İstanbul’un Avrupalısı

Kentin hemen yanı başında, gözlerden uzak, ağaçların arasına gizlenmiş Polonezköy, hem renkli geçmişi hem de bugünüyle İstanbul’un yanı başındaki bir Avrupalı.

Bu şirin köyde geçireceğiniz bir-iki gün sizde, sanki başka bir ülkeye gitmişsiniz hissini uyandıracak.

Bazı mekanlar, semtler, sokaklar, kasabalar, köyler, kentler vardır ki, geçmişini bilmeden o mekanlara yaptığınız geziler sizi olumlu veya olumsuz yanıltabilir. Kimler yaşamıştır, neler yaşanmıştır, nereden nereye gelinmiştir? Bu soruların yanıtlarını bilmiyorsanız o sokaklar, evler, ağaçlar, kahveler, mezar taşları size bir şey söylemez. Gözünüzün önünde öylesine kaskatı dururlar. O evlere, sokaklara, mezarlara, ağaçlara, kahveler bakarak hayaller kuramazsınız. Veya geçmişin içinde yürüyemezsiniz. Çünkü geçmişte olup bitenlerden haberiniz yoktur. Bu da gezinizi ruhsuz kılar. Kuru bir gerçeğin içinde dolanıp durursunuz. Onun için gideceğiniz yerin geçmişini iyi bilmeniz gerekir.

Bu hafta size İstanbul’daki "Avrupalı" bir köyü tanıtmaya çalışacağım. Burası, Taksim’e 20-25 kilometre uzaklıktaki, ilk adıyla Adampol, şimdiki adıyla Polonezköy. "Avrupalı" tanımlamasını bir benzetme olarak kullanmadım, buraya ilk yerleşenlerin Polonyalı olmasından ötürü "Avrupalı Polonezköy" dedim. Yani gerçeği belirttim.

Polonezköy’ün geçmişine bir göz atarsak; hikayenin ilk bölümünün kahramanı Prens Adam Çartoriski’dir. Yurtsever Çartoriski, Türkiye’ye sığınan Polonyalı göçmenleri bir arada tutabilmek için, 1842’de Fransız Lazarius tarikatının keşişlerinden 5 bin dönümlük ormanlık araziyi satın aldı. Burada bir koloni kurdu. Bu koloniye daha sonra Adampol adı verildi.

Hikayenin ikinci bölümü ise 3 Ağustos 1856’da başladı. Bu bölümün kahramanı da Sultan Abdülmecid’di. Sultan, bu tarihte Haydar Paşa’ya, Kırım’da Türklerin saflarında Ruslara karşı savaşan Osmanlı uyruğundaki Polonyalı Kazaklardan oluşan tümenin dağıtılması emrini verdi. Hem Türkçe hem de Lehçe okunan fermana göre, Türk topraklarına yerleşecek Kazaklar ve onların gelecek kuşakları tarım vergilerinin hiçbirini ödemeyecekti.

BİR DÜŞ ÜLKESİ

Ordudan terhis edilen Polonya asıllı Kazaklar, yüklerini sırtlarına vurup, soluğu bir cenneti andıran Adampol’de aldılar. Yıllarca süren kanlı savaşlardan, yokluktan, açlıktan sonra burası bir düş ülkesi gibi geldi onlara. Kazakları, 1830-31 ayaklanmasına katılmış Polonyalı vatanseverler izledi. Prens Adam, koloni yönetiminin başına asıl adı Mişel Çaykovski olan Sadık Paşa’yı atadı. Paşa, vakit geçirmeden bir yönetmelik hazırladı. Yönetmeliğe göre, buraya yerleşecek Polonya asıllı göçmenlere 10 dönümlük arazi verilecek, bu arazinin satış ve devir işlemleri ancak Polonyalılar arasında yapılabilecekti.

Kimi cephede, kimi bağımsızlık savaşında, barut ve kan kokusu içinde yıllarca ölüm korkusuyla koyun koyuna yaşayanlar, ormanın içinde, gözlerden uzakta kendilerine bir cennet kurdular. Kimi hayvanlarının peşinde koşturdu, kimi tarlada çalıştı. 500 nüfuslu köy, masallardaki köyler gibi mutlu ve huzurlu bir yaşam tutturdu. Zaman geçti, bu mutlu köyün ünü İstanbul’da duyuldu. Ulaşım zor olmasına rağmen Adampol, İstanbul’dan gelen konuklarını ağırlamaya başladı. Kayıtlara bakılırsa, Adampol’de otel ve pansiyon işletmeciliğinin tarihi 1920’lere dayanıyordu.

Adampollü Paul Ziolkowski, 1922’de köyle ilgili yazdığı bir yazıda şunları anlatıyordu: "İstanbul’da yaşayan Polonya yurttaşları, Adampol’e gidip, ülkelerine olan hasreti gidermek için can atarlardı. Bazıları kentin gürültüsünden kaçıp, aşırı yorgun zihinleri için sükûnet arayarak, bu sakin köşeye gönüllü sığınırlardı. Alman mareşali, Osmanlı ordularını düzenleyen Baron Von Goltz bunlardan biriydi. Koloniye sık sık yaptığı gezilerden birinde, kaldığı evin anı defterine şunları yazmıştı: ’Kendimi Adampol’de cennetteki Adem gibi hissediyorum...’ Kolonide savaştan önce yapılan otel ve pansiyonların konukları arasında çok sayıda diplomat, imparatorluk ailesinden bireyler ve üst düzey Osmanlı görevlileri de vardı..."

