Sonbahar hasat mevsimidir. Önce bağlar üzümleriyle vedalaşır, sonra da zeytinler ağaçlarıyla.
Hasat demek, yemek, içmek, eğlenmek anlamlarını da içerir. Geçen hafta Ayvalık’ta "Zeytin Hasadı Şenliği"ne katıldım. Zeytinyağının sorunlarını öğrendim, lezzetli yemekler yedim, güneşli bir hafta sonunun tadını çıkardım.
Bu kaçıncı Ayvalık’a gelişimdi acaba? Son gezi beşinciydi sanırım. Buraya gelmek için her zaman bir bahane bulurdum. Bu seferki bahanem, Ayvalık Ticaret Odası’nın düzenlediği "Ayvalık Zeytin Hasadı Şenliği" idi. Erken kalkıp, sabahın mahmurluğundan sıyrılmak için Cunda sahilindeki Taş Kahve’ye gitmiştim. Niyetim denize karşı kahvaltı etmekti. Yeni demlenmiş bir bardak çay, bir dilim taze ekmek, kırma yeşil zeytin, bir tabağın içinde, bir gün önce sıkılmış zümrüt yeşili zeytinyağı... O an, bundan daha lezzetli bir kahvaltı olabileceğini düşünemiyordum.
Sert poyraz üşütüyordu. Gelirken görmüştüm; Cunda’nın kuzeyinde deniz kudurmuş, köpük köpük dalgalanmıştı. Hava soğuktu ama pırıl pırıldı. Bulutlar, Ayvalık’a gelmek yerine Kaz Dağları’nın zirveleriyle oynaşmayı tercih etmişti. Ege kıyılarında her zaman cömert olan güneş, artık gücünü yitirmişti. Deli poyrazı itip, ısısını gönderemiyordu. Anlaşılan kış yavaş yavaş yüzünü göstermeye başlıyordu.
"Cunda, delisi, kedisi ve keçisi meşhurdur" derlerdi. Kıyıda ağ ayıklayan balıkçıların etrafına dizilmiş kedileri görünce bu cümle aklıma geliverdi birden. Bu cümlenin doğruluğunu kanıtlamak için tüm kediler sahile yığılmıştı sanki. Kedilerin çoğunu bir önceki gelişlerimden tanıyordum. Topal zeytin, kör sarman, cambaz tekir... Onlara bu adları ben takmıştım.
Kahvaltım bitince kıyıdan, balıkçılara selam sarkıta sarkıta yürüyüp, beni hasat yerine götürecek otobüse bindim. Zeytin hasadının yabancısı değildim. Geçen yıl da aynı mevsimde buralara gelmiş, zeytinliklerde hasada katılmış, lezzetli yemekler yemiş, eğlenmiş, öğrenmiş ve dönmüştüm. Onun için yörenin ileri gelen üreticilerinden Mehmet Süner’in, Bademli’deki bahçesinde ilk sırayı yeni gelenlere bırakıp, kalabalıktan uzakta, yaşlıca bir ağaca dayanıp zeytini düşündüm. Bir ara, poyrazın salladığı dalların kulağıma bir şeyler fısıldadığını sandım: "Herkese aidim ve kimseye ait değilim. Sen gelmeden önce buradaydım, sen gittikten sonra da burada olacağım..." Aslında zeytin ağacı bu sözleri, kavurucu bir yaz günü gölgesine sığınan Homeros’a fısıldamıştı. Okuduklarımın etkisi hálá sürüyordu anlaşılan.
ZEYTİN SEMBOLİZMALARI
Bu kutsal meyve hakkında bir şeyler öğrenebilmek için çok kitap karıştırmıştım. Örneğin "Semboller Ansiklopedisi"ndeki "Zeytin Ağacı" maddesinde şunları okumuştum: "Zeytin ağacının çok zengin bir sembolizması vardır. Bunlardan en çok kullanılanlar: Barış, zafer, ödül, arınma, güçtür..."
"Bir Çin efsanesine göre, zeytin ağacı zehirleri etkisiz kılar. Bu nedenle, Çin’de zeytin ağacının koruyucu bir gücü olduğuna inanılır."
"Japonya’da ise gönül okşayıcılığın, başarının sembolüdür. Zafer ağacıdır."
"Yahudi ve Hıristiyan inancına göre zeytin barışın sembolüdür."
"Ortaçağda zeytin ağacı, altını ve aşkı simgeler. Angelus Silesius, muhtemelen Melik Süleyman Mabedi’nden esinlenerek, ’Kapında altın renkli zeytin ağacı görürsem, seni o dakika tanrının Kutsal Mabedi bilirim’ diye yazar..."
"Bir başka inanca göre ise zeytin ağacı seçilmişler cennetinin sembolüdür."
Kuran’da Nur Suresi der ki: "Allah, göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun sıfatı, sanki içinde ışık bulunan penceresiz bir hücredir. O ışık bir cam muhafaza içindedir. Cam da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Bu ışık, güneşin doğuşunda ve batışında gölgelenmeyen mübarek bir zeytin ağacının yağından yakılır. O’nun yağı, kendisine bir ateş dokunmasa bile, hemen ışık verir. Bu ışık, nur üstüne nurdur. Allah, dilediği kimseyi nuruna kavuşturur. Allah insanlar için böyle misaller verir. Allah her şeyi bilir."
Ağaçların çoğunda zeytin tanelerinin rengi mora dönmüştü. İşçiler ellerinde sopalar, tırmıklarla meyve dolu dalları dövüyor, sıyırıyor, taneleri ağacın dibine serilmiş bezlerin üstüne döküyorlardı. Sonra o taneler çuvallara doldurulup sıkımhaneye götürülecek, orada mis gibi zeytinyağına dönüştürülecekti.
