Arkeologlar her kazma vuruşunda, başka bir mimari harikayı gün yüzüne çıkartıyor. Uzmanlar ise bu antik mirasın yok olmaması için çeşitli projeler üretiyor. Ama şimdilik bir umut ışığı yok.Midilli Adası’ndan döndüğümde vakit çok erken olmamasına rağmen, Ayvalık’ta bir pazar sabahı mahmurluğu vardı. Yani gün henüz kıvamına girmemişti. Bir taksiye binip, soluğu Cunda yani Alibey Adası’nda aldık. Sessiz sahilde bir tur attık. Birkaç balıkçı ağ ayıklıyordu. Durduk baktık; uskumrular büyük ve boldu. Plastik leğenlerin birinde
kalamarlar, diğerinde ahtapotlar duruyordu. Bir köşeye de bir kova dolusu papalina saklanmıştı. Serçe parmağı büyüklüğündeki bu sardalye yavruları, bu aydan sonra kayıplara karışacaktı. Balıkçı belli ki bunları has bir müşterisine verecekti. Kediler rıhtıma sıralanmış, kısmetlerini bekliyordu. Martılar da çığlık çığlığa kayıkların üstünde dönüp duruyordu. Onlar da bir şeyler kapmak umudundaydı.
"Kolay gelsin" dedik ve yürümeye devam ettik. Biraz ileride başka bir balıkçı, elindeki ahtapotu taşa sürtüp duruyordu. Bu lezzetli hayvanı yumuşatıp, yenecek hale getirmek ne de zahmetli bir işti! Sonra eşimle birlikte Taş Kahve’nin önünde oturduk. Bir koşu gidip Ayvalık tostu aldım. Bu tost için özel yapılmış ekmeğin içine sadece teneke tulumuyla domates koydurdum. Canım sucuk çekmedi nedense. Sonra iki demli çay söyleyip Cem’i beklemeye koyulduk. Cem, Yakamoz teknesinin sahibiydi. Bizi adaların serin sularında dolaştıracaktı. Bir iki saat önce uyandığım Midilli, uzaklarda, karaltı halinde uzanıyordu. Biraz sonra Cem sökün etti. Kumanyayı aldık ve açıldık.
MUTFAKTAKİ LEZİZ TEHLİKE
Ayvalık’ı Ege’nin sert rüzgarlarından koruyan kimsesiz adaların koylarında denizle oynaştık. Teknenin gölgesinde kitapları karıştırdık. Yemek yedik, çay-kahve içtik. Gün akşam olmadan Cunda’ya döndük. Otelde akşam için "iki dirhem bir çekirdek" olduktan sonra, sahildeki Nesos restoranda yerimizi aldık. Cunda’nın sahil restoranlarını çok severim. Hepsi birbirleriyle lezzet yarıştırır. Mezelerinin bir benzerine dünyanın hiçbir yerinde rastlanmaz.
Nesos’un sahibi Murat, her zaman yaptığı gibi kolumdan tutup beni mutfağa sürükledi. Oranın ne kadar tehlikeli bir yer olduğunu bildiğimden, gitmemek için ayak diredim ama beceremedim. Sonra korktuğum başıma geldi. Ben ısmarladım, Murat alt alta yazdı: Biraz akisvedas, ahtapot yahnisi iki kaşıktan fazla olmasın, birkaç tane kalamar yumurtasını sarmısaklı tereyağında çeviriver, iki tane kabak çiçeği dolması, Cunda enginarını unutma, otlardan karışık bir tabak yap, börülcenin üstüne bol zeytinyağı ve sarmısak isterim, iki parça lakerda, iki tane midye dolması, aman papalinaları ihmal etme, kalamarları mürekkepleriyle ızgaraya koy. Yer kalırsa uskumru yeriz. Sabah gözümüz kaldı da...
Ölçüyü yine kaçırdığımı söylemedim ama eşim anladı. Çünkü her yıl aynı oyunu oynuyorduk. Sadece balık yemeye oturduğumuz masadan, balık yiyemeden ama tıka basa doymuş kalkıyorduk. Kendimizin ve memleketin tüm sorunlarını bir akşamlığına erteleyerek yedik, içtik, güneşi batırdık, yakamozları seyredip güne noktayı koyduk.
ANTİK ŞİFA MERKEZİ
Ertesi gün erkenden yola koyulduk. Önce Bergama’ya gidip, antik çağın önemli sağlık merkezlerinden Allianoi ile vedalaşacaktık. Burası Hasankeyf ile aynı kaderi paylaşıyordu. Yani Allianoi de bir barajın tuttuğu suların altında kaybolup gidecekti. Burası su için, suyla şifa dağıtmak için kurulmuştu ama bugün yine su için yok olmak üzereydi.
