Tatilimin kısacık bir bölümünü "burnumuzun dibindeki" Midilli (Lesbos) adasında geçirdim.
Bildik mezeleri yedim, bizim köylere benzeyen köylerde gezindim, zeytin ağaçlarının gölgesinde denize girdim, karşı kıyıdaki kahvelere oturup Türkiye’yi seyrettim.
Tatil günlerimi evde kitap okuyarak geçirmeyi planlamış, onun için de okumayı ertelediğim kitapları kütüphanemin raflarından indirip, çalışma masamın üstüne yığmıştım. Hepsini okuyamayacağımı biliyordum ama onları seyretmek bile hoşuma gidiyordu. Tatilimin ilk günü, okumaya hangi kitaptan başlayacağımı kararlaştırmakla geçti. Önce bir tanesini alıyor, önsözü okuyup bir diğerine atlıyordum. Tatili evde okuyarak geçirme kararını sevinçle karşılayan eşim, kendi köşesine çekilmiş, seçtiği kitabı yarılamıştı bile. Ben ise gün bitiminde hálá o kitaptan bu kitaba sıçrayıp duruyordum.
Birden sıkıldığımı hissettim. Masada, kitaplardan arta kalan yere haritamı açtım. Orası, burası derken gözüm Midilli Adası’na takıldı. Hemen eşime dönüp, "Hazırlan yarın erkenden yola çıkıyoruz. Hedefimiz Midilli" dedim. Önce ne yanıt vereceğini bilemedi. Sonra, "Sen delisin" demekle yetindi. Daha sonra da yol çantasını hazırlamak için kitabını bir kenara bıraktı. Onun da benim gibi bir "gezi tutkunu" olduğunu bildiğim için, itiraz etmeyeceğini tahmin ediyordum. Yanılmamıştım ama kıs kıs güldüğümü yine de belli etmedim.
Ertesi gün bir acele yola çıkıp, soluğu Ayvalık’ta, Midilli iskelesinde aldık. "Jale" adlı firma, tam 25 yıldır aralıksız iki yaka arasında yolcu taşıyordu. Yazın her gün 18.30’da Ayvalık’tan Midilli’ye, her sabah 8.30’da da Midilli’den Ayvalık’a sefer düzenleniyordu. Yani Türkiye’den gidenler bir gün zorunlu olarak adada kalıyordu. Midilli’den gelenler ise alışverişlerini yapıyor, yemeklerini yiyor, akşam da evlerine dönüyordu.
Bir yandan vize zorunluluğu, bir yandan çıkış parası yüzünden Türkiye’den adaya gidenlerin sayısı pek azdı. Tekneleri Midillililer dolduruyordu. Hem ucuza alışveriş yapan adalılar hem de Ayvalık esnafı bu durumdan çok memnundu.
KALDİRİMİ MEYHANESİ
Tekne, Ayvalık’ın önüne sıralanmış adaların önünden geçerken, güneş Ege’yi yavaş yavaş kızıla boyamaya başlamıştı. Önce Ayvalık gözden kayboldu. Sonra Cunda, Şeytan Sofrası, Çıplak Ada mor bir siluete dönüştü. Uzaklardan Altınova’nın ışıkları göz kırpmaya başladı. Bir buçuk saat süren yolculuktan sonra Midilli Adası’nın en büyük kentlerinden Mitilini ışıl ışıl önümüze çıktı. Limanın bitişiğindeki Blue Sea Oteli’ne yerleştiğimizde akşam ilerlemiş, yemek vakti kapıyı çalmaya başlamıştı. Zaten teknede adaya doğru baktıkça, aklıma hep mezeler üşüşmüş, ağzım sulanmıştı. Tabii buzlu uzolar da! Kısa bir hazırlanma döneminden sonra kendimizi sokağa attık. Elimde, buraları çok iyi bilen İzmirli meslektaşım Nedim Atilla’nın verdiği meyhane adresleri vardı.
