Almanya’ya yaptığım son gezide, bağlarıyla ünlü Mosel ve Ren nehirleri kıyılarında dolaşıp ülkenin en lezzetli şaraplarının tadına baktım, lezzetli yemeklerini yedim.
Gezdiğim yerlerde Almanlar daha çok gülümsüyor, yaşamdan daha çok keyif alıyor, geceleri daha çok uykusuz kalıyorlardı.
Bu yıl bir türlü dur durak bilemedim nedense. Çat orada çat burada! Bu yazıyı bile bir başka gezinin içinde yazıyorum. Bu hafta sizlere Almanya’yı anlatacağım. Almanya’nın bir başka yüzünü, yemeli, içmeli, lezzetli, eğlenceli yüzünü tanıtmaya çalışacağım. Alman Hava Yolları Lufthansa ile Alman Turizm Merkezi’nin düzenlediği gezinin ilk durağı Münih’ti. Oraya gittiğimde, sonbaharı karşılama töreni Octoberfest (Ekim Festivali) başlamıştı. Yıllardan beri övgüsünü duyduğum Octoberfest’in gerçeğine katılma olanağını sonunda yakalamıştım.
Festivalin kalabalıklarına katılmadan önce, dünyanın bu en büyük "halk buluşması" hakkında bilgi vermekte yarar görüyorum. Octoberfest’in başlangıcı tam 173 yıl öncesine dayanıyordu. Bu aslında, Bavyera veliaht Prensi Ludwig ile Saksonya Prensesi Therese’nin düğün partisinden doğmuştu. Beş gün süren düğün şenlikleri, her yıl kutlanan partilere dönüşmüş ve bugünlere kadar gelinmişti. Octoberfest’i her yıl dünyanın dört bir yanından gelen yaklaşık 6 milyon kişi izliyordu. Festival bülteninde geçen yılın rakamları da yer alıyordu: 6 milyon 100 bin ziyaretçi gelmişti. 6 milyon litre özel bira içilmişti. 480 bin piliç çevirme, 180 bin domuz sosisi, 55 bin domuz paçası, 100 adet bütün sığır çevirmesi yenmişti. Bu rakamların içinde ne kadar patates tüketildiğinin yer almamasına şaşırdım. Çünkü öylesine çok patates tava yeniyordu ki, mutlaka tonlarca patates tüketiliyordu.
Çayırda, Bavyera’nın ünlü bira üreticilerinin dev çadırları yer alıyordu. Bu çadırların müşteri kapasitesi, 2 bin ile 10 bin arasındaydı. Masalarda yer bulabilmek için çok önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyordu. Kırmızı suratlı, kan ter içindeki kadın garsonlar, bir litre bira alan dev bardaklardan 5-10 tanesini birden kucaklayıp masalara dağıtıyordu. Ortadaki platformda, orkestra Bavyera halk türküleri çalıyor, masalardakiler de onlara eşlik ediyordu. Hemen herkes yerel giysiler içindeydi. Erkekler, dizin hemen altında biten askılı kısa pantolon, kadınlar ise göğüs dekolteleri oldukça açık çiçekli basma elbiseler giymişti.
TUVALET BOLLUĞU
Ben de bir bira istedim. Festival için yapılan yüksek alkollü, şerbetçi otunun ve mayalanmış arpanın tüm lezzetini dışa vuran özel bir biraydı. Sadece bu dönemde satılıyordu. Bu kadar çok bira içince, tuvalete gitme ihtiyacı da artıyordu. Öğrendiğime göre festival alanında tamı tamına 830 tuvalet vardı ve yalak biçimindeki pisuarların uzunluğu iki kilometreyi geçiyordu. Kadehimdeki bira bitince, çadırların arasında dolaşıp alanı terk ettim. Tecrübeli arkadaşlarım ilerleyen saatlerde görüntünün değiştiğini, kusanların, nara atanların, yerlerde yuvarlananların sayısının arttığını söylediler.
Ertesi gün gezinin ikinci bölümünü gerçekleştirmek için bir otobüsle, güneye, ülkenin en önemli bağ bölgesi Rheingau’ya doğru hareket ettim. Münih’ten uzaklaştıkça yeşilin hákimiyeti arttı. Ormanlar, uçsuz bucaksız tarlalar pencereden akıp gitmeye başladı. Sonra Ren Nehri göründü. Her zamanki sakinliğinden uzaktı. Nehir gemilerini, bir acele alıp götürüyordu. Yol, nehir ile bağlarla kaplı tepelerin arasına sıkışmıştı. Bağlar salkım salkım, beyaz şarabın prensesi Riesling üzümüyle dolup taşmıştı. Arada bir de küçük şatolar görüntüye girip kayboluyordu.
