri, her yıl kutlanan partilere dönüşmüş ve bugünlere kadar gelinmişti. Octoberfest’i her yıl dünyanın dört bir yanından gelen yaklaşık 6 milyon kişi izliyordu. Festival bülteninde geçen yılın rakamları da yer alıyordu: 6 milyon 100 bin ziyaretçi gelmişti. 6 milyon litre özel bira içilmişti. 480 bin piliç çevirme, 180 bin domuz sosisi, 55 bin domuz paçası, 100 adet bütün sığır çevirmesi yenmişti. Bu rakamların içinde ne kadar patates tüketildiğinin yer almamasına şaşırdım. Çünkü öylesine çok patates tava yeniyordu ki, mutlaka tonlarca patates tüketiliyordu.

Çayırda, Bavyera’nın ünlü bira üreticilerinin dev çadırları yer alıyordu. Bu çadırların müşteri kapasitesi, 2 bin ile 10 bin arasındaydı. Masalarda yer bulabilmek için çok önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyordu. Kırmızı suratlı, kan ter içindeki kadın garsonlar, bir litre bira alan dev bardaklardan 5-10 tanesini birden kucaklayıp masalara dağıtıyordu. Ortadaki platformda, orkestra Bavyera halk türküleri çalıyor, masalardakiler de onlara eşlik ediyordu. Hemen herkes yerel giysiler içindeydi. Erkekler, dizin hemen altında biten askılı kısa pantolon, kadınlar ise göğüs dekolteleri oldukça açık çiçekli basma elbiseler giymişti.

TUVALET BOLLUĞU

Ben de bir bira istedim. Festival için yapılan yüksek alkollü, şerbetçi otunun ve mayalanmış arpanın tüm lezzetini dışa vuran özel bir biraydı. Sadece bu dönemde satılıyordu. Bu kadar çok bira içince, tuvalete gitme ihtiyacı da artıyordu. Öğrendiğime göre festival alanında tamı tamına 830 tuvalet vardı ve yalak biçimindeki pisuarların uzunluğu iki kilometreyi geçiyordu. Kadehimdeki bira bitince, çadırların arasında dolaşıp alanı terk ettim. Tecrübeli arkadaşlarım ilerleyen saatlerde görüntünün değiştiğini, kusanların, nara atanların, yerlerde yuvarlananların sayısının arttığını söylediler.

Ertesi gün gezinin ikinci bölümünü gerçekleştirmek için bir otobüsle, güneye, ülkenin en önemli bağ bölgesi Rheingau’ya doğru hareket ettim. Münih’ten uzaklaştıkça yeşilin hákimiyeti arttı. Ormanlar, uçsuz bucaksız tarlalar pencereden akıp gitmeye başladı. Sonra Ren Nehri göründü. Her zamanki sakinliğinden uzaktı. Nehir gemilerini, bir acele alıp götürüyordu. Yol, nehir ile bağlarla kaplı tepelerin arasına sıkışmıştı. Bağlar salkım salkım, beyaz şarabın prensesi Riesling üzümüyle dolup taşmıştı. Arada bir de küçük şatolar görüntüye girip kayboluyordu.

Tepelerden birinde bu şatolardan en ünlüsü Johannisberg duruyordu. Şatoyu sarmalayan bağlar, nehrin kıyısına kadar iniyordu. Göethe burası için şu sözleri sarf etmişti: "Johannisberg her şeye hükmeder, her şeyden çok üstündür." Almanya’nın ilk geç ve seçme hasat şarapları (Spatlese ve Auslese) tesadüfen bu şatoda üretilmişti.

MARX ÜZERİNDEN TİCARET

İlk molayı, bölgenin en turistik kenti Rudesheim’da verdik. Ren kıyısına kurulmuş bu küçük kent, daracık sokakları, şarap imalathaneleri, şarap barları, restoranları, 19. yüzyıl mimarisiyle bezenmiş evleri ziyaretçilerin ilgisini çekiyordu. Kentin sırtları bağlarla kaplıydı ve bu bağlara ulaşım teleferiklerle sağlanıyordu. Öğle yemeğinde bol bol yöre şaraplarını tattım. Aslında mönüde, bölgenin 350 çeşit şarabı yer alıyordu. Hangisini seçeceğim konusunda epey zorlandım.

Geceyi, Lüksemburg sınırındaki Trier kentinde geçirecektik. Kentin ortasındaki koca Roma kapısından geçip, ortaçağı anımsatan meydanda bir tur attım. Burası Almanya’ya çok benzemiyordu. Kentte bir gün kaldım. Zamanımın çoğu tepelerdeki bağlarda geçti. Neredeyse 80 derece diklikteki bu bağlarda nasıl çalışıldığına bir türlü akıl erdiremedim.

