Çölün gelini Palmira

Suriye’nin Tadmur Çölü’nde, iki bin yıl önce, dünyanın en güzel, en görkemli şehirlerinden biri yükseldi. Kimsenin değildi bu şehir.

Hiçbir kralı ya da kraliçesi yoktu. İpek Yolu’nun bu çöl kavşağında bir serap gibi doğan bu kentin öyküsünü Özcan Yüksek, Atlas’ın aralık sayısında yazdı.

Çölün ortasında bir kent. Çöle dikilmiş sütunlar, üstüne oturtulmuş portikolar (revak), çöl kumunun rengini çalmış pembe duvarlar ve tapınaklar. Burayı görmek için yollara düşenler, ilk anda kentin azameti karşısında şaşkına dönüyor. Güneşin ışıkları altında ve palmiyeler arasında parıldayan Palmira, insanı hazırlıksız yakalıyor.

Suriye’de sonbahar akşamları erken gelir. Saat 16.30’da havanın kararması erken değil midir? Üstelik ve ne yazık ki müzeler de 16.00’da kapanıyor. Bu da Şam’dan Palmira’ya gelenlere kenti gezmek için bir-iki saat kaldığı anlamına geliyor. Öyleyse vakit kaybetmemek gerekiyor.

70 yıl öncesine kadar, yan yana dev sütunların sıralandığı ünlü Bel Tapınağı’nın içi ve Palmira antik kentinin nerdeyse tamamı köy evleriyle tıka basa doluymuş. Rehber, elindeki kitaptan eski bir siyah-beyaz fotoğraf gösterdi. "Dedem de bu tapınağın içinde doğmuş" dedi ve avluda kalmış tek evi işaret ederek, "İşte bu ev. Tarihin nasıl devam ettiğini göstermek için örnek olarak bırakıldı. Şimdi arkeologlar kullanıyor," dedi. Aslında Palmira ile bugün arasındaki bağlantılar çok daha fazla ve çok daha önemli.

İçinde rehberin dedesinin evinin de bulunduğu tapınağın etrafı, dikildiği tarihten bu yana devrilmeden kalmış portikolu sütunlarla çevriliydi. Sütun başları yumurta ve mızrakların, yani hayat ve ölümün simgelerinin yan yana dizili olduğu İyon kabartmalarıyla süslüydü. Bel Tapınağı, Ortadoğu’nun, İS birinci yüzyıldaki en büyük dinsel yapısıydı. Tapınağın azameti, zanaatı ve sanatı o denli güzel ve eşsiz ki, 17. yüzyıldan bu yana Avrupa sanatını etkilemiş, herkese ilham vermişti. Tapınağın mimarisi Helenistik incelikteydi, ihtişamı da Roma otoritesinin sağlamlığını gösteriyordu. Tapınağın en etkileyici kabartması ise hemen girişteki duvara oyulmuş peçeli kadınlar. Yaklaşık iki bin yıl önce, bu coğrafyadaki kadınları peçe giyerken gösteren bu kabartma, Palmira ile ilgili kitaplarda fazlasıyla tartışma yaratmış. Kadınların peçe giymesinin zorunlu olduğunu düşünüyor bilim insanları.

BAAL ŞAMİN TAPINAĞI

Bel Tapınağı’ndan sonra, ince uzun dört sütunla harabeleri kalmış, kentin kuzey kenarına yakın noktasındaki Baal Tapınağı’na gidilmeli. Bu tapınağın sütunları İS 23 yılında dikilmeye başlanmış, tapınağın batısındaki portiko ise belki de en sonuncusu, bu şehrin bir kralı olmadığı, olmaması gerektiği halde kendini ’Krallar Kralı’ ilan etmiş Odeinat adına dikilmiş. Baal’ın güneyinde daha küçük bir avlu var ve burası da sütunlu portikolarla çevrili. İşte bu iki avlunun ortasında yer alıyor Baal Tapınağı. Sütunlardan birinin üzerindeki yazıda, İS 130-31 tarihi işaretli ve 129 yılında İmparator Hadrian’ın ziyaretinden söz ediliyor. Palmira o tarihte o denli zengin bir kent ki, aslında bağlı olduğu Roma’nın imparatorunu Suriye’ye getirmek için masraflarını da karşılıyor.

Palmira, neredeyse bir kilometreyi bulan bir uzunlukta, alçak tepelere doğru uzanıyor. Bir ucunda Baal Tapınağı, diğer ucunda Cebel Hayane, Cebel et-Tar ve Cebel Muhammed ibn Ali Dağları kara dalgalar oluşturmuş. Şehri esirgeyen bir duruşları var. Birinin üzerinde, Osmanlı Kalesi yer alıyor. Şehrin güneyindeki Miyah Vadisi’nde gümüş renkli bir tuz gölü uzanıyor.

