Yarın bayram. Son yıllarda özellikle büyük kentlerde oturanlar, tatili bahane edip kent dışına kaçmayı adet edindi.
Bu yüzden bayramlaşma geleneği yavaş yavaş unutulmaya başlandı. Halbuki hem büyüklerin gönlünü almak hem de bulunduğunuz kentte bir güzel tatil yapmak mümkün.
Yarın bir Şeker Bayramı’nı daha kutlayacağız. Kim bilir bu kaçıncı bayram? Aslında sayabilirim ama ne gereği var. Çok bayram geçti işte. İyi, kötü, eğlenceli, hüzünlü. Çocukluk anıları çok uzaklarda kaldı. Hepsi hayal meyal... El öpmeler, paralar, mendiller, şekerler, çikolatalar, atlı karıncalar, lunaparklar, çarpışan otolar, kayık salıncaklar, çivili rulet masalarında masum kumarlar... Herkesin anılarında birer ikişer bulunan kırık dökük görüntüler hepsi. Bu eğlenceler şimdi yok mu? Yoksa onlar yerli yerinde duruyor da ben mi uzaklaştım onlardan! Veya onlar kent merkezlerinden varoşlara mı taşındı? Kent merkezlerinde bayram yeri kurulacak alan kalmadı mı? Hepsi mi gökdelen, site, apartman, işyeri oldu? Kentlileri kim bayramsız bıraktı?
Bu bayram tatili fazla uzun değil. Aslında böyle tatillerde özellikle büyük kentlerde oturanlar, tatili bahane edip, kentten kaçmayı adet haline getirdi. Nedense yeni kuşaklar, bayramlaşmayı bir angarya gibi görmeye başladı. Çocuklarının ziyarete gelmesini, el öpmesini iple çeken aile büyükleri, bu tatil kaçışları yüzünden pencere önünde, çaresiz ve hüzünlü bir bekleyişe giriyor.
Çok önceki dönemlerde bayramlaşmak çok önem taşırdı. O dönemlerin şahitlerinden Reşat Ekrem Koçu, bayramlarda kente neşe saçıldığını, her tarafı bir dostluk, kardeşlik havası sardığını, insanların birbirleriyle bayramlaşmak için adeta yarıştıklarını öne sürer. Yazar, "İstanbul Ansiklopedisi"nde bayramlaşmayı şöyle anlatmıştı: "İlk gün ilk tebrike gelenler mahalle bekçileridir. Bekçi baba, arkasında yardımcısı ile birilikte kapı kapı dolaşır. Verilen bahşiş para olursa onu cebine atar, mendil verilirse o yardımcısının elindeki sırığa bağlanır. Bekçiyi tulumbacılar takip eder. Bunların gelişi naralarından, zurna sesinden ve bahşiş gecikince yeri göğü inleten ’tulumbacılar...’ narasından anlaşılır. Daha sonra belediye süprüntü arabacıları gelir. Bunlar hiç uğramadıkları evleri bile ziyaret edip, bayram tebrikinde bulunurlar. Daha sonra komşu çocukları gelip el öperler ve birer mendil veya birkaç kuruş bayram harçlığı ile gönülleri hoş edilir. Daha sonra sıra hısım akrabaya gelir..." Şimdi de çöpçüler, davulcular, postacılar, mahallenin çocukları bu geleneği sürdürmeye çalışıyor ama, çalınan kapıların çoğu artık açılmıyor. Hısım, akraba ise ortalıkta pek görünmüyor.
KENT GEZİLERİ
Ben, bayram tatillerinde İstanbul’u terk etmeyi pek sevmem. Yollara düşmüş kalabalıkları gözümde büyütürüm. Deli sürücülerin "teker koşturduğu" yollardan korkarım. O güzelim tatil günlerinin, tıkanmış yollarda, egzoz kokan trafikte harcanıp gitmesine izin vermem.
Bu yazı, "Bayramda nereye gidilir?" konulu bir yazı olmayacak. Zaten bunun için vakit oldukça geç. Tatile gitmeye niyetlenenler, programlarını çoktan yaptı bile. Hem de aylar öncesinden. Ne uçaklarda, ne otobüslerde ne de otellerde yer kaldı.
Tatil önerisi için hem vakit geç hem de zor. Zor çünkü, İstanbul’da oturan birisi olarak, daha çok kentin çevresindeki mekanlarla ilgili öneri yapacağım. Örneğin, "Güneşi gördüğünüzde atlayın arabanıza İznik Gölü’ne gidin. Suyun kıyısındaki bir restorana oturup, bol salatayla ya yayın şiş veya sazan tava yiyin -yanına belki de bir duble rakı-..." diye öneri de bulunsam, bu çevredeki birkaç kenti ilgilendirir. Uzaklardaki okurlarım haklı olarak, "Bize ne İznik’ten" diyebilirler. Onun için önerilerde bulunmaktan çok, kendi bayram tatilimi anlatmaya çalışacağım.