Karl Marx’ın 5 Mayıs 1818’de doğduğu ev de bu kentteydi. Şarap tadımından bulduğum ilk fırsatta bu müze-evi ziyaret ettim. Girişte satılan hediyelik eşyaları görünce oldukça yadırgadım. Koca Marx’ın fotoğrafları, şemsiyeleri, şarap şişelerini, tişörtleri, şişe açacaklarını, kırmızı renkli kadın çantalarını süslemişti. Odaları gezerken Marx’ın kemiklerinin sızlayıp sızlamadığını düşündüm.

Ertesi gün Mosel Nehri’nin en romantik kentlerinden Cochem’e geçtim. Zirvedeki şatodan, nehrin mendereslerini seyretmeye doyamadım. Şatodan aşağıya, bağların arasından geçen patika yoldan indim. Arada bir durup, salkımların tadına baktım.

Sonra kıyıda bir kahveye oturup, sararmış sonbahar görüntülerinin tadını çıkardım. Mosel, kız kardeşi Ren’in aksine nazlı nazlı akıyordu. Üstünde ise nehir gemileri beni her seferinde düşten düşe sürüklerdi. Bir tanesinde kaptan olmayı düşlemekten hiç vazgeçemedim nedense.

Öğleden sonra nehir üstünde yolcu taşıyan gemilerden birine bindim. Burada da şarap tadımı için hazırlık yapılmıştı. Bir yandan bölgenin en kaliteli beyaz şaraplarını yudumluyor, bir yandan da nehrin iki yanında akıp giden manzarayı seyrediyordum.

Gemi iki kıyıdaki iskelelerde duruyor, yolcuları indiriyor, yenilerini alıyordu. Yamaçlarda bağların dışında bir karış boş yer yoktu. Bağların kucakladığı küçük şatolar, çevreye masalsı bir görüntü katıyordu. Bağların bitiminde yeşilli, sarılı ormanlar, sivri çatılı evler, yüksek çan kuleli kiliseler, kartal yuvasını andıran şatolar, pencerelerinden rengárenk çiçekler sarkan evler... Bütün bunları gördükten sonra, ünlü ressam Turner’ın tablolarının neden o dönemde çok moda olduğunu, 18. yüzyıl ressamlarının neden Ren kıyısına hücum ettiklerini daha iyi anladım. Mosel’in Ren ile buluştuğu yerdeki Koblenz kentine geldiğimde gün artık akşama dönmüştü.

Bu gezimde, Almanya’nın "Akdenizli" yüzüyle tanışma fırsatını buldum. Gezdiğim bölgelerde yaşamdan keyif alma daha ön plana çıkartılmıştı. Mutfaklar daha lezzetlenmiş, şarap yudumlamak için saatlere bakılmaz olmuş, geceler biraz daha uykusuzlaşmıştı. Bu yüzü, Kuzeyli Almanya’nın yüzünden daha çok sevdim.
Yazının Devamını Oku

Bayram kaçkınları

22 Ekim 2006
Yarın bayram. Son yıllarda özellikle büyük kentlerde oturanlar, tatili bahane edip kent dışına kaçmayı adet edindi. Bu yüzden bayramlaşma geleneği yavaş yavaş unutulmaya başlandı. Halbuki hem büyüklerin gönlünü almak hem de bulunduğunuz kentte bir güzel tatil yapmak mümkün.

Yarın bir Şeker Bayramı’nı daha kutlayacağız. Kim bilir bu kaçıncı bayram? Aslında sayabilirim ama ne gereği var. Çok bayram geçti işte. İyi, kötü, eğlenceli, hüzünlü. Çocukluk anıları çok uzaklarda kaldı. Hepsi hayal meyal... El öpmeler, paralar, mendiller, şekerler, çikolatalar, atlı karıncalar, lunaparklar, çarpışan otolar, kayık salıncaklar, çivili rulet masalarında masum kumarlar... Herkesin anılarında birer ikişer bulunan kırık dökük görüntüler hepsi. Bu eğlenceler şimdi yok mu? Yoksa onlar yerli yerinde duruyor da ben mi uzaklaştım onlardan! Veya onlar kent merkezlerinden varoşlara mı taşındı? Kent merkezlerinde bayram yeri kurulacak alan kalmadı mı? Hepsi mi gökdelen, site, apartman, işyeri oldu? Kentlileri kim bayramsız bıraktı?

