Eylül’ün son günlerinde İsviçre Alpleri’nde dolaştım durdum. Kah durgun göllerdeki kuğuların peşine takılım, kah tepeleri kaplayan bağların arasında dolaşıp, şarapların tadına baktım. Zirvesi karlı dağların eteklerindeki kartpostal kadar güzel köylerde, yaşamın tadına varmaya çalıştım.
İsviçre Havayolları, İsviçre Turizm Ofisi ve İsviçre’nin yüz yıllık otobüs şirketi PostBus’ın ortaklaşa davetiyle bir kez daha (kaçıncı acaba?) kendimi İsviçre’de buldum. Davet edilen sadece ben değildim. Üçlü organizasyon, dünyanın hemen her yerinden 60 kadar gazeteciyi davet etmiş, onları gruplara ayırıp İsviçre’nin çeşitli bölgelerini tanıtmayı planlamıştı. Bana da zirveleri karlı Alp Dağları düşmüştü. Bu gezi, Alp Dağları’ndaki ilk gezintim değildi ama, tabloyu andıran bu manzaraların arasında ilk kez bu kadar detaylı dolaşacaktım.
Cenevre’den Montrö’ye giden trenin penceresinden akıp giden manzaraları seyrederken, aklıma Nazım Hikmet düştü. O da İsviçre’yi bir tren penceresinden seyretmiş ve şu dizeleri yazmıştı:
"Geçiyor İsviçre camdan
güneşli bir akvaryumdan
geçen bir balık gibi,
çok renkli bir balık.
Bakıyorum vagonumdan
kederli, alaycı
öfkeli, biraz da alık
bakıyorum vagonumdan
not alıyorum
İsviçre üstüne doğru yanlış bildiklerimi
gördüklerimi katarak.
Hava ne soğuk, ne sıcak,
ne serin, ne ılık.
ayarlı bir saat
markası ünlü bir kol saati.
İsviçre oyuncak bir memleket
dev dağlarla karışık.
Dev dağlar gülüm,
çocukluğumun dağları
Tobler çikolatasının.
Uzaklardan gelen sütlü bir tat ağzımda
ve çocukluğumu hatırlamanın kaderi
düğümlendi boğazımda..."
DAĞLAR VE GÖLLER
Montrö yakınlarında, Cenevre Gölü’ne bakan otele geldiğimde gün çoktan çekip gitmiş, yerini ıslak bir geceye bırakmıştı. Bütün İsviçre’deki gibi, burada da sokaklar çoktan boşalmıştı. Yatmadan önce pencereden karşı kıyıdaki Fransız köyüne baktım. Orada ışıklar hálá geceye göz kırpıyordu.
Sabah yağmurlu bir güne uyandım. Karşıdaki lacivert dağların ardında, gümüş parlaklığında bir ışık yükseliyordu. Yamaçlarda gece yağmuruyla sırılsıklam olmuş ormanlar, beyaz dumanlar saça saça uyanıyordu. Beyaz bulut kümeleri gölgelerini gölün üstüne yansıtıp, bir başka zirveye doğru akıp gidiyordu.
Manzara, insanı bir başka boyuta taşıyacak kadar etkileyiciydi. Zaten Yahya Kemal Beyatlı da "Siste Söyleniş" şiirinde, İstanbul’un güzelliğini anlatabilmek için bu gölleri örnek vermemiş miydi: "Benzetmek olmasın sana dünyada bir yeri / Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri"
Sabahın erkeninde Montrö iskelesinden küçük bir vapura bindim. Vevey yamaçlarındaki üzüm bağlarında şarapçılık hakkında bilgiler edinecektim. Vapurun yanından beyaz kuğular süzülüyordu. Dağların görüntüsü durgun suya yansımıştı. İçimden bu durgun suyu öpmek, okşamak geçiyordu. Nereye baksam başka bir kartpostal görüyordum. Ne şanslı insanlardı bu İsviçreliler. Bu şansı John Berger şöyle anlatmıştı: "İsviçre öyle ileri derecede sanayileşmiş falan değil. Onun için kapitalizmin getirdiği bir sürü pislikten kurtulmuş. Buna rağmen kapitalist... Güzel ve temiz bir doğası var. Doğayı tamamen evcilleştirmiş. Üç ayrı milletten insan yaşıyor ama tek bir millet. Demek ki bütün o millet falan ilkelliklerini aşmışlar. Yani her bakımdan burjuvazinin bütün ideallerine sahipler..."
BAĞLARIN ARASINDA
Vevey sırtları yeşil bağlarla kaplıydı. İskelenin önünde bekleyen "Şarap Treni"ne binip, bağların arasından döne döne tepeye, Chexbres’ye tırmandım. Sonra Lavaux bağlarındaki üzümlerin tadına baka baka, asfalt patikaların arasında dolaşmaya başladım. Aslında gezindiğim bağların geçmişi çok eskilere dayanıyordu. Bundan 800 yıl önce keşişler tarafından kurulmuştu. O günden beri de şarap damıtılıyordu.
