Bitmez tükenmez yarımada

Konuk gazetecilerin güney kıyılarında yapacakları geziye eşlik etmek için yine Datça Yarımadası’na gittim.

Bildiğim koyları doya doya bir daha gezdim, lacivert sularla bir kez daha kucaklaştım. Konukları gezdirmek bahanesiyle antik kentlere tırmanıp, yöre lezzetleriyle damağımı mutlu ettim.

Datça’dan ayrılamıyorum bu yıl nedense! Aman yanlış anlaşılmasın, şikayet içeren bir cümle değil bu. Zaten bu muhteşem yarımada ile her fırsatta kucaklaşmak için uydurmadığım bahane kalmadı. Okurlarım hatırlayacaktır; Bir süre önce tatilimin kısa bir bölümünü Hisarönü Koyu civarında geçirmiş, lacivert koylarda laciverte boyanmıştım.

Dönerken aklımın yarısını orada bıraktığımı hatırlıyorum. Ama, üstü tenteli bir kayık, elimde olta aklımda balık, ağaçların arasında küçük bir taş ev, gölgelikte sallanan bir şezlong, kızılçamların kokusu, ağustos böceklerinin cızırtısı, lacivert koylarla süslediğim hayallerimi yanıma alıp getirmiştim. Sıkıldığımda, o hayallerin içine saklanmak niyetindeydim.

Eşe dosta daha Datça anılarımın tümünü anlatmamıştım ki, telefonum çaldı. Zilin sesinden iyi bir haber olduğunu anladım. Bir süreden beri telefon zillerinin, iletilecek haberlerden etkilenerek değişik tonlarda çaldığına inanıyorum nedense. Belki de bıktıran sıcakların yarattığı normal olmayan bir ruh hali benimkisi! Mekanik bir düzeneğin, insan sesinin tınısından (neşeli veya hüzünlü) etkilenmeyeceğinin farkındaydım ama, bunu oyun haline getirdim. Telefonun her çalışında kulağımla iddiaya giriyorum ve çoğunlukla kazanan taraf benim.

Yine yanılmamıştım. Telefondaki ses, bir İngiliz gazeteci arkadaşıma aitti. Amerikalı bir meslektaşıyla Türkiye’ye geldiklerini, Datça kıyıları, Türk turizmi, yeme-içme üstüne bir yazı hazırlamak niyetindeydiler. Bu gezide yanlarında bulunmamı istiyorlardı. Tereddüt etmeden "evet" dedim. Aslında bu bir görevdi. Ülke tanıtımı için benden istenen yardımı nasıl geri çevirebilirdim ki! Yani, on gün aradan sonra, Datça kıyıları ile bir kez daha kucaklaşmak fırsatı doğmuştu.

Dalaman, Marmaris, Turunç, Kumlubük derken meslektaşlarımı Dionysos tesislerinde, havuz başında, ayakları suda, bakışları aşağıdaki koyun lacivert denizinde sohbet ederken buldum. Yüzlerindeki ifadeye bakılırsa, yazılarına övgü dolu cümlelerle başlayacakları belli oluyordu. Tesisin sahibi Ahmet Şenol, açtığı buz gibi roze şarap ve bölgeyle ilgili verdiği bilgilerle gazetecileri çoktan fethetmiş, işi toparlamıştı bile. Hatta bana gerek bile kalmamıştı diyebilirim.

Dionysos, dağın tepesinde, kayaların, ağaçların arasında, müstakil evlerden ve villalardan oluşan muhteşem bir tesisti. "Kartal Yuvası" burayı en güzel anlatan tanımlamaydı. Kaldığım evin penceresinden karşıdaki dağlar, kıyılar, koylar kuşbakışı görünüyordu. Aşağıda, Ege ile Akdeniz’in kucaklaşmasından oluşan muhteşem lacivert deniz, bazen lodosun bazen poyrazın okşamasıyla beyaz köpüklerle süsleniyordu.

AMOS’UN KALINTILARI

Gazeteci arkadaşları havuzdan çıkartmakta epey zorlandık. Onlar bir yandan havuzun kenarına koydukları kadehlerden soğuk pembe şaraplarını yudumluyor, bir yandan da karşıdaki Aksaz tepelerini, hayal meyal görünen Ekincik kıyılarını, Dalyan, Fethiye dağlarını seyrediyorlardı. Bu muhteşem ortamdan ayrılıp, çevrede gezmeye pek niyetli görünmüyorlardı. Bu sıcakta haksız da sayılmazlardı. İnsanın canı kıpırdamak bile istemiyordu ama, ülkenin tanıtımı için onları zorla da olsa sahile indirmemiz gerekiyordu!

Konukları önce Kumlubük’ün kristal suları ile tanıştırdık. Sonra tekneye binip Akvaryum Koyu’na gittik. Koy pırıl pırıl suları ile adını hak ediyordu. Orada da turkuvaz sularla oynaştık. Gazeteci konukların her gördükleri güzellikte "Woow" diye hayret nidaları atması doğru yolda olduğumuzu gösteriyordu.

Hisarburnu’nda karaya çıkıp, Asarcık Tepesi’ndeki Amos harabelerine tırmanmaya başladık. Aslında bu tırmanış böylesine sıcak bir günde pek cazip değildi. Ama arkeolojiye düşkün İngiliz gazetecinin ısrarını kıramadık. En önde Ahmet Şenol, adeta koşar adımlarla yürüyor ve anlatıyor, en sonda kalan bendeniz ise kan ter içinde, içimden lanetler okuyarak tırmanmaya çalışıyordum.