Bahçenin bir köşesine yemek masaları kurulmuştu. Geçen yılki hasat yemeği Mustafa Kürşat’ın bahçesinde düzenlenmişti. O yemekte yediğim favanın, sarmanın, yeşil otların, kalamar yahnisinin tadı hálá damağımdaydı. Hele ev sahibesi Fatma Kürşat’ın pişirdiği kuzu etli, bol dere otlu Maratha (Arapsaçı) adeta damağımı çatlatmıştı.
HASAT YEMEĞİ
Bu yılki yemeği ünlü aşçı Yörük Mehmet hazırlamıştı. Gerçekten de muhteşem yemekler yedim. Haziran ayı kuzusuyla yapılan tandırın tadına doyamadım. Hele Kozak yaylasının ünlü çam fıstığı ile yapılmış sütlü irmik helvasını yerken, lezzetin zirvelerinde dolaştığımı sandım. Yemek bitiminde, gelecek yılı düşünüp heyecanlanmaya başladım. Hasat şenliğinin, aynı zamanda bir lezzet şenliğine de dönüşeceğinden adım gibi emindim.
Yemekten sonra Cunda Adası Kültür Merkezi’nde düzenlenen panele katıldım. Panelde üreticisinden "Zeytin Dostu"na, sanayicisinden ihracatçısına epey kalabalık vardı. Sorunlar ve suçlamalar havalarda uçuştu. Onları dinlerken anladım ki, zeytinyağında dert çoktu, çözecek makam yoktu. Panel sonunda öğrendiklerim şunlardı:
Son 10 yılda ağaç sayısı 50 milyon artmıştı. Bu yıl 35 milyon yeni fidan dikilmişti. Gelecek yıl dikilecek 54 milyon fidan için sertifika istenmişti.
Zeytinyağcılar beş yıl sonra İspanya’dan sonra dünyanın ikinci büyük üreticisi olmaya odaklanmışlardı.
Bu olumlu gelişmelere rağmen kasım ayında 3.20 YTL’ye düşen fiyatlar üreticiyi kaygılandırmaya başlamıştı.
Türk zeytinyağı, kota olmadığı için uygulanan yüksek gümrük vergisi nedeniyle Avrupa’ya satılamıyordu. Oysa Tunus, Cezayir, Ürdün, Suriye gibi ülkeler bile kota almışlardı. Buna hızla çözüm bulunmalıydı.
Bir an önce markalaşmalı, yurtiçi ve yurtdışı tanıtım atağına geçilmeliydi.
Uluslararası Zeytinyağı Konseyi’ne bir an önce yeniden üye olunmalıydı.
Üreticiye destekleme primi verilmesi sorunu hemen çözülmeliydi.
MEZELER SIRA SIRA
Panelde elektriklenen hava, akşam yemeği için gidilen Nesos, Deniz ve Günay restoranlarda yatıştı. Ayvalık’ın ünlü mezelerinin biri bitti, diğeri geldi. Bunların arasından ağırlığı deniz kestanesine (karadiken) verdim. Ortadan ikiye bölünmüş kabukların içine limon sıkıp, içkime katık ettim. Bu arada, bir-iki saat önce sıkılmış zeytinyağlarına ekmek banmayı ihmal etmedim.
Ertesi gün, poyraz tasını tarağını toplayıp gitmişti. Hava ve deniz sütliman olmuştu. Güneş keyfe gelmiş, mavi gökyüzünde mutluluk saçmaya başlamıştı. Yine Taş Kahve’ye gittim. Bu kez teneke tulumu ile yapılmış nefis bir Ayvalık tostu ısmarladım. Kedilerle selamlaştım. Balıkçılarla sohbet ettim. Bir-iki dostla kıyıda volta attım. Sonra yağmurlu, soğuk İstanbul’la kucaklaşmak üzere dönüşe geçtim.
Dönüş yolunda aklımdan şunlar geçti: Akdeniz çanağındaki ülkeler, yılda kişi başına 10-15 kilo zeytinyağı tüketirken Türkiye’de neden bir kiloyla yetiniyorduk? Önce bunu çözmek lazımdı. Kurulması düşünülen "Zeytinyağı Tanıtım Grubu", öncelikle iç tüketimin artması için kolları sıvamalıydı. Mardinliye, Urfalıya, Gaziantepliye, Erzurumluya, Karadenizliye bu muhteşem yağı anlatmalıydı. Ayrıca zeytinyağlı yemeklerde bile, çiçek yağı kullanmanın doğru olmayacağını vurgulamalıydı. Zeytinyağının sağlık olduğunu, yaşamı uzattığını söylemeliydi. Zeytinyağı hakkında söylenecek o kadar çok olumlu slogan vardı ki, bunların hepsini bulup, gümbür gümbür tüm Türkiye’ye duyurmalıydı.
Her yerde savaşçılar vardır. Üreticilerden Yahya Laleli, Salih ve Sezai Madra, Mustafa Kürşat, Mehmet Süner, Ege Zeytin ve Zeytinyağı İhracatçıları Birliği Başkanı Ali Nedim Güreli, Ayvalık Ticaret Odası Başkanı Rahmi Gencer, Ayvalık Ziraat Odası Başkanı Ahmet Sucu (adını unuttuklarım beni bağışlasın)... Bunlar da yörenin zeytinyağı savaşçılarıydı. Onları tanıdıktan sonra, bu savaşın kazanılacağına inandım. Tanıtıma katkım olsun diye, tüm okurlarımı zeytinyağı tüketmeye davet ediyorum.