Bu bayram tatili fazla uzun değil. Aslında böyle tatillerde özellikle büyük kentlerde oturanlar, tatili bahane edip, kentten kaçmayı adet haline getirdi. Nedense yeni kuşaklar, bayramlaşmayı bir angarya gibi görmeye başladı. Çocuklarının ziyarete gelmesini, el öpmesini iple çeken aile büyükleri, bu tatil kaçışları yüzünden pencere önünde, çaresiz ve hüzünlü bir bekleyişe giriyor.

Çok önceki dönemlerde bayramlaşmak çok önem taşırdı. O dönemlerin şahitlerinden Reşat Ekrem Koçu, bayramlarda kente neşe saçıldığını, her tarafı bir dostluk, kardeşlik havası sardığını, insanların birbirleriyle bayramlaşmak için adeta yarıştıklarını öne sürer. Yazar, "İstanbul Ansiklopedisi"nde bayramlaşmayı şöyle anlatmıştı: "İlk gün ilk tebrike gelenler mahalle bekçileridir. Bekçi baba, arkasında yardımcısı ile birilikte kapı kapı dolaşır. Verilen bahşiş para olursa onu cebine atar, mendil verilirse o yardımcısının elindeki sırığa bağlanır. Bekçiyi tulumbacılar takip eder. Bunların gelişi naralarından, zurna sesinden ve bahşiş gecikince yeri göğü inleten ’tulumbacılar...’ narasından anlaşılır. Daha sonra belediye süprüntü arabacıları gelir. Bunlar hiç uğramadıkları evleri bile ziyaret edip, bayram tebrikinde bulunurlar. Daha sonra komşu çocukları gelip el öperler ve birer mendil veya birkaç kuruş bayram harçlığı ile gönülleri hoş edilir. Daha sonra sıra hısım akrabaya gelir..." Şimdi de çöpçüler, davulcular, postacılar, mahallenin çocukları bu geleneği sürdürmeye çalışıyor ama, çalınan kapıların çoğu artık açılmıyor. Hısım, akraba ise ortalıkta pek görünmüyor.

KENT GEZİLERİ

Ben, bayram tatillerinde İstanbul’u terk etmeyi pek sevmem. Yollara düşmüş kalabalıkları gözümde büyütürüm. Deli sürücülerin "teker koşturduğu" yollardan korkarım. O güzelim tatil günlerinin, tıkanmış yollarda, egzoz kokan trafikte harcanıp gitmesine izin vermem.

Bu yazı, "Bayramda nereye gidilir?" konulu bir yazı olmayacak. Zaten bunun için vakit oldukça geç. Tatile gitmeye niyetlenenler, programlarını çoktan yaptı bile. Hem de aylar öncesinden. Ne uçaklarda, ne otobüslerde ne de otellerde yer kaldı.

Tatil önerisi için hem vakit geç hem de zor. Zor çünkü, İstanbul’da oturan birisi olarak, daha çok kentin çevresindeki mekanlarla ilgili öneri yapacağım. Örneğin, "Güneşi gördüğünüzde atlayın arabanıza İznik Gölü’ne gidin. Suyun kıyısındaki bir restorana oturup, bol salatayla ya yayın şiş veya sazan tava yiyin -yanına belki de bir duble rakı-..." diye öneri de bulunsam, bu çevredeki birkaç kenti ilgilendirir. Uzaklardaki okurlarım haklı olarak, "Bize ne İznik’ten" diyebilirler. Onun için önerilerde bulunmaktan çok, kendi bayram tatilimi anlatmaya çalışacağım.

Bu bayram, kışın sonbahara ölümcül darbeler vurmaya başladığı bir anda geliverdi. Sonbaharın can çekişmesini izlemek, beni hem hüzünlendirir hem ruhuma dinginlik verir. Bayramın ilk gününde yakınlarımla bayramlaştıktan sonra, soluğu Batı Karadeniz’in ormanlık bölgelerinde alacağım. Orada hem CNN Türk kanalı için hazırlamakta olduğum "Lezzet Durakları" belgeselinin çekimlerine katılacağım, hem de sonbaharın son sarılarının, son kırmızılarının doğayı renklendirmek için sarf ettikleri gayreti izleyeceğim. Dallarında bir-iki inatçı yaprağın sallandığı ağaçların soyunmasını seyredeceğim. Yağmurun üşüttüğü çırılçıplak ağaçların fotoğraflarını çekeceğim. Ayrıca Adapazarı’nda, Akçakoca’da, Düzce’de, Ereğli’de, Amasra’da, Cide’de, Kastamonu ve köylerinde, Bolu’da yiyeceğim yemekleri düşündükçe çok heyecanlanıyorum.