20 dakika sonra zirveye ulaşmıştık. Ben antik duvarların gölgesine sığınıp nefesimi toparlamaya çalışırken, Ahmet bildiklerini ortaya dökmeye başlamıştı bile. Tepede iki metre kalınlığında, Helenistik dönemden kalma bir duvar vardı. Duvarın üstünde birçok kule, bir de kapı bulunuyordu. Buradaki tapınağın Amos’un ana tanrısı Apollon Samnaios’a adandığı öne sürülüyordu. Tepenin arka yamacında bir de küçük tiyatro bulunuyordu. Sahnenin ortasında, bir zamanlar gösteriler başlamadan önce tanrı Dionysos’a kurban kesilen sunak görülüyordu.

Uzandığım yerden bir yandan muhteşem manzarayı seyrediyor, bir yandan da Ahmet Şenol’un anlattıklarını dinliyordum. Amos’ta yaşayan ilkçağ insanı, bu muhteşem manzaraya bakarak kim bilir ne hayaller kurmuştu.

Tepeden inişimiz nispeten daha kolay oldu. Tekneye binmeden önce Akvaryumun turkuvaz sularında tekrar serin sularla kucaklaştık. Tekne kıyı kıyı, bük bük acelesiz, telaşsız yol aldı ve Kadırga Koyu’nda bir mola daha verdi. Deniz o kadar davetkardı ki, koca adamlar çocuklar gibi denize atlıyor, tekneye çıkıyor, tekrar denize dalıyorduk.

GERBEKSE’DE ZİYAFET

Daha sonra Gerbekse Koyu’na demir attık. Burası, birçok küçük kilisenin bulunduğu, antik dönemdeki adı bilinmeyen bir Bizans limanıydı. Tepede, sütunları ve duvarları hálá ayakta kalmış kilise yüzünden yöre halkı arasında bu koya "Gebe Kilise" diyenler de vardı. Ahmet Şenol burada konuklara kendi özel mönüsünü sunacak, ben de yemeği bilgi kırıntılarıyla süsleyecektim. Niyetimiz gazeteci konukların damağını önce şaşırtmak, bundan sonraki günlerde de esas darbeyi vurmaktı.

Ben masayı hazırlarken, Ahmet meşhur salatasını yapmaya başladı. Közlenmiş patlıcan, közlenmiş yeşil biber, közlenmiş domates ince ince doğranıyor, bol sızma zeytinyağı, kekik, pul biber, tuz eklendikten sonra bütün malzeme birbirine karıştırılıyordu. Masanın ortasına, ekmek banmak için içinde tulum peyniri, zeytin ezmesi, kekik ve pul biber bulunan sızma zeytinyağı konmuştu. Türk peynir tabağında tulum, keçi, sepet, eski kaşar yer alıyordu. Ayrıca Dionysos’un mutfağında hazırlanan ahtapot salatası, kabak çiçeği dolması da masadaki yerini aldı. Taze rokalar, yemyeşil tereler de masayı renklendirdi.

Tüm bunların yanına iyi soğutulmuş bizim beyaz şaraplardan açıldı. Çavdar ve kepek karışımıyla yapılmış küçük pidelerden yayılan mis gibi maya kokusu, denizin iyot kokusuna karışıyordu. Biz masadakilerin tadına bakarken Ahmet Şenol mutfakta ana yemeği yapıyordu. Bu tüm Akdeniz’in ortak yemeği Menemen’di. Aşçımız bu yaz yemeğinin içine çökelek koyarak kendi yorumunu katmıştı. Yemek üstüne karadut reçeli dökülmüş lor peyniri ile noktalanmıştı. Konuklarımıza baktım, nefes almadan yiyorlardı.

Gerbekse Koyu’nda nefis bir ziyafet, biraz şekerleme, hazım yüzmesi derken, gün keyfini çıkara çıkara sona erdi. Gazeteci dostlarımız sanırım şimdiden notlarında en övücü cümleleri sıralamaya başlamışlardı. Gezinin renkli ve heyecanlı bölümü haftaya kaldı: Antik Loryma, zorunlu Simi Adası ziyareti, muhteşem akşam yemeği.

Kanyonların tepesindeki kartal yuvası

Ahmet Şenol çok eski dostumdu ama, bu kıyılarda yıllardan beri yaptığı tesislerin hiçbirini bugüne kadar görmemiştim. Çünkü Ahmet, sadece parası bol İngiliz turistlerle çalışıyor, tesisteki tüm evler bir yıl önceden kapatılıyordu. Yıllar önce birkaç kez teşebbüs etmiş, yer bulamayınca gayretimden vazgeçmiştim. Kısmet bugüneymiş meğerse...

Ahmet Şenol’un ne kadar çılgın olduğunu bildiğim için, bu uçurumların, kanyonların tepesinde kurulmuş kartal yuvasını pek yadırgamadım. Çünkü ondan başkası böylesine bir projeye girişmeye cesaret edemezdi. Ahmet, dağa diktiği yüzlerce zeytin ağacından elde ettiği lezzetli zeytinyağını yemeklerde kullanıyor, dutlardan, kızılcıklardan, dağ çileklerinden reçeller yapıyor, ağaçlardan topladığı ballı incirleri, sabah kahvaltı masasında sunuyordu.

Şimdi aklı fikri, 20 dönüme diktiği üzümlerden yapacağı şaraplardaydı. Ama bağın yarısını yiyen keçiler, biraz hevesini kaçırmıştı. Ahmet Şenol, Dionysos’un (www.dionysoshotel.net) bazı odalarını Türk konuklara da açmaya niyetlenmişti. Yabancı gazeteciler hayran hayran etrafı seyrederken, Ahmet, geçmişi ve bugünü iki taşın arasında hemencecik özetlemişti.
Yazarın Tüm Yazıları