1960’lı yıllarda Polonezköy, İstanbulluların en gözde hafta sonu adresi olup çıktı. Özellikle boğazına düşkünler, buranın ünlü "yastık gibi kalın ve yumuşacık" bonfilesini yemek için onca bozuk yolu kat etmeyi göze alıyorlardı. O yıllarda Polonezköy otlaklarında lezzetli kuzular, danalar ve domuzlar beslenir, bunlardan elde edilen ürünler itinayla işlenirdi. Burada üretilen özellikle salamlar, sosisler, jambonlar, domuz pirzolaları, domuz pastırmaları, azınlıkların alışveriş yaptığı şarküterilerin en değerli malzemeleriydi.

YASAK AŞKLAR DİYARI

Polonezköy’e ilk kez, yolun çok bozuk olduğu dönemlerde gitmiştim. O zaman sadece Beykoz üstünden, delik deşik yoldan Polonezköy’e ulaşmak birkaç saat sürüyordu. Burada piknik yapmayı seven aile büyüklerimiz, bu zahmetli yolculuğu göze alıyorlardı.

Gel zaman git zaman Polonezköy kaçak aşıkların en sevdiği yer haline geldi. Buradaki pansiyonlarda ve otellerde, en ateşli yasak aşklar yaşanıyordu. Polonyalı göçmenleri adlarına çalınan bu "kara leke", çok utandırıyor ve üzüyordu. Gerçekten de o dönemlerde Polonezköy’ün adı, İstanbul’da "genelev"le neredeyse aynı anlama geliyordu. Kaçak aşıkların buraya gelmesini engellemek isteyen Polonezköylüler, hem bozuk yolun yapılmasına, hem de köye belediyenin otobüs seferleri başlatmasına uzun süre karşı çıktılar. Köyün geçmişini okurken, bu karşı çıkışa bir anlam veremedim. Hangi zampara, sevgilisini belediye otobüsüne bindirip, onca yolu hoplaya zıplaya aşarak buraya getirirdi ki!

Zamparalar kendilerine başka adresler bulup, ellerini eteklerini Polonezköy’den çektikten sonra İstanbul burjuvası burayı keşfetti. 1970’li yıllarda buradan geniş araziler alıp, ağaçların arasına birbirinden lüks evler yaptırdılar. O yıllardan sonra arazi fiyatları bir füze gibi fırlayıp inanılmaz rakamlara ulaştı. Bu kárlı iş, Polonezköy yerlilerine, Sadık Paşa’ya verdikleri sözü unutturdu. Topraklar parsellere ayrılıp, Polonyalılar yerine yabancılara satıldı. Zaten bu toprakları alacak Polonyalı göçmen de kalmamıştı artık.

Bugünkü Polonezköy’e gelirsek. Köy güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemişti. Geniş bahçelerin içinde, ağaçların arasından görünen evler, köye daha Batılı bir hava sunmuştu. Birbirine dal atan ağaçların oluşturduğu tüneller, cennete giden yollara benziyordu. Hemen hemen tüm evler butik otele, pansiyona, restorana dönüşmüştü. Koloninin kalan son 90 kişisi, bu otellerin veya pansiyonların bir odasında veya müştemilatlarında, geçmişin anıları içinde yaşama noktayı koyacakları günü bekliyorlardı.

Polonezköy hálá İstanbul’un tek "Avrupalısı." Şimdi yollar asfalt, ulaşım kolay, doğa eskisini aratmayacak kadar güzel. Hem yukarıda yazdığım geçmişi gözlemek, hem serin bir hafta sonu geçirmek istiyorsanız, Polonezköy hemen oracıkta sizi bekliyor.

KÖYÜN ÜNLÜ KONUKLARI

Polonezköy yıllar boyu hep ünlüleri konuk etti. Örneğin 1847’de ünlü besteci ve piyanist Franz Liszt, burada bir süre konakladı. 12 Aralık 1850’de ise Fransız yazar Gustave Flaubert yeni romanının birkaç sayfasını burada kaleme aldı. 1978’de gelen Polonyalı Papa II. Jean Paul, köylüleri kutsadı, 1994’te ise Polonya Cumhurbaşkanı Lech Walesa onlarla sarmaş dolaş oldu.

Köyün en ünlü konuklarından biri de, 1935’te gelen Atatürk’tü. Atatürk, köyde onuruna düzenlenen baloda çok keyiflendi, köyün en güzel kızı Kamilya ile uzun uzun dans etti. Kamilya bu danstan öylesine etkilendi ki, göçmenlerin kendi aralarında evlenmeleri kuralını bozup, bir Türk’le hayatını birleştirdi. Atatürk’ün Polonezköy’ü çok sevmesi, köye bir yarar sağlamadı. Politik entrikalar yüzünden Polonezköy’e elektrik ancak 1973’te bağlanabildi, toprak yol 1961’de açıldı, kadastro 1968’te geçti.

Polonezköylülerin övündüğü bir başka ünlü de, dünyaca ünlü soprano Leyla Gencer idi. Annesi Polonez babası Türk olan Gencer’in ilk gençlik yılları burada geçmiş, ilk büyük aşkını da burada yaşamıştı. Anlatılanlara göre ünlü soprano, köyün en yakışıklı delikanlısı Zygmunt Ksiezopolski ile koruda buluşur ve karşılıklı şarkı söylerlerdi. Onlar şarkıya başlayınca köyde herkes susar, çın çınlayan sesleri dinlerlerdi.

MEZARLIK HER GÜN BÜYÜYOR

Köyün girişindeki mezarlıkta Polonezköy’ün ilk sakinleri, sakin sakin yatıyordu. Mermer, tahta, demir haçlar kimi plastik, kimi gerçek çiçeklerle süslenmişti. Bir zamanlar yan yana evlerde oturuyorlardı, şimdi ise yine yan yana mezarlarda yatıyorlardı. Yani birbirlerinden hiç ayrılmamışlardı.

Yazarın Tüm Yazıları