Şu sıralar, ağaçlar rengarenk yapraklarını takmış takınmış sonbaharı uğurluyor.
Bütün doğa, usta bir ressamın elinden çıkmış tabloya dönüşmüş. Hem bu manzaraları görmek hem de Batı Karadeniz’in lezzet duraklarını keşfetmek için yollara düştüm. Bu gezi sırasında gözüm ve midem adeta bayram etti.
Yola çıktığımızda hava hiç de iç açıcı değildi. Karadeniz yönünden gelen patlıcan moru bulutlar yağmur yüklenmişti. Sonbaharın son günlerinde bulutlardan başka ne beklenirdi ki! Geride sadece birkaç "sarı sıcak" kalmıştı o kadar. Bundan sonraki yolculuklarıma artık yağmur, kar, kara bulutlar, sert rüzgárlar eşlik edecekti.
"CNN Türk" kanalında gösterilen "Lezzet Durakları" adlı programın çekimi için yönetmen Cengiz Özkarabekir ile birlikte Batı Karadeniz’e doğru gidiyorduk. Aslında o bölgeye gitmek için zamanlama çok iyiydi. Bu mevsimde doğa bir tabloya dönüşürdü. Sarı, kırmızı, vişne çürüğü yapraklarla bezenmiş ağaçların oluşturduğu manzara, insanları bir düşten diğer bir düşe sürüklerdi. Bir de doğada bu mevsimde sadece kuş sesleri olurdu.
İlk lezzet durağı Adapazarı’ndaki Meşhur Köfteci Mustafa’ydı. Sakarya Caddesi’ndeki dükkanda, 1912’den beri ıslama köfte pişiriliyordu. Bu köfteyi icat eden Üsküp göçmeni Mustafa Usta öldükten sonra, iş, çıraklarına kalmıştı. Yılmaz Usta da onlardan biriydi. Tam 50 yıldır tezgahın başında bayat ekmekleri, biberli, yağlı et suyuyla ıslatıyor, ekmeklerin üstüne ise köfteleri sıralıyordu. Hem görüntü hem tat insanın ağzını sulandırıyordu.
Çekimleri bitirdikten sonra Adapazarı’nın içinden geçip, Sakarya Nehri’nin Karadeniz’le kucaklaştığı Karasu’ya geldik. Karasu, hem balıkçı hem de yazlıkçı bir yerleşim yeriydi. Yazlıkçılar çoktan gittiği için etrafta bir sessizlik, kimsesizlik hüküm sürüyordu. Çiseleyen yağmur da görüntüye biraz hüzün katmıştı. Balıkçılar, Sakarya’nın ağzına sıralanmış, Karadeniz’in sakinleşmesini bekliyordu. Nehrin kıyısına dizilmiş salaş meyhanelerin bacalarından, mis gibi balık kokusu yayılıyordu etrafa. Açlığımızı ıslama köfteyle bastırdığımız için bu kokulara yüz vermeden yolumuza devam ettik.
SESSİZ AKÇAKOCA
Yol, Karadeniz’in kıyısından gidiyordu. Poyrazın kovaladığı dalgalar, kıyıya çarpıp gerisin geriye dönüyordu. Rüzgarın sertliğine öfkelenen deniz beyaz beyaz köpürüyordu. Bu oyuna bulutlar da sicim gibi yağmurla katılınca, ortaya vahşi, ürkütücü, büyüleyici bir masal ortamı çıkıyordu. Biz de bu masalsı görüntünün içinde Akçakoca’ya doğru ilerliyorduk. Batı Karadeniz’in yazlık kasabası Akçakoca bizi, sessiz sokaklarıyla karşıladı. Yaz konuklarını yolcu etmiş, kendisiyle baş başa kalmıştı.
Hülyam Restoran, buradaki lezzet durağımızdı. Yörenin yemeklerini yapan bu restoran, damağına düşkünlerin önerdiği bir adresti. Mancar, bu yörenin en gözde sebzesiydi. Hemen her yemekte mancarın izine rastlanıyordu. Hülyam Restoran’ın mutfağında, mancarın karalahana olduğunu öğrendim. Patron Haşim Bey’in eşi önce mancar ezmesi, ardından tavada çiğ börek benzeri mancar pidesi yaptı. Eğer günün birinde Akçakoca’ya yolunuz düşerse, bu yemeklerin tadına bakmanızı öneririm.
Sonra Karadeniz’i solumuza alıp Alaplı’ya doğru yola çıktık. Yol boyu bulutlar kah üstümüze çullanıp yağmurlarını boşalttı, kah kenara çekilip güneşe izin verdi. Önü açılan güneş yamaçları aydınlattı. Yamaçlar da sonbaharın pastel renklerini gösterip, gönlümüzü aldı. Alaplı’da yemek çeşidi boldu ama, bunları sunacak bir lezzet durağı yoktu aslında. Deniz kıyısında, bir belediye tesisinde, Alaplılı kadınlar maharetlerini ortaya dökmüştü: Höşmerim, köken mancarı, kabak gözlemesi, kabuklu bakla yemeği, yufka tiriti... İlgimi en çok çeken de kabuklu bakla yemeği oldu. Alaplılılar, bizim çöpe attığımız taze baklanın kabuğunu kurutup, kış başında bu nefis yemeği pişiriyorlardı. Belediye Başkanı Faruk Çaturoğlu, önümüzdeki baharda deniz kıyısına bir restoran yapacaklarını, yolu buraya düşecek gezginlere bu yemekleri sunacaklarını söyledi.