Tepelerden birinde bu şatolardan en ünlüsü Johannisberg duruyordu. Şatoyu sarmalayan bağlar, nehrin kıyısına kadar iniyordu. Göethe burası için şu sözleri sarf etmişti: "Johannisberg her şeye hükmeder, her şeyden çok üstündür." Almanya’nın ilk geç ve seçme hasat şarapları (Spatlese ve Auslese) tesadüfen bu şatoda üretilmişti.
MARX ÜZERİNDEN TİCARET
İlk molayı, bölgenin en turistik kenti Rudesheim’da verdik. Ren kıyısına kurulmuş bu küçük kent, daracık sokakları, şarap imalathaneleri, şarap barları, restoranları, 19. yüzyıl mimarisiyle bezenmiş evleri ziyaretçilerin ilgisini çekiyordu. Kentin sırtları bağlarla kaplıydı ve bu bağlara ulaşım teleferiklerle sağlanıyordu. Öğle yemeğinde bol bol yöre şaraplarını tattım. Aslında mönüde, bölgenin 350 çeşit şarabı yer alıyordu. Hangisini seçeceğim konusunda epey zorlandım.
Geceyi, Lüksemburg sınırındaki Trier kentinde geçirecektik. Kentin ortasındaki koca Roma kapısından geçip, ortaçağı anımsatan meydanda bir tur attım. Burası Almanya’ya çok benzemiyordu. Kentte bir gün kaldım. Zamanımın çoğu tepelerdeki bağlarda geçti. Neredeyse 80 derece diklikteki bu bağlarda nasıl çalışıldığına bir türlü akıl erdiremedim.
Karl Marx’ın 5 Mayıs 1818’de doğduğu ev de bu kentteydi. Şarap tadımından bulduğum ilk fırsatta bu müze-evi ziyaret ettim. Girişte satılan hediyelik eşyaları görünce oldukça yadırgadım. Koca Marx’ın fotoğrafları, şemsiyeleri, şarap şişelerini, tişörtleri, şişe açacaklarını, kırmızı renkli kadın çantalarını süslemişti. Odaları gezerken Marx’ın kemiklerinin sızlayıp sızlamadığını düşündüm.
Ertesi gün Mosel Nehri’nin en romantik kentlerinden Cochem’e geçtim. Zirvedeki şatodan, nehrin mendereslerini seyretmeye doyamadım. Şatodan aşağıya, bağların arasından geçen patika yoldan indim. Arada bir durup, salkımların tadına baktım.
Sonra kıyıda bir kahveye oturup, sararmış sonbahar görüntülerinin tadını çıkardım. Mosel, kız kardeşi Ren’in aksine nazlı nazlı akıyordu. Üstünde ise nehir gemileri beni her seferinde düşten düşe sürüklerdi. Bir tanesinde kaptan olmayı düşlemekten hiç vazgeçemedim nedense.
Öğleden sonra nehir üstünde yolcu taşıyan gemilerden birine bindim. Burada da şarap tadımı için hazırlık yapılmıştı. Bir yandan bölgenin en kaliteli beyaz şaraplarını yudumluyor, bir yandan da nehrin iki yanında akıp giden manzarayı seyrediyordum.
Gemi iki kıyıdaki iskelelerde duruyor, yolcuları indiriyor, yenilerini alıyordu. Yamaçlarda bağların dışında bir karış boş yer yoktu. Bağların kucakladığı küçük şatolar, çevreye masalsı bir görüntü katıyordu. Bağların bitiminde yeşilli, sarılı ormanlar, sivri çatılı evler, yüksek çan kuleli kiliseler, kartal yuvasını andıran şatolar, pencerelerinden rengárenk çiçekler sarkan evler... Bütün bunları gördükten sonra, ünlü ressam Turner’ın tablolarının neden o dönemde çok moda olduğunu, 18. yüzyıl ressamlarının neden Ren kıyısına hücum ettiklerini daha iyi anladım. Mosel’in Ren ile buluştuğu yerdeki Koblenz kentine geldiğimde gün artık akşama dönmüştü.
Bu gezimde, Almanya’nın "Akdenizli" yüzüyle tanışma fırsatını buldum. Gezdiğim bölgelerde yaşamdan keyif alma daha ön plana çıkartılmıştı. Mutfaklar daha lezzetlenmiş, şarap yudumlamak için saatlere bakılmaz olmuş, geceler biraz daha uykusuzlaşmıştı. Bu yüzü, Kuzeyli Almanya’nın yüzünden daha çok sevdim.