BOĞAZ’DA BALIK

Eğer televizyon çekimlerinden zaman kalırsa, Boğaz’da balık tutmak istiyorum. Çaparilerim kullanılmaya kullanılmaya paslandı. En son ne zaman elime aldığımı bile unuttum -belki de geçen bayram-. Havanın izin verdiği bir gün, Boğaz kıyısında -belki Kuzguncuk, belki Akıntıburnu, belki de Kireçburnu- balık tutmaya kararlıyım. İstavrit garanti de acaba lüferden kaçan sarıkanat takılır mı? Küçük bir kova almak lazım. Taburemi de bulmalıyım. Siyah balıkçı berem nerede acaba? Lastik çizmeleri giysem abartmış mı olurum? Ya geçen sefer olduğu gibi elim boş dönersem? Şimdiden heyecan bastı. Sizin oralarda oltanızı sallayacağınız bir dere, bir ırmak, bir göl yok mu? İşte tatilin en has adresi. Size huzur, sessizlik, ruh dinginliği vaat ediyorum. Haydi rastgele...

Yemek pişirmeyle aranız nasıl? Benim iyidir de, koşuşturmaktan mutfağa girmeye fırsat bulamam. Bu tatilde tüm eşe dosta ziyafet çekeceğim. Aslında evin mutfağı, yemek vakti bayramlaşmaya gelenler için hazırlıklı olmalıdır. Yemekler arifeden hazırlanıp, buzdolabına kaldırılmalıdır. Ben konuklarıma taze yemekler sunmak niyetindeyim. Onun için birkaç gün mutfaktan çıkmamaya karar verdim. Niyetim birkaç geleneksel Türk yemeğini yorumlamak. Bakalım neye benzeyecekler? Siz de yemek yapmaktan hoşlanıyorsanız işte bulunmaz fırsat. Bu tatilde yemek işini siz üstlenin. Zamanın nasıl geçtiğini anlamayacaksınız bile.

Bir de kitapları düzeltme işi var. Bu biraz canımı sıksa da erteleyemem. Bu tatilde hallederim diye eşime söz vermiştim. Dile kolay, beş bine yakın -veya geçkin- kitap. Kitaplıkta yer kalmadı. Masaların, kalorifer dilimlerinin üstü, pencere pervazları, her yer kitap dolu. Sizin düzeltecek kitaplığınız yok mu? Varsa siz de düzeltir gibi yaparak bir gününüzü kitaplarla baş başa geçirebilirsiniz.

PARKLARDA YÜRÜYÜŞ

Ben bu tatilde biraz da yürümek niyetindeyim. Yıldız Parkı’nda, Emirgan Parkı’nda, Boğaz kıyısında veya yakın bir kırsalda, iki elim arkada, düşüne düşüne yürümek... Kastettiğim sorunlu düşünceler değil. Hayal kurma. Geleceği düşleme. Zaman zaman insanın kendisini kandırmasında yarar var. Arada bir gerçeklerle, hayalin yer değiştirmesi ruh sağlığı için gerekli. Bayram tatilinin en güneşli gününü bu tür yürümelere ayıracağım. Sizin düşlerle aranız nasıl? Gerçeklerden bir süreliğine kaçmaya gereksinimiz var mı? Varsa işte fırsat. Bir gün iki eliniz arkada uzun uzun yürüyün.

Bayram tatilinde -eğer vakit bulursam- bir bankta oturup bulutlara bakacağım, belki de sinemada, kendimi bir filmin kahramanının yerine koyacağım. Gördüğünüz gibi yapacak çok işim var. Hepsini bu tatile sığdırabilecek miyim?

Yukarıda sıraladıklarımı yapmak için, bugünü de dahil ederseniz toplam dört günüm var. Bakalım ne kadarını gerçekleştireceğim? İyi bayramlar diliyorum.

BAYRAMDA MEYHANE KEYFİ

Niyetim bayramda birkaç tane de iyi restoran -meyhane veya lokanta- keşfetmek. Bayramın arkasına sığınarak, birkaç kadeh eşliğinde lezzetli yemekler yemeyi düşlüyorum. Söz içkiden açılmışken Reşat Ekrem Koçu’dan okuduğum bir bayram adetini sizlere aktarmak isterim:

Cumhuriyetin ilanından önce ramazanda meyhaneler arife günü kapatılıp, bayramın birinci gününün akşamı açılırmış. Bu nedenle akşamcılar o gün katmerli bayram yaparlarmış. Büyük meyhanelerin sahipleri bayramın birinci günü devamlı müşterilerinin evlerine, "cennet kaçkını" denecek kadar güzel çıraklarla çeşitli mezeler gönderirlermiş. Bu meze tabaklarında, mevsimine göre midye veya uskumru dolması olurmuş. "Unutma beni dolması" denilen bu dolmalarla, meyhanenin açılışı hatırlatılırmış.
Yazının Devamını Oku