Tüm Akdeniz’de akşam yemeklerinin bir şölen olduğunu ve çok geç yendiğini bildiğim için acele etmiyordum. Zaten nemli sıcak da buna engel oluyordu. Limanın etrafını kahveler sarmalamıştı. Hepsi tıklım tıklımdı. Sanki adanın tüm gençleri limanın etrafında toplanmıştı. Aralarından geçip, sora sora "Kaldirimi" meyhanesini buldum ama yer bulamadım. "Turko" dedim, "Ayvalık" dedim, "komşi" dedim sonunda bir köşeye sıkışmayı başardım. Kaldirimi, bir sokağı baştan sona işgal etmiş bir meyhaneydi. Taze naneli kabak çiçeği dolması, beyaz peynirli mücver, kıtır kıtır kabak kızartması, üstünde koca bir dilim beyaz peynirle soğanlı domates salatası, taze bakla püresi, ahtapot ızgara, torba yoğurduna cacık... Tüm bu bildik mezelerin yanına, adada üretilen ve tüm Yunanlıların çok sevdiği Barbayani marka uzo söyledim. Eşimle, mezelerin kusursuzluğu ve lezzeti üstüne söz ede ede yemeği bitirdik. Biz otele dönerken Mitilini’de gece daha yeni başlıyordu.
12 MİLYON ZEYTİN AĞACI
Ertesi sabah odanın balkonundan mahmur bakışlarla kenti taradım. Burasının Doğu Ege’nin en eski kentlerinden biri olduğunu biliyordum. Kaynaklar Mitilini’nin kuruluşunu MÖ 10. yüzyıla kadar götürüyordu. Limanı çevreleyen binaların çoğu 19. ve 20. yüzyılın başlarından kalmaydı. Yeni binalar daha çok yamaçlardaydı. Kentin görüntüsü geçmişi çağrıştırıyordu.
Bir araba kiralayıp, bu koca adayı keşfetmek için yola koyulduk. Yol denizle kolkola gidiyordu. Lacivert Ege, çok tahrik edici görüntüler sunuyordu. Karşıda Türkiye, tüm haşmetiyle bize bakıyordu. Küçük kasabalar, köyler derken Petalidi’de direncimiz kırıldı. Küçük bir koyda kendimizi Ege’nin kucağına atıverdik. Tam karşıda Ayvalık’ın Sarımsaklı Plajı olmalıydı. Baktım ama göremedim. Türkiye, sahillerini bir pus tülünün ardına saklamıştı, sadece Kaz Dağları’nın yüce tepeleri görünüyordu. Zeus bize bakıyor muydu acaba diye düşündüm.
TANIDIK MANZARALAR
Serinleme faslından sonra tekrar yola koyulup, kuzeye doğru yola devam ettik. Bir taraf deniz, diğer taraf zeytin ağaçlarıyla kaplıydı. Adada 12 milyon zeytin ağacı bulunduğu öne sürülüyordu. Bu ağaçlardan yılda 50 bin ton yağ elde ediliyor ve adalılar bu yağın tadını anlata anlata bitiremiyordu. Kuzeye yaklaştıkça yol dağlara sardı. Zeytin ağaçları yerlerini çam, köknar, çınar, kestane ve kayın ağaçlarına terk etti. Köyler, zirvelerde kartal yuvası gibi göründü.
Bir yokuştan inip, Skala Sikamineas’ta tekrar denizle buluştuk. Niyetimiz, karşıdaki Assos’u seyrederek öğle yemeği yemekti. Önce küçük limanda bir turladık. Restoranların masaları deniz manzaralıydı. Hemen hepsinin önüne gerilen iplere ahtapotlar asılmıştı. Izgara öncesinde yapılan bu kurutma işinin lezzete lezzet kattığını söylüyorlardı. Yemekte tattık, doğru söylediklerini gördük. Kalın kabuklu ekmek lokmalarını da çiğ zeytinyağına banıp, kaliteyi kontrol ettik. Ayvalık ve Edremit Körfezi’nde sızılan yağların daha lezzetli olduğuna karar verdik. Birkaç meze, küçük bir şişe buz gibi reçine şarabı, karşıda Türkiye, beyaz köpüklü Ege derken keyifli bir öğle yemeği yiyip, tekrar yola koyulduk.