Antik dönemde insanlara şifa dağıtan ve hepsi Ege havzasında bulunan sağlık yurtlarının sayısı beşi geçmiyordu. Buralar Tanrı Asklepios’un adıyla anılıyordu. Asklepios, antik Yunan mitolojisinde hastaları iyileştirip onlara şifa dağıtan, hekimliğin, tıp biliminin tanrısıydı. Babası Apollon onu yarı at yarı insan Khiron’a emanet etmişti. O da okumayı, yazmayı, bilgeliği, değişik hastalıkları tedavi eden otlarla hazırladığı ilaçların formüllerini Khiron’dan öğrenmişti.
Bu nedenle Asklepios adına kurulmuş, içinde tapınakları, sunakları, tedavi binaları bulunan sağlık merkezlerine Asklepieion (Asklepios’un Yeri) deniyordu. Bu konuya ilgi duyanlara, Nedim Atilla ile Nezih Örtüre’nin yazdığı, "Sağlık Yurdu Batı Anadolu" adlı kitabı öneririm.
Bergama-İvrindi yolundaki Allianoi de, Batı Anadolu’daki önemli sağlık merkezlerinden biriydi ve ömrü 40-50 yılla sınırlı Yortanlı Barajı burayı yutup, yok edecekti.
CERRAHİ MÜDAHALE MERKEZİ
Aslında Yortanlı Barajı, Allianoi’nin hem gün yüzüne çıkmasına neden olmuş hem de onu yok etme işlevini üslenmişti. Şöyle ki: Temeli 1994’te atılan baraj yüzünden, arkeologlar kurtarma çalışmalarını hızlandırmıştı. 1998’de kazı ekibinin başına geçen Ahmet Yaraş, arkadaşlarıyla birlikte canla başla çalışıp, görkemli caddeleri, göz kamaştırıcı yapıları, şifa odalarını, şifalı suları barındıran kaplıcaları gün yüzüne çıkarmıştı.
Ahmet Yaraş çalışmalarını anlatırken, Allianoi’nin dünya kültür mirası listesine girebileceğini belirtip şunları söylemişti: "Allianoi ile birlikte Bergama’nın antik çağda başlı başına bir tıp merkezi olduğu anlaşılıyor. Bergama Asklepieion’unda müzik ve telkinle psikoterapi uygulanırken, Allianoi’de uzun yıllar boyunca, sıcak su kaynağından dolayı hidroterapi yapılıyordu. Kazılarda çıkartılan Roma çağına ait bronz aletler, bu termal merkezinde ayrıca cerrahi müdahalelerin de yapıldığını gösteriyordu. Biri halen kullanılan çift kemerli Roma köprüleri ve ılıcanın çevresinde yoğunlaşan kazılar ise Allianoi’nin, sütunlu anıtsal caddeleri ve kesişen sokaklarıyla Roma çağındaki mühendislik ve şehircilik anlayışının ne kadar gelişkin olduğunu ortaya koyuyordu."
Allianoi’ye ikinci gidişimdi. Çok sıcak bir gündü. Ağustosböceklerinin cızırtısından başka hiçbir ses duyulmuyordu. Tarihi Bizans köprüsünü geçtik, derme çatma kapıyı açıp kazı alanına girdik. Etrafta kimsecikler yoktu. Orası neresi, burası neresi derken, yanımızda iki genç peydah oldu. Kazıda görevliymişler. O gün tatil olduğu için ekip Bergama’ya inmiş. Genç arkeologlar bize tüm kazı alanını gezdirdi, anlattı, bu hazinenin domates tarımına kurban gitmemesi için destek vermemizi istedi.
KURTARMA PROJELERİ
Yortanlı barajının inşaatı bitti. Ama henüz su tutmaya başlamadı. Uzmanlar bu antik hazinenin su altında kalmaması için hazırladıkları kurtarma projelerini DSİ Genel Müdürlüğü’ne gönderdiler. Bu projeye göre su tutma havzasının ortasındaki Allianoi’nin radyal iki set ve bağlantı tüneliyle koruma altına alınabileceğini öne sürüyorlardı. Ancak başta Kültür Bakanlığı olmak üzere, tüm yetkililer kulaklarını tıkıyordu.
Eğer yetkililerin inadı kırılmaz da, baraj su tutarsa Allianoi kenti suyun 17 metre altında kalacaktı. Barajın ömrü tükendiğinde de, antik merkez 12 metre kalınlığında bir çamur tabakası ile kaplanacaktı. Yani geçmişimizi oluşturan bir mekan daha kaybolup gidecekti.
Direksiyonu İstanbul’a doğru kırarken "güle güle Allianoi" demedim. Kim bilir belki de bir mucize gerçekleşir diye umudumu sakladım.