Datça’da yaz masalları

Bu hafta sizlerle tatil anılarımı paylaşmak istedim. Datça’yı kimler ada yapmak istedi, cennet koylar, Orfoz balığının öyküsü, irademin yemeklerle savaşı, gölgelerde okuduğum kitaplar... Yani bu yazı daldan dala atlayan bir tatil öyküsüdür.

Terzi söküğünü dikemezmiş hesabına döndü benim tatil yeri arayışım. Geziler, yemekler, yazılar, televizyon programları derken herkes gibi ben de tatil yapmak istedim. Şuraya mı gitsem, burada mı kalsam, şu sahilde mi denize girsem, bu yaylada mı serinlesem derken, doğru dürüst bir adres bulamadım. Daha doğrusu gidilecek yer çoktu ama, ben her birine bir kulp takıyordum. Anlayacağınız herkese akıl satan ben, tatilimde gidecek yer bulmak da zorlanıyordum. Beni bu sıkıntıdan sevgili dostum Fem Güçlütürk kurtardı. Fem, el attığı otelleri sihirli dokunuşları ile cennete çeviren bir danışmandır. Bana Datça’nın hemen başlangıcındaki Select Maris’i önerdi.

Kalktım gittim. Niyetim not almadan, fotoğraf çekmeden, bir yerleri keşfetme telaşına kapılmadan, sessiz sakin bir tatil yapmaktı. Maris tesisleri, Datça’nın başlangıcındaki yeni ismiyle Belcik Koyu’nun, eskilerin deyimiyle Balıkaşıran’ın yanı başındaki tepeye kurulmuştu. Odalardan kuş bakışı görünen koya, sanki lacivert bir çarşaf örtülmüştü. Deniz öylesine kıpırtısızdı. Koyun ağzını kapatan Tavşan Adası ile iki yandaki tepeler, Datça’dan kopup Hisarönü Körfezi’ne doğru esen yaramaz rüzgarlara geçit vermiyorlardı. Koy bütün Akdeniz’de olduğu gibi üç renkti: Turkuvaz, mavi, lacivert. Fem, isabetli bir adres önermişti anlayacağınız. Bundan sonra iş bana kalıyordu. Bakalım işi gücü bir kenara bırakıp, herkes gibi tatil yapabilecek miydim?

TANRILARIN LANETİ

Tembellik günlerimi anlatmaya, bitişikteki koyun öyküsünden başlamak istiyorum; Tesisin bulunduğu yer, Datça yarımadasının en dar bölümüdür. Hisarönü tarafında Balıkaşıran, Gökova tarafında ise Kayıkaşıran koyları bulunur. Antik dönemde Datça’da yaşayanlar, kendilerini Harpagos komutasındaki İran ordusunun saldırılarından korumak için, bu koyların arasını kazıp, yarımadayı karadan koparıp ada yapmak istemişlerdi. Ünlü tarihçi Heredot bu girişimi şöyle anlatır:

"Bütün Knidos toprağı, ince bir kıstak dışında suyla çevrilidir. Harpagos, İonia’ya indiği zaman Knidoslular aşağı yukarı 5 stadeion (yaklaşık 900m) genişliğindeki bu kıstağı kazmaya başladılar. Çünkü yurtlarını ada haline getirmek istiyorlardı. Pek büyük insan emeği harcandı bu iş için. Ama başlarına görülmemiş bir iş geldi; İşçiler taşları kırarken, çeşitli yerlerinde ve en çok da gözlerinde inanılmaz büyüklükte yaralar açılmaya başladı. Delphoi’ye elçiler gönderip, bu nedir diye danıştılar. Delphoi’deki Apollon tapınağının baş bilici kadını Pythia şu cevabı Verdi:

Kıstak ne kale ister ne de kazılmak

Zeus isteseydi bu kayayı ada yapmaz mıydı?

Bunun üzerine Knidoslular işi bıraktılar ve Harpagos geldiği zaman çarpışmadan teslim oldular..."

Şimdi burası, kıyı kıyı dolaşan teknelerin en güvenli sığınağı. Hatta buraya demir atanlardan bazıları, gecenin sessizliğinde Knidosluların fısıltısını işittiklerini öne sürerler.

Maris’teki tembellik günlerimin büyük bir bölümünü, kumsaldaki ağaçların gölgesinde kitap okuyarak geçiriyordum. Yanımda getirdiğim kitaplardan biri de Portekiz’in Nobel ödüllü yazarı Jose Saramago’nun "Yitik Adanın Öyküsü" idi. Kitabın konusu, Knidosluların girişimine benziyordu. Kitapta, İber Yarımadası’nın açıklanamaz bir şekilde, Pirene Dağları’nda oluşan bir çatlakla Avrupa kıtasından ayrılıp, ada haline dönüşmesi anlatılıyordu. Ağaçların gölgesinde hem romanda ada olan İber yarımadasını, hem antik söylencelerde ada olamayan Datça’yı düşleyerek, tembelliğin doyum olmaz keyfini çıkarıyordum.

Arada bir aklıma denize girmek geldiğinde de sudan çıkmak bilmiyordum.