EN LEZZETLİ PİDE
Gecelemek için Akçakoca’ya döndük. Ertesi gün ilk lezzet durağımız, Karadeniz Ereğlisi girişindeki Plaj Restoran’dı. Buranın kabak tatlısı dillere destandı. Eyüp Usta, özel seçilmiş kabaklardan öyle lezzetli bir tatlı yapıyordu ki insan, (özellikle ben) yemeğe doyamıyordu. Altı saatten fazla fırında kalan kabaklar, karamel, kestane, ekmek kadayıfı tatlarına bürünüyor, hele üstüne konan bembeyaz manda kaymağıyla tadını zirveye taşıyordu. Daha sonra Ereğli’nin deniz kıyısında, ev kadınlarına tahsis edilmiş küçük büfelerin biri olan "Has el"de kentin geleneksel tatlısı kabaklı gözlemenin yapılışını izledik, tadına baktık.
Bana en iyi Karadeniz pidesinin nerede yapıldığını sorduklarında bir-iki yer öneririm. Bunlardan biri de Erdemir Caddesi üstündeki Meşhur Pideci Hasan’dır. Sırf bu pideyi yiyebilmek için bir bahane uydurur Ereğli’ye uğrarım. Yine öyle yaptım. Pideciliği babası Ali Kuru’dan öğrenen Hasan Usta’yı, fırının başında, kan ter içinde çalışırken buldum. Kendisi ve ekibi, müşterilere pide yetiştirebilmek için soluk almadan çalışıyordu adeta. Biri hamuru açıyor, diğeri malzemeyi koyuyor, Hasan Usta fırını idare ediyor, bir diğeri çıkan pidenin içine yağ sürüyor, isteyene yumurta kırıyor, bir başkası da hazırlanan pideyi doğrayıp tabağa koyuyordu.
Arka taraftaki küçük salonda pidemi yerken, Evliya Çelebi’nin olduğu öne sürülen yazıyı bir kez daha okudum. Bu yazıda Çelebi, Ereğli pidesine övgüler düzüyordu. Sonradan tüm seyahatnameyi karıştırdım ama bu bölümü bulamadım. Bu yazıda iyi bir pide yerel ağızla şöyle tarif ediliyordu: "Az bişese mideyü şişürü, çok bişese guru olu, o sebepten ben kıyır olsun didim. Fırından çıkaru çıkarmaz da yımırta dökülecek..."
AMASRA’NIN BALIKLARI
Ereğli’den sonra sonbahar iyiden iyiye bastırdı. Dağlar tepeler kızardı, sarardı, yeşillendi. Yolların üstünü kahverengi yapraklar örttü. Zonguldak’ın Kozlu ilçesine geldiğimizde, güneş renkler saça saça dünyanın diğer ucuna gitmeye hazırlanıyordu. Karadeniz, mor denize dönmüş, gökyüzünü eflatun, sarı, kırmızı, erguvan, yeşil yansımalar kaplamıştı. Dayanamadım, durdum, kömürlü sahile bir iskemle atıp, menevişlenen sulara dalıp gittim.
Fatih’in cennete benzediği Amasra’ya geldiğimizde gün akşam olmuş, tavalarda balıklar kızarmaya başlamıştı bile. Yörenin en iyi ve en eski lezzet duraklarından Çeşmi Cihan’da, hem tava balığın hem 8-10 çeşit yeşillikle yapılan salatanın tadını çıkarttık.
Sonra sarmısak diyarı Taşköprü’de, mevsimin son kuyu kebabının tadına baktık. Çarşı merkezindeki Osman ve Ömer kardeşlerin kebapçısında, kuyuda iki saat pişen kuzuları parmaklarımı yalaya yalaya bir güzel yedim. Sonra Kastamonu’ya geçtik. Buraya ne zaman gelsem, Yılanlı Sokak’taki asırlık lokantaya uğrayıp simit tiridinin mutlaka tadına bakarım. Susamsız simit, gerdan suyu, sarmısak, yoğurt, kıymayla yapılan ve tereyağıyla tamamlanan bu basit yemeğin zengin lezzeti, damakları çatlatacak cinstendi. Harun Usta’yı bir kez daha kutladım. Sinan Bey Konağı’nda ise Kastamonu’nun ünlü yemeklerinden etli ekmekle, bandumanın tadına baktım.
Safranbolu’da bizi eski dostlarım Gül ve İbrahim Canbulat bizi yeni otellerine buyur etti. Gülevi adlı bu beş odalı butik konak-otel öylesine güzel olmuştu ki, canım odadan çıkmak istemedi. Eski ile yeni birbiriyle uyum içinde eşleşmiş, geçmişin içinde modern zamanı yaşamanın keyfi doruğa çıkmıştı. Safranbolu’da yılların lokumcusu İmren’den bu tatlının sırlarını öğrendik, eski konaklara, daracık sokaklara hayranlığımızı bir kez daha sunup Gül ve İbrahim’e veda ettik.
Son lezzet durağı Bolu’daki Yurdaer Otel Mutfak Sanat Merkezi’ydi. Bolulu ünlü aşçı Haşim Usta’nın oğlu Yurdaer Kalaycı, burada babasının ününü sürdürüyordu. Mönüsünde Osmanlı Mutfağı’nın en lezzetli örneklerini sunan Yurdaer Bey, mutfakta yarattığı sanat eserlerini konuklarıyla paylaşmaktan mutluluk duyuyordu.
Dönüş yolunda Abant’a saptık. Orada da ağaçlar sonbaharı uğurlamak için renkli elbiselerini giyinmişlerdi. Ormanın her köşesi, sanki birbirleriyle güzellik yarıştırıyordu. Yolculuğun son sürprizi, önümüzden sıçraya sıçraya kaçan üç geyik oldu. Doğanın tablolarını kaçırmak istemiyorsanız hemen yola çıkın. Çok vaktiniz kalmadı. Ağaçlar soyunmadan yakalayın onları.