Chasselas, Müller-Thurgau, Sylvaner, Pinot Blanc, Pinot Gris üzümlerinden yapılan beyaz şaraplar, damağımda şaşırtıcı tatlar bırakmadı. Onca zahmete rağmen ortaya çıkan şaraplar, orta halli bir kaliteyi ancak tutturabilmişti. Pinot Noir ve Gamay üzümlerinden üretilen az miktarda kırmızı şarap da, lezzet sıralamasında çok aşağı sıralarda yer alıyordu. Dik yamaçlardaki bağlar güneşe yüzlerini olabildiğince dönmüştü ama, gerek yüce Alp Dağları, gerek zirveler arasında koşturup duran bulutlar, ışığın üzümle buluşmasına engel oluyordu. Zamanlı zamansız yağan yağmur da, tanelerdeki şıranın kıvamını bozuyordu. Her ne kadar rehberim ballandıra ballandıra anlatsa da, ortaya çıkan şarabın tadı damağımı tahrik edemiyordu. Her tadımdan sonra sorduklarında, yanıtım hep yuvarlak kelimelerden oluşuyordu.
Her şarapevinde birkaç çeşidin tadına bakmak başımı döndürmüştü. Şimdi göl, üstündeki yelkenli, bulutlar, martılar, kuğular, köylerin kırmızı damlı evleri gözüme daha da hoş görünmeye başlamıştı. Yazdıklarına bakılırsa, bir asır önce buralara gelmiş Ali Kemal de benimle aynı duyguları paylaşmıştı: "Bir taraftan göl, nehir, o pak sular, bir taraftan o yüce, káh karlı, káh berrak, káh dumanlı dağlar henüz açılmamış zihnimi, fikrimi nurlarla dolduruyor, gönlümü vecde getiriyordu..." Acaba o da yazmadan önce bir iki kadeh şarap içmiş miydi? İşte şarabın sırrı buradaydı. Ne kadar lezzetsiz olursa olsun, içene dünyayı daha güzel göstermeyi beceriyordu.
ŞARKÜTERİ TABAĞI
Yemek için gittiğim lokantada, göle hakim bir masaya oturdum. Mönüye bakmadım bile. İsviçre’nin ünlü peynirlerinden taze ve yıllanmış birkaç çeşit ve yine biraz salam, pastırma, sosisten oluşan bir şarküteri tabağı söyledim. Garsonun tüm ısrarına rağmen raklet ve fondüye yüz vermedim. Aslında zengin İsviçre’nin fakir bir mutfağı vardı. Evlerde ve restoranların çoğunda ana yemeği, eritilmiş peynirle ekmek oluşturuyordu. Şarküteri tabağımın yanına küçük bir şişede kırmızı şarap açtırdım. Göl ve dağ manzaralarını da şarabıma katık ettim.
Yemekten sonra bir otobüse binip, yarı uykulu gözlerle etrafı seyrederek Montrö’ye döndüm. Bu kent İsviçre’de sevdiğim yerlerin baş köşesinde yer alıyordu. Sahil boyu sıralanmış otelleri, pencerelerinden rengarenk sakız sardunyası sarkan evleri, kıyıdaki küçük parkı, tepelerdeki şaleleri her türlü düşe açıktı. Göl kıyısındaki bir banka oturup, bu düşlerden bir tanesine girdim. Düşüm burada yaşamakla ilgiliydi. Sonra bu kadar düzenden, sürprizi olmayan tek düze yaşamdan sıkılabileceğime karar verdim. Sadece her yıl düzenlenen dünyaca ünlü caz festivali süresince kalabalıklara karışabilirdim.
Buradaki aşırı düzenli yaşama karşı çıkan sadece ben değildim. Burada yaşayan John Berger de aynı duyguları paylaşmıştı anlaşılan. Ünlü düşünür düzene karşı öfkesini şöyle dillendirmişti: "Bu düzeni görmek insanı sinir ediyor, anarşist duygular veriyor. Bir şeyler çalmak veya bir şeylere vurup kırmak istiyorsun. Şiddet içeren bir şey geçiyor içinden..."
MONT BLANC’IN HEYBETİ
Bankta göle karşı dalıp gitmiştim. Rehber yola çıkma vakti geldiğini hatırlatmasa daha orada saatlerce oturabilir, zirvelerle oynaşan bulutlara daha bir sürü düş yükleyebilirdim. Ormanların arasından geçip giden yol bir saat kadar sürdü. Dağların ortasında, 1550 metre yükseklikteki Villar-sur-Orion kentindeydik (belki de kasaba).
Otelde odamın penceresinden görünen manzara muhteşemdi. Aşağıdaki köye sis inmişti. Biraz ileride Alpler’in en yüksek zirvesi Mont Blanc, tüm heybetiyle çevresindeki dağlara tepeden bakıyordu. İstemeye istemeye odamdan çıkıp, kenti keşfetmeye çalıştım. Biraz sağ tarafa, biraz sol tarafa yürüyünce kent bitiyordu. Ana caddenin çevresine mağazalar ve oteller sıralanmıştı. Kışın kayakçılarla canlanan bir kente benziyordu.
Zirvelerde ağaçların arasında tek tük evler vardı. Buralara kimler oturur, nasıl çıkılırdı acaba? Bu evler kış aylarında karların altında kaybolup gitmezler miydi? Bu sorulara yanıt ararken bir de baktım ki gün akşam olmuş, kırmızı suratlı kadınlar ve adamlar çoktan evlerine çekilmişti.
Haftaya İsviçre’nin devamı var: Zirvedeki buzul, 12 yılda bir yapılan festival, Alp şarkıcıları, dev borazanları çalan çalgıcılar.