AŞÇILARIN TUZAKLARI

En sevdiğim anlar, güneşin batış saatleriydi. O saatlerde soluğu, batımı izlemek için ayrılmış bölümde alıyor, beyaz şarap ve klasik müzik eşliğinde güneşin ufuk çizgisine yaklaşmasına dalıp gidiyordum. O sırada dağlar üst üste biniyor, morarıyor, Knidos puslar içinde bir masal diyarı gibi görünüyordu. İşte bu saatlerde Datça’ya olan aşkım daha da coşuyordu. Aklıma bu topraklarda sonsuzlaşan Can Yücel’in dizeleri geliyordu:

"Açtım ki gözlerimi sabah olmuş Datça’dayım

Ergen ışıklarla karşımda erguvana kesmiş

Gocadağ

Tüm engebesiyle yanıyor o koskoca kaya

Dağ keçileri düzlere kaçmış olmalı"

Maris’te öğle yemeklerinde, irademe söz geçirmekte oldukça zorlanıyordum. Usta aşçılar öylesine lezzetli tuzaklar kuruyorlardı ki, birinden kurtulsam mutlaka bir diğerine düşüyordum. Örneğin makarnaların önünden geçerken gözlerimi kapatıyordum. Açtığımda ise kendimi, üstünde çeşitli etlerin cızırdadığı koca bir mangalın önünde buluyordum. Onu atlatsam karşıma pizza, pide, lahmacun fırını çıkıyordu. Onları görmezlikten gelsem kızartmalar, soslar, peynirler önümü kesiyordu. Zavallı iradem bu tahrikler karşısında pes ediyor, beni yemeye zorluyordu.

Tatilimin daha üçüncü günü, sol kalçamda korkunç bir ağrıyla uyandım. Yataktan zorla kalktım. Ayağımı sürükleyerek deniz kıyısına indim. Kumsal komşularımın kimine göre bu siyatik ağrısıydı, kimine göre ise lumbagoydu. Kimilerine göre ağrı kesici almam, kimilerine göre masaj yaptırmam gerekiyordu. Her denileni yapmaya razıydım. Yeter ki ağrı geçsin. Yoksa tatili kesip, dönmek zorunda kalacaktım. Ağrı kesici haplar içtim, sonra tesisin modern SPA’sında, Datça koylarını seyrederek şifalı havuzlarda yüzdüm, su masajı yaptırdım, kaslarımı maharetli ellere teslim ettim. Masajla aram iyi değildir. Tazyikli sularla oynaşmayı da pek sevmem. Ama buradaki görüntüler öylesine cazipti ki, sancımı uzmanların ellerine teslim ettim.

AKLIMDA KALANLAR

Ertesi gün sancının azalmasını fırsat bilip, Maris’in teknesiyle koy koy mini-mavi yolculuğa çıktım. Tekne önce Dişlice koyunda demir attı. Açıkta boncuk mavisi sular, koyun yanı başında camgöbeğine dönüyordu. Sonra Belcik koyuna girdik. Ağustos böcekleri cır cır bizi karşıladı. Ardından Kamelya adası derken, burnu dönüp Bozburun’a doğru dümen tuttuk. Niyetimiz Yeşilova koyundaki Orfoz restoranda yemek yemekti. Restoran uzaktan göründü. Muz ağaçları, gündüzsefaları, sarmaşıklar, sardunyalar, gülibrişimler arasında bir çennet mekana benziyordu.

Orfoz restorana karadan, dar bir patikadan ulaşmak mümkün ama sıcakta zahmetli bir yolculuk. Onun için müşterilerin çoğu deniz yolunu tercih ediyorlar. Güneş-Selçuk Bozçağa’nın işlettiği mekan, lezzet düşkünleri için tam bir cennet. Balık çorbası, ekmek banmak için biberli, kekikli, tulum peynirli zeytinyağı, bebek kalamar tava, sarımsak, karabiber, balsamik sosla tatlandırılmış güveçte midye, deniz mahsulleri pilavı, midye köftesi, ızgara ahtapot... Milas’ın özel zeytinyağı ile pişen yemeklerinin hepsi damak çatlatan cinstendi. Köyceğiz’den gelen kan kırmızısı domatesle yapılan kaparili, soğanlı salata bir tablodan düşmüş gibiydi. Hele patlıcan bombası ile Giritli Sürpriz Kaptan’ın usulüyle pişen yahni vardı ki, bunların lezzetini anlatabilmek için bir destan yazmak gerekirdi.

Sonunda beş günlük tatilimi, dediğim gibi not almadan fotoğraf çekmeden, güneşin altında kavrulmadan, yemeklerin tadına bakıp ukalalık yapmadan bitirdim. Bu sayfadakileri, not defterine bakarak değil de aklımda kalanlarla yazdım. Fotoğraflar ise küçük makinemin rasgele çektiği pozlardır.

ORFOZ BALIĞININ HAYATI ROMAN GİBİ

Restorana isim olan Orfoz balığı aklıma düştü nedense. Bu balığa karşı bir sempatim vardır. Yaşam öyküsü beni etkiler. Bir romanı andırır. Orfoz doğuştan itibaren yaklaşık sekiz yıl her hangi bir cinsiyet taşımaz. Yani ne erkek ne de dişidir. Bu süre dolunca Orfoz dişileşir. Erkeklerin başını döndüren cilveli bir balık olur. Tam 10 yıl boyunca dişiliğinin keyfini çıkartır. 18 yaşına bastığı, boyu 80 santimin üstüne çıktığı zaman dişilik organları kaybolur ve balık bu kez erkekleşir. Bu aşamadan sonra dişi balıkların peşinde koşturup durur. Cinsiyetsiz doğan orfoz, bir erkek olarak yaşamını tamamlar.
Yazarın Tüm Yazıları