Bu bayram, kışın sonbahara ölümcül darbeler vurmaya başladığı bir anda geliverdi. Sonbaharın can çekişmesini izlemek, beni hem hüzünlendirir hem ruhuma dinginlik verir. Bayramın ilk gününde yakınlarımla bayramlaştıktan sonra, soluğu Batı Karadeniz’in ormanlık bölgelerinde alacağım. Orada hem CNN Türk kanalı için hazırlamakta olduğum "Lezzet Durakları" belgeselinin çekimlerine katılacağım, hem de sonbaharın son sarılarının, son kırmızılarının doğayı renklendirmek için sarf ettikleri gayreti izleyeceğim. Dallarında bir-iki inatçı yaprağın sallandığı ağaçların soyunmasını seyredeceğim. Yağmurun üşüttüğü çırılçıplak ağaçların fotoğraflarını çekeceğim. Ayrıca Adapazarı’nda, Akçakoca’da, Düzce’de, Ereğli’de, Amasra’da, Cide’de, Kastamonu ve köylerinde, Bolu’da yiyeceğim yemekleri düşündükçe çok heyecanlanıyorum.
BOĞAZ’DA BALIK
Eğer televizyon çekimlerinden zaman kalırsa, Boğaz’da balık tutmak istiyorum. Çaparilerim kullanılmaya kullanılmaya paslandı. En son ne zaman elime aldığımı bile unuttum -belki de geçen bayram-. Havanın izin verdiği bir gün, Boğaz kıyısında -belki Kuzguncuk, belki Akıntıburnu, belki de Kireçburnu- balık tutmaya kararlıyım. İstavrit garanti de acaba lüferden kaçan sarıkanat takılır mı? Küçük bir kova almak lazım. Taburemi de bulmalıyım. Siyah balıkçı berem nerede acaba? Lastik çizmeleri giysem abartmış mı olurum? Ya geçen sefer olduğu gibi elim boş dönersem? Şimdiden heyecan bastı. Sizin oralarda oltanızı sallayacağınız bir dere, bir ırmak, bir göl yok mu? İşte tatilin en has adresi. Size huzur, sessizlik, ruh dinginliği vaat ediyorum. Haydi rastgele...
Yemek pişirmeyle aranız nasıl? Benim iyidir de, koşuşturmaktan mutfağa girmeye fırsat bulamam. Bu tatilde tüm eşe dosta ziyafet çekeceğim. Aslında evin mutfağı, yemek vakti bayramlaşmaya gelenler için hazırlıklı olmalıdır. Yemekler arifeden hazırlanıp, buzdolabına kaldırılmalıdır. Ben konuklarıma taze yemekler sunmak niyetindeyim. Onun için birkaç gün mutfaktan çıkmamaya karar verdim. Niyetim birkaç geleneksel Türk yemeğini yorumlamak. Bakalım neye benzeyecekler? Siz de yemek yapmaktan hoşlanıyorsanız işte bulunmaz fırsat. Bu tatilde yemek işini siz üstlenin. Zamanın nasıl geçtiğini anlamayacaksınız bile.
Bir de kitapları düzeltme işi var. Bu biraz canımı sıksa da erteleyemem. Bu tatilde hallederim diye eşime söz vermiştim. Dile kolay, beş bine yakın -veya geçkin- kitap. Kitaplıkta yer kalmadı. Masaların, kalorifer dilimlerinin üstü, pencere pervazları, her yer kitap dolu. Sizin düzeltecek kitaplığınız yok mu? Varsa siz de düzeltir gibi yaparak bir gününüzü kitaplarla baş başa geçirebilirsiniz.
PARKLARDA YÜRÜYÜŞ
Ben bu tatilde biraz da yürümek niyetindeyim. Yıldız Parkı’nda, Emirgan Parkı’nda, Boğaz kıyısında veya yakın bir kırsalda, iki elim arkada, düşüne düşüne yürümek... Kastettiğim sorunlu düşünceler değil. Hayal kurma. Geleceği düşleme. Zaman zaman insanın kendisini kandırmasında yarar var. Arada bir gerçeklerle, hayalin yer değiştirmesi ruh sağlığı için gerekli. Bayram tatilinin en güneşli gününü bu tür yürümelere ayıracağım. Sizin düşlerle aranız nasıl? Gerçeklerden bir süreliğine kaçmaya gereksinimiz var mı? Varsa işte fırsat. Bir gün iki eliniz arkada uzun uzun yürüyün.
Bayram tatilinde -eğer vakit bulursam- bir bankta oturup bulutlara bakacağım, belki de sinemada, kendimi bir filmin kahramanının yerine koyacağım. Gördüğünüz gibi yapacak çok işim var. Hepsini bu tatile sığdırabilecek miyim?
Yukarıda sıraladıklarımı yapmak için, bugünü de dahil ederseniz toplam dört günüm var. Bakalım ne kadarını gerçekleştireceğim? İyi bayramlar diliyorum.
BAYRAMDA MEYHANE KEYFİ
Niyetim bayramda birkaç tane de iyi restoran -meyhane veya lokanta- keşfetmek. Bayramın arkasına sığınarak, birkaç kadeh eşliğinde lezzetli yemekler yemeyi düşlüyorum. Söz içkiden açılmışken Reşat Ekrem Koçu’dan okuduğum bir bayram adetini sizlere aktarmak isterim:
Cumhuriyetin ilanından önce ramazanda meyhaneler arife günü kapatılıp, bayramın birinci gününün akşamı açılırmış. Bu nedenle akşamcılar o gün katmerli bayram yaparlarmış. Büyük meyhanelerin sahipleri bayramın birinci günü devamlı müşterilerinin evlerine, "cennet kaçkını" denecek kadar güzel çıraklarla çeşitli mezeler gönderirlermiş. Bu meze tabaklarında, mevsimine göre midye veya uskumru dolması olurmuş. "Unutma beni dolması" denilen bu dolmalarla, meyhanenin açılışı hatırlatılırmış.