Köy köy gidiyorduk. Bildik görüntülerdi. Aynı bakkallar, aynı meydanlar, erkeklerin pineklediği aynı köy kahveleri, camilerin yerine kiliseler, dar sokaklar, pencerelerde renkli sardunyalar, balkonlarda uçuşan çamaşırlar... Sadece kasaplar değişikti. Çengele asılmış kuzular, koyunlar dükkanın ortasında sallanıp duruyordu.
Adanın en kuzeyindeki Molivas kenti, zirvesinde bir ortaçağ kalesiyle bizi karşıladı. Arabayı kale duvarının gölgesine emanet edip, taş döşeli dar sokaklardan limana doğru inmeye başladık. Burası tüm Ege’de en iyi korunmuş ortaçağ yerleşim yerlerinden biriydi. Bazı sokaklar, cumbalı evleriyle Osmanlı dönemi izlerini yansıtıyordu. Çiçeklerle ve önlerinde ahtapotların sallandığı balıkçı restoranlarıyla süslenmiş küçük liman, insanı birçok düşün içine doğru çekiştiriyordu. Bu düşlerin çoğu tabii ki tatil çağrışımlıydı. Buram buram Akdeniz kokan Molivas bana Sicilya’daki Teormina kasabasını, eski Bodrum’u, Santorini Adası’nı, Alaçatı’yı anımsattı.
Molivas’tan sonra direksiyonu Kalloni’ye doğru kırdım. Adanın iç kesiminden bir acele aşıp, hava kararırken Mitilini’ye vardım. Kentliler limandaki kahvelerde yerini almış, güneşi uğurlamaya hazırlanıyorlardı. Biz de öyle yaptık. Birer bardak soğu reçine şarabı ısmarlayıp, gece mavisinin peşine takılıp gelen karanlığı seyrettik.
Akşam gideceğimiz meyhanenin adresini yine Nedim Atilla’dan almıştım. Sağlı sollu mağazaların, dükkanların sıralandığı dar sokağın sonunda Hermes’i bulduk. Çıtı pıtı garson kız meğer Hermes’in ilk sahibinin torunuymuş. Dedesi, Çeşme göçmeniymiş. Adaya gelince burayı bir Türk’ten satın alıp meyhaneye dönüştürmüş. Memleket hasreti yüzünden uzun süre Türk müşterilerden hesap almamış, onlarla kadeh tokuşturmuş, yolluklarını bol tutmuş. Biz de dedesinin ruhuna uzo kadehlerini kaldırdık, onu andık. İki gecelik ada gezintimize Hermes’in çardak altında noktayı koyduk.
Ertesi sabah Jale adlı tekne Midilli’den uzaklaşırken, bir dosttan ayrılıyormuşçasına hüzünlendim nedense. Ama, karşıda Cunda adlı bir sevgilinin de beklediğini bilmek bana teselli verdi.
Maceranın devamında Cunda’nın (Alibey Adası) damak çatlatan mezeleri, Ayvalık’a siper olan adaların serin sahilleri ve Bergama yakınlarında baraj suları altında kalacak antik sağlık merkezi Allianoi var. Tekmili birden haftaya kaldı.
SAPPHO’NUN ADASI
Bizim Midilli, Yunanlıların ve tüm dünyanın Lesvos ya da Lesbos dediği adanın aklıma getirdiği ilk isim, lirik şair Sappho’ydu. Bu güzeller güzeli kadın, şiirlerinde daha çok kadınları anlatmıştı. Aşklarını kadınların arasından seçmiş, onlara lir çalmış, şarap sunmuş, renkli bir yaşam sürmüştü. Bu nedenle ada, cinsel tercihini hemcinslerinden yana kullanan kadınların tapınağına dönüşmüştü.