Palmira, bugünkü Suriye’nin tam ortasındaki Tadmur Çölü’nde bir serap gibi yükselirken, şehir tabiatın ilave engelleriyle çevreleniyor; çölün uzak sınırlarında, kuzey, batı ve güneybatıda çıplak dağlar (Akdeniz’i kapatan Lübnan ve Anti-Lübnan Dağları), doğu ve güneyinde Ürdün’e uzanan bazalt çölü Hauran. Palmira, yolu uzatmadan gitmek zorunda kalan kervanlar için, eşsiz bir noktada bulunuyordu. İşte antik dönem ticaret kervanları Akdeniz’den, Mısır’dan, Roma’dan gelip Basra Körfezi üzerinden Hindistan’a, Çin’e gitmek için Fırat ve Dicle nehirlerini kullanıyorlardı. Bu iki nehre en kestirme ve güvenli yol da Palmira üzerinden geçiyordu.

KENTE GİRİŞ VERGİSİ

Palmira, bu kervanların güvenliğini de kendi çapında sağlıyordu. O vakitler batıda Roma, doğuda Partlar egemendi, ama her iki imparatorluğun tüccarları için Palmira’nın nispeten tarafsız kalması uygun düşüyordu. Bu sayede büyük ticaret yolu işliyor, herkes bundan kazançlı çıkıyordu. En kazançlı çıkan da, şehre giren ve çıkan her üründen, hatta her köleden, her fahişeden vergi alan Palmira oluyordu. Ne zaman, Batı’nın ya da Doğu’nun değişen imparatorlarından birinin hegemonya iştahı kabarıyor, bu coğrafyada huzur isteyen ticaret yollarının civarında savaş başlıyordu, o zaman Palmira’nın can damarları kuruyordu. Bazen, bir daha hiç dirilemeyecekmiş kadar tükeniyor ama sonra tarihin yazgısı değişiyor ve tekrar eski görkemli günlerine dönüyordu.

Ancak bu müreffeh ve mutlu şehir, ticaret yollarının kuzeye, Küçük Asya ve İstanbul’a kayması üzerine önce küçük bir pazar kasabasına dönüştü ve giderek önemini yitirdi. Böylece kumların altına terk edilmek şehrin görkemli yapılarının kaderi oldu.

Palmira’ya ’Çölün Gelini’ denilmesi boşuna değil. Palmira, çöldeki tek şehir değil tabii ki, ama hiçbiri de Palmira olmuş değil. Belki Palmira’yı en çok kıskandıran çöl şehri, güneyde, Ürdün sınırındaki Bosra olabilir ya da daha güneydeki Petra. Ama bunlardan sadece Palmira’ya Çölün Gelini adını vermiş eskiler.

ATLAS’TA BU AY

Ben güzelim!

Yalnızca en güzel olanlar mı yaşar? Yoksa, herkes yalnızca en güzel olana mı yönelir? Güzel olmanın bir nedeni olmalıdır. Güzel sayılmanın da nedenleri olmalıdır. Bu durumda, tartışmasız bir güzellik, gerçek bir güzellik var mıdır? Belki de güzelin ne olduğunu, filozoflar değil, masalcılar bize anlatır. Çünkü, bütün masallarda iyiler güzeldir. Bu ilginç konu ATLAS’ın Aralık sayısında.

Mevlana Yolu

Mevlana Celaleddin Rumi, Anadolu’ya yedi ülkeyi aşarak çok uzun bir yolculuğun ardından geldi; babası, ailesi ve kalabalık bir toplulukla. ATLAS, Mevlana’nın 800. doğum yıldönümü için bir ilke imza attı. Dünyaya ışığını Anadolu’dan yayan bu güneşin yörüngesini izledi. Göç sırasında geçtiği kentlerin, çöllerin, vadilerin, kültürlerin peşine düştü. Mevlana Yolu’nun Afganistan etabında kervanın hareket ettiği Belh kentinden Türkmenistan sınırındaki Murçak’a doğru uzanan göç yolunu izledi.

Bakir sular

Bataklıklarda timsah aramaya çıktı, teknesine hayatında hiç para görmemiş çocukları konuk etti, tropik sularda yüzlerce yıl öncesindeki gibi avlanan balıkçılarla tanıştı. Büyük Okyanus’un batı ucundaki Papua Yeni Gine’de hayat hálá eski geleneklerin yatağında akıyordu. Hakan Öge’nin, dünya turunda en çok etkilendiği yerlerden biri burası oldu.

Sonsuz takip

İki milyona yakın otçulun uçsuz bucaksız düzlüklerde yağmurun peşinde sürdürdükleri sonu gelmez bir hayat arayışı. Aralık ayında, Kenya’daki Masai Mara’dan başlayan göç, otçulların peşine takılan yırtıcılar ve leş yiyicilerle dünyanın en büyük takibi haline geliyor. Bu uzun yolculuğun öyküsü ATLAS dergisinde.
Yazarın